Kış da yudumlanır mı?” diyeceksiniz.Yudumlanır… Hem de nasıl… Her sevdiğiniz mevsim, her sevdiğiniz mekân, her sevdiğiniz insan gibi, kışı da yudum yudum içinize alabilirsiniz... Sabahın altısı bir saat. Aslında gece yarısı üçten beri uyanığım.Uyanığız, sevdiceğimle beraber. Açtık perdeleri, Kalamitsas Koyu’nu odamızın içine aldık, temaşadayız. Araladık balkon kapısını, hafif ürpertiyle okşayan kış soğuğunu da davet ettik odaya. Gecenin sessizliğini dinledik. Issız kumsaldan aşıp koya vuran, suyun üzerinde titreşerek yayılan ışıklarla göz aşinalığımız tazelendi.
Bir saat sonra ağarmaya başlayacak gün ve o çoksevdiğimiz kıyıya aydınlık inecek, Kasım bulutlarının arasından. Kumsalın hüzünlü yalnızlığı çıkacak ortaya. Ama o kadar huzurlu ki koy, aynen ormanla deniz arasında tepenin kucağına nazikçe, tabiatı yormadan, üzmeden yerleştirilmiş evler gibi, kış hüznü üzmüyor insanı burada. Sadece “iyi ki yine gelebildim, iyi ki kışını da yudumlayabiliyorum buranın” dedirtiyor. Hâtta “Keşke, şu anda tüm dünya bu kadar huzurlu olabilse” diye mırıldanıyorum. Sonra düşünüyorum; insanoğlu neden en çok peşinde olduğu şeyden; huzurdan âdeta kaçıp duruyor diye. Belki de huzuru, sahip olduğu şeylerin verdiği güvenceyle bulacağını sanmaktan, belki başkalarının huzursuzluğu, mutsuzluğu, ezilmişliği üzerinden gelmesine aldırmadan huzur duyabilme egoistliğinden, belki sosyal bir yaratık olmanın fizikî ve maddi getirimlerini ruhsal ihtiyaçlarının üzerinde görmesinden…
Kahkaha sirayet eder ama gözyaşı da öyle
O veya bu şekilde, insanoğlu, huzuru bir türlü tüm insanlık için gerekli görme inceliğine ulaşamıyor. Tanıyalım, tanımayalım, ister çok yakınımızda, ister çok uzağımızda olsun, ülkemizin, dünyamızın bir başka coğrafyasında huzuru kaçmış birileri var ise, bizim huzurumuz da tehdit altındadır. Evet, kahkaha, mutluluk sirayetedicidir ama gözyaşı, mutsuzluk da öyledir. Hem de diğerlerinden daha hızlı yol alır. Çünkü agresiftir mutsuzluk. Yoksunluk ve kıskançlık içerir.
Endişeli günlerden geçiyoruz... Çok kişinin olumsuzluk içinde, çok kişinin karamsar olduğu günler. Özel sebeplerimiz ve gayretlerimiz olmasa tebessüm edecek şey bulmak neredeyse imkânsızlaştı. Kimi yöneticilerimizin tuluat oyuncularına taş çıkartacak yetenekleri ortaya döküldükçe halkımız da seyirci koltuğunda kendine düşeni yapmakta. Ülke sathı bir kocaman tiyatro sahnesi oldu gitti. Süratle dünyanın diğer coğrafyalarına yayılan bir tuluat tiyatrosu...
Durum böyleyken, İstanbul Şehir Tiyatroları’mızın 100’üncü yılını kutladık geçenlerde. 17 Kasım akşamı CRR’de, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın evsahipliğinde, Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu ve tiyatro emekçisi sanatçılarımızın büyük bir özenle hazırladığı 100’üncü Yılın Şarkıları gecesi harikaydı!
Binbir bahaneyle ve kılıf takılarak budanmakta olan sanat kollarımızdan biri tiyatro. Muhsin Ertuğrul’un davetiyenin üzerinde basılı “Her tek katlı tiyatro on katlı üniversitedir” sözü, aslında, fiziki anlamda katların sayısından ziyade, tiyatronun öğreticilik konusunda derinliğini vurgulayan bir cümle. Okullarımızda felsefe, kompozisyon gibi insana ve hayata anlam katacak derslerin kaldırıldığını göz önünde bulundurursak, bu söz gittikçe daha büyük önem kazanacak gibi.
Tiyatro aydınlığın er meydanıdır Darülbedai’den bu yana Türk Tiyatrosunun geçirdiği evreleri; emekleme, büyüme, yayılma ve daha hakkınca coşamadan yeniden zorluklarla kapanına sıkıştırılma süreci olarak sıralarsak, tiyatro karanlıktan aydınlığa çıkmış bir milletin aydınlıklarda kalmak için vereceği mücadelenin er alanlarından biri bana göre.
Bir yazar olarak imza günleri bana her zaman büyük heyecan verir. Ülkenin dört bir ucunda, bazen daha önce hiç gitmediğim, bazen de böyle bir vesile olmasa belki de hayat boyu hiç gitmeye fırsat bulamayacağım bölgelerde okurlarımla kucaklaşmak büyük bir mutluluk kaynağıdır hep. Bu buluşmalar sadece güzel bir karşılaşmanın keyfiyle sınırlı kalmaz.Aynı zamanda okurlarıma teşekkürlerimi ve sevgimi belirtmeye fırsat bulabildiğim sıcacık yürek kucaklaşmalarını yaşatır bana. Şayet bir okur, bir kitap alacağı gün, onlarca, yüzlercesinin içinden benim yazdığımı seçmiş, para ödemiş, sonra vakit ayırıp okumuş, okumakla kalmamış, öykümü, kahramanlarımı ve beni yüreğine yerleştirmiş, sonra da yine zaman ayırıp kalkıp gelmiş, imzamı almak, benimle iki cümle konuşmak için kuyruğa girmiş ise, benim orada, onun coğrafyasında bulunmam,yaptıklarının karşılığında sunabileceğim tek teşekkür. Kitap Fuarları ise bu buluşmaları farklı yazarlar, farklı okurlar birlikteliğinde yaşatan organizasyonlar olması açısından bir şehrin, bir beldenin önemli kültür organizasyonları. Bir yazarı, o güne dek hiç bir eserini okumamış, tanımamış okurla da buluşturabilmesi bakımından ayrıca sürprizlerle doludur kitap fuarları.
Okurlarım “mutluluğun fotoğrafı”dır
Bu sürpriz potansiyel okurlar, yazarın fanatik okurlarından çok farklıdır. Daha once kitaplarınızı hatmetmiş ve bir yenisinde neler bulacağının heyecanı ile gelmiş okurlara benzemez tavırları, bedendilleri. Dudaklarımda tatlı bir tebessüm yayılır bu okurlarla karşılaştığım zaman. Önce uzaktan bakarlar. Sonra kitaplarımdan birini ellerine alır, sayfalarını çevirirler. Eğer hoşlarına gittiyse göz gezdirdikleri, bir defa daha bakarlar, bu kez inceden inceye süzerek. “Gerçekten, bunu sen mi yazdın?” gibilerinden. Sadece gülümseyip bakarım. Satın alsınlar, okurum olsulnar diye zorlayıcı hiç bir tavır sergilemem. Onların bana yapacağı sürprizi beklerim. Seçtikleri kitabı uzatıp da “İmzalar mısınız?” dedikleri anda hediyemi almışımdır. Böylesine kazandığım nice okurum bir sonraki kitap fuarında muhakkak gelir ve bu defa aynen ondan önce romanlarımla tanışmış diğer okurlar gibi, daha kuyruktayken bana el sallamaya, gülümseyerek öpücükler göndermeye başlarlar. İşte böyle bir anda “Neden yazıyorsun?” deseler, cevabım bu duyguların sahiplerini göstermek olur. Çünkü karşımda hareket halinde “mutluluğun fotoğrafı”.
‘BEKLEYİŞ’İ, beklemeyi, özlemeyi en iyi kim anlatabilir? Tabii ki, hayatında özleyerek beklemeler olan biri... Hele o biri yüreğiyle ruhunu tiyatroyla yoğurmuş bir oyuncu ise, o sahnede ‘bekleyiş’i yaşarken siz de seyrederken beklemelere, özlemelere dalarsınız. İşte öyle bir ‘bekleyiş’ gecesiydi 4 Kasım; sevgili dostum, arkadaşım, kardeşim Filiz Kutlar’ın ‘Bekleyiş’ini izlediğimiz gece. Zeynep Avcı’nın, Marguarite Duras’dan esinlenerek yazdığı tek kişilik oyun Maya sahnesini Filiz Kutlar’ın oyun gücüyle doldururken, insanoğlunun savaş sebebiyle bitmeyen hasret ve acılarını derinden hissedebildim, iliklerime kadar ürperdim. Filiz’in oyunu beni sahnede anlattıklarının ötesine taşıdı. Kelimeler, duygular yaşayan tablolara dönüştüler gözümün önünde. Kadınların kocalarını, sevdiklerini hasretle, umutla beklemeleri yeni bir olgu değil. Hâlâ daha kadınlar sevdiceklerini geçiriyorlar uzaklara bir yerlere, dönüp dönmeyeceği belli olmayan uzaklara... Onun için ‘Bekleyiş’ sahneden aldı, daha çok uzaklara,
bütün uzaklardaki acılara götürdü beni.
Bu kaçıncı örneğidir ki; Atatürk’ün armağanı olan özel günlerin kutlamaları bir faciaya kurban oluyor... kurban ediliyor. Elbette bir maden göçüğü; göçük altında kalanların bir kaçı veya tamamının büyük bir ihtimâlle emek şehidi olacağını tahmin edebildiğimiz Türkiye şartlarında, yas sebebi. Maalesef, “Bu ölüm güzel ölüm”, “Ölüm bu işin fıtratında var.” gibi kalpsiz sözleri şiir okur rahatlığında söyleyenler oldukça, neredeyse harç taşımacılığından, betebe ustalığından inşaatçılığa yükselen “müteahhit”lere ocakların taşeronluğu verildikçe ve kontrol edilmedikçe böylesine daha nice acıyı ve yasını yaşamaya devam edeceğiz. Çünkü bu vicdansızlara “Dur!” diyen yok. Kontrolsüz, plansız kazmaya ve işçilerimizi ölüme göndermeye devam ediyorlar. İnşaatlarda da işçi ölümleri süre gidiyor. Bazen asansör, bazen kalas. Aymazlığın kurbanı olmaya devam ediyor emekçiler. “Açılım” diye gelinen zaman diliminde, şehit fidanlarımızın mezarlarını açmaya devam ediyoruz. Onları katledenlerin hempaları Habur sınır kapımızdan kutlamalarla, konvoylar halinde ellerini, kollarını sallayarak topraklarımıza giriyorlar. “Dur!” diyen yok, “Nereye gidiyorsun? Neyi kutluyorsun?”, “Burası Türkiye Cumhuriyeti toprakları!” diyen yok. Bayrağımız yakılıyor, Atatürk büstleri parçalanıyor. Bu kahpelere “Dur! diyen yok. Kendi açlarımızı unutup korumaya aldığımız Suriyeli mülteciler İstanbul’un göbeğinde sokakları, caddeleri haraca kesiyor. Onlara da “Dur!” “Mülteciliğini bil! Benim vatandaşımı rahatsız edemezsin” diyen yok. Çünkü kiminin bayrağımıza, kiminin Atatürk’e, kiminin bu vatana düşmanlığı var. “Türk”üm demek; ırkçılık, “Vatan, millet, toprak” demek; faşistlik, Atatürkçülük de putperestlik diye ilân edilirse olacağı budur. Bu toprakları vatan yapan, kanıyla bayrağın rengini veren şehitlerimize, gazilerimize, isteseydi kendisini hem padişah, hem halife ilân edebilecekken bu milleti fikri hür, vicdanı hür bireyler olmaya ve lâik-demokratik cumhuriyete lâyık gören Atatürk’e düşmanlık yaparak kazanılan hainler elbet daha çok bayrak yakacak, büst yıkacaklar. Ama hainlerin sahipleri ve maşaları şunu bilmeli ki; ne Atatürkümüz, ne de bayrağımızın kendilerini ispata ihtiyacı yok. Yerlerde sürüklenen, parçalanan da aslında onlar değil. Hainleri izleyip ses çıkarmayan, kendileri yapmak isteyip de cesaret edemediklerini yapanlar var diye içten içe çizgi film kahramanı ‘Sevimli’ gibi kıs kıs gülenler bilmiyorlar ki, esas itibarını kaybeden kendileri ve o çok önemsedikleri güç artık onlardan değil, dost edinmeye çalıştıkları düşmandan yanadır. Hainlerin arsız emelleri için döktükleri bunca gül yapraklı yol er-geç kendlerine çıkacaktır. 29 Ekim bu sebeplerden kutlaması gittikçe önem kazanan şanlı günlerimizden biri. Bağımsız, hür, lâik, demokratik kimliğimizin bize armağan edildiği gün... Tebâ değil, birey olduğumuzun bize anlatıldığı gün... Madenlere, inşaat çukurlarına, PKK’ya şehit verdiğimiz insanlarımızın haklarının da içinde yer aldığı bir idare şeklinin manifestosu. 29 Ekim’i marşlarla, şarkılarla kutlamak karnaval kutlaması yapmak anlamına gelmez. Kimliğimizin gücünü kutlamaktır 29 Ekim’i kutlamak. Onun için de hakkıyla kutlanmalıdır. Nice aydınlık 29 Ekimleri var sesimizle, var gücümüzle, huzurlu, umutlu yüreklerle kutlamak dileğiyle...
O bir tarihti... Çok güzel, çok renkli bir tarih... İçinde acıyı, tatlıyı, hüzünleri, kederleri, hayâl kırıklıklarını ve bir büyük aşkı barındıran bir tarihti... Lemanuçka’mızdı o... O benim canım anneciğimdi.
Kurt Seyit’le Murka’nın kızıydı o... Babasının gözbebeği, Poluş’uydu. Saltanatlı bir hayata doğmuş, sonra çöküşleri de yaşamıştı. Daha orta okulda iken yaptığı yağlıboya tablo ile Türkiye birincisi seçilmiş ve eseri Almanya’ya gönderilmişti. Ama, tablosu jüriye çıkmadan 2. Dünya Harbi patlamış ve yarışma iptâl edilmişti. Resmini geri alamadığına yanardı hep. 1940’ların Ankara’sında lisesinin iftihar talebesi, uzun atlama şampiyonu idi. Ama, komşularının tecrübeli, kadın avcısı, yakışıklı, şık oğlunun iltifatlarını, ısrarlı mektuplarını atlayamamış ve ilk hayâl kırıklığına yelken açmıştı.
Hİç şİkayet etmeden,
BOYNUNU BÜKMEDEN YAŞADI
Bir harp geliniydi Lemanuçka. 2. Dünya Harbi’nin yokluğu, yoksunluğu içinde doğurmuştu ağabeyciğimi. Kocasının dağıttığı mavi boncuklardan hüzün kolyesi derlemiş, yüreğine taş basıp dayanmaya çalışmış ama gururu daha fazlasına elvermemişti. Ama, aynen babasından gördüğü gibi; hiç şikâyet etmeden, boynunu bükmeden, kimseye müdanaa etmeden, hayatına devam etmeyi başarmıştı. Sonra ona gerçek sevgiyi, aşkı, şefkâti veren erkeği, babamı tanımıştı. Ben onların ilk meyvesiydim. Beraber o kadar güzeldiler ki; en zor zamanlarımızı bile hep en güzel zamanlar gibi hatırlarım. Çünkü içinde aşk vardı hep.
Melânkolik, romantik ve duygusal bir dişilikle renklenen hazan mevsiminin bende yarattığı duygularla olsa gerek, içlerindeki hüznü umutla, ümitleri de tedavisiz bir hüzünle besleyen kitaplar seçip okumaktayım şu aralar.
Tanıdığım Nâzım Hikmet
“Gelsene dedi bana/Kalsana dedi bana/Gülsene dedi bana/Ölsene dedi bana/Geldim/Kaldım/Güldüm/Öldüm/ Artık özgürdü.” Bu dizeler, 3 Haziran 1963 sabahı kapıya bırakılan gazeteleri almak için evinin giriş katına inip kapıyı açarken oracığa yığılan Nâzım Hikmet’in. “Mavi gözlü dev”in son aşkı, son eşi Vera, o sabah birkaç saat sonra uyandığında büyük şairin soğumuş bedenini ve cebinde bu notu bulur.
Orhan Karaveli’nin Doğan Kitap’tan çıkmış “Tanıdığım Nâzım Hikmet” kitabı; kapağında şairin; “... Öldüğüme yanmam da, buralarda gömerler, ona yanarım...” sözleriyle bezeli. İçeriği sıcacık, samimi ve çok özel başbaşa sohbetlerin verdiği ince, narin, kırılgan ve bir o kadar da cesur bir hayatın izlerini taşıyor.
Sarayların prensesleri
Masallar! Ah masallar! Nasıl da anlatırlar prenses olmayı, nasıl anlatırlar beyaz atlı prensleri? Kaç küçük kızın hayâllerini, kaç genç kızın rüyalarını süsler, bir gün gerçekten bir prenses olabilmek, şansı neredeyse yok gibi olsa da. Hele son yarım asırda, Avrupa hanedanlarına gelin giden asil olmayan halk kızları kim bilir daha nicesini ümitlendirmiştir. Büyüleyici masalların ardından Hollywood filmleri, pembe romanlar, kraliyet ailesine gelin olmayı yaşam piramidinin tepesindeki o muhteşem sanal dünyayla taçlandırır hep. Ama aslında böyle midir? Prenslerle, krallarla evlenen kızların hepsi, hep sunulduğu gibi, yakışıklı, sıhhatli, sportmen, cesur, romantik, âdil ve eşine âşık bir adamın eşi mi olmuştur? Bir kez prenses veya kraliçe olduktan sonra her istediğini yaptırmış, midir bu kadınlar? Hükümran bir erkeğin eşi olduğu için hep saygı görmüşler midir? Tebâları tarafından sevilmişler midir? Muhteşem tuvaletler, pahalı, eşsiz mücevherlerle süslenip, balolarda arzı endam ettikleri rüya gibi bir hayat yaşamışlar mıdır gerçekten?
Joséphine de Beauharnais