Din ve şiddet

10 Temmuz 2014

Sinema filmlerinde insanlar hep birbirlerini döverler ve seyredenlerin çoğunluğu bu sahnelerden çok hoşlanırlar. Dayak hem nefsi müdafaa için hem de karşı tarafı korkutup sindirmek için gerekli olarak gösterilir. Bu işin profesyonelleri vardır, dayağın kesin sonuca götürmesi için onlar tutulur; yani bu bir iştir, kazanç yoludur. Günümüzde sertlik ve şiddetin son derece tehlikeli bir boyutu görülüyor.

Acımasızca yöntemler

Kendi beklentileri adına başlattıkları harekete katılmayanları, hele o hareketin önüne engel koyanları veya ona zarar vermek isteyenleri, öyle acımasız yöntemlerle işkencelerden geçirerek öldürüyor, kendi tabirleriyle temizliyorlar ki, diğerlerine ibret olsun da onlara karşı gelmek nasıl olurmuş anlasınlar. Kendi hayatlarını dahi, sanki kendilerini yaratan kendileriymiş gibi hiçe sayıyorlar ve vücutlarına sardıkları yok edicilerle hem kendilerini hem Allah’ın yaşasınlar diye yarattığı başka insanları kıyasıya öldürüyorlar.

İdam cezasının en eski şekli

Bir belgesel filimde izlemiştim, yamyamlığı hâlâ sürdüren bazı kabilelerin insanlarıyla -sıkı önlemler altında onlara yaklaşmışlardı- konuşuluyordu. Kabilelerden biri, artık kendilerinin insan yemeyi bıraktıklarını fakat komşu kabilenin buna devam ettiğini söylüyordu. Belgeleri değerlendirenler diyorlardı ki, yamyamlığın, idam cezasının en eski şekillerinden biri olduğunu sanıyoruz. Günümüzde işkenceyle öldürülen insanların kafalarının kesilmesi olayı var, bunun sebebi, onların ruhlarının da yok edilmesiymiş. Herhalde yamyamlar da benzer şekilde

düşünüyorlardı. Suçluları yerlerse onlar bir daha ne bedenen ne de ruhen var olamayacaklar ve kendilerine zarar veremeyeceklerdi. Onları en korun-malı yerde, kendi içlerinde saklıyor-lardı ki, bir daha var olamasınlar.

Ceza, açık yargıyla verilir

Günümüzde şiddet uygulayanların büyük bölümü dindar olmak iddiasındadırlar. Allah’a inanır, namaz kılar, oruç tutarlar. Sertlik ve şiddet uygularken dahi Allah adını dillerinden düşürmezler. Allah adıyla selam verirler, birbirlerini Allah’a emanet ederler vs. Herhalde bilirler veya bilmelidirler ki, nefsi müdafaa olmaksızın insanı öldürmek, en büyük günahtır. Suçların cezası kişisel olarak verilmez, gizli yollarla da verilmez ancak açık yargıyla verilir ki, adalete herkes şahit olsun. Ayrıca düşünmek lazımdır, kötülüğü önlemek için bile olsa başka bir kötülüğe, çoğu zaman daha büyük bir kötülüğe başvurmak, kötülükleri gerçekten önlüyor mu yoksa çoğaltıyor mu?

Devamını Oku

Yaratılıştaki birlik

9 Temmuz 2014

Allah, bütün insanları aynı yaratılışla yarattığını bildiriyor: “Ey insanlar, sizi eşler olarak bir tek nefisten yaratan ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getirip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının”(4 Nisa: 1. ayet). Bu bütün kutsal kitaplarda böyle! İnsanlar bir ailenin fertleri gibidirler. Birine zarar veren veya iyi gelen şey genelde hepsine zarar veriyor veya iyi geliyor. Hatta bu yaratılış birliğini diğer canlılar için de düşünmemiz gerekiyor. Hayvanlar ve bitkiler de bize benzer özellikler taşıyorlar. Onları hasta eden şey bizleri de hasta ediyor, onlara iyi gelen şeyler bizlere de iyi geliyor. Dünyanın her yerinde, sağlık alanındaki bulgulardan insanlar ve hayvanlar olarak hepimiz yararlanıyoruz. Bir aşı; renk, ırk, dil, din ayırt etmeksizin bütün çocukları ve büyükleri koruyabilmekte değil midir? Özürlü insanlar için geliştirilen bir hayatı kolaylaştırıcı araç, bütün milletlerin özürlülerinin hayatını kolaylaştırıyor. Eğitim-öğretim alanındaki teknoloji hepimize adeta sınıf atlatıyor.

“Bu savaş nereye dek”

Sağlık tehlikeye girdi mi, düşmana bile dostça davranılabiliyor. Acaba sağlıklıyken de birbirimize dostça davranmayı öğrenmemiz ve öğretmemize daha çok önem veremez miyiz, bunun da bir aşısı bulunabilir mi? Bizim bu alanda, dünya çapında etkili olabilen rehberlerimiz olmuştur. Yunus Emre’miz der ki: “Gelin tanış olalım, işi kolay tutalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!” Demek ki, tanışma bir tür aşıdır, sevip sevilmede işi kolaylaştıran bir aşı. Mevlana’mız da diyor ki: “Beri gel, daha beri daha beri, bu yolculuk nereye dek böyle, bu hır gür, bu savaş nereye dek, sen bensin işte, ben senim işte!”

Başarılı olmak zorundayız

Hepimiz son yıllarda bir sözü çok tekrar eder olduk. “Dünya küçüldü” diyoruz. Ulaşım ve iletişim imkânları sayesinde dünya sembolik olarak küçülmüş olabilir. Fakat bu küçülme tek tek insanların dünyasını o derecede büyütmüştür ki, insanlar henüz bu büyüklükle nasıl başa çıkabileceklerini öğrenmiş değillerdir. İnsanlara şimdiye kadar öğretilen, hep düşmanlarla ve düşmanlıklarla nasıl başa çıkılacağıdır. Dostlarla ve dostluklarla nasıl başa çıkılacağının da öğretim konusu yapılması gerekiyor. Bu tür öğretim belki öncekinden daha çok çaba isteyecektir. Fakat bunda başarılı olmak zorundayız. Milli ve milletlerarası tanışma, içeride ve dışarıda yakınlaşmaya, dostça rekabet içinde gelişip yükselmeye yol açabilir. Dünya hayatı, hangimizin daha çok zarar vereceği değil, hangimizin daha iyi işler başarabileceği bir imtihan sürecidir.

Tanışma doğrulara dayanmalı

Tanışmamak dışlanmaya, taassuba ve düşmanlığa yol açabilmekte hayatı paylaşmayı zorlaştırabilmektedir. Fakat tanışma doğrulara dayanmalı ve samimi olmalıdır. Gerçeklere dayanmayan bilgilerle oluşturulan sevgi veya nefret, hayranlık veya düşmanlık, bir süre için inandırıcı olsa bile sonuçta yıkılmaya mahkûmdur ve yıkılırken başka doğruları da birlikte yıkıma götürme tehlikesini içinde taşır.

Devamını Oku

Dosdoğru olmanın ağırlığı

8 Temmuz 2014

Hz. Peygamberin “Hud Suresi beni ihtiyarlattı” hadisi meşhurdur. Hud, Mekke döneminin son iki yılında vahiy olunmuş, insanlararası ilişkilerin önemini vurgulayan kıssaların anlatıldığı bir suredir. Ayet şöyledir: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, seninle birlikte tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Aşırı gitmeyin çünkü O, yapmakta olduklarınızı bilmektedir” (11 Hud Suresi: 112. ayet). Suredeki dosdoğru olmak, ‘hak ve adalet sınırlarını aşmamak’ olarak açıklanmıştır: “Halkı, birbirlerine dürüst davrandıkları sürece, Allah bir toplumu asla yok edecek değildir” (117. ayet). Kıssaların bütünü göz önüne alındığında görülür ki, Allah hiçbir toplumu, sırf inançlarındaki sapıklıklar yüzünden bu dünyada, yok edici bir azapla cezalandırmıyor. Yok edici bir ceza toplumun başına ancak toplumun insanları birbirlerine karşı ısrarla haksızlık yaptıkları, haklarını, hayatlarını ve onurlarını tehlike-ye sokacak tarzda, insanlık dışı, ahlak dışı davrandıkları zaman geliyor.

Sorumluluk başlıyor

Müslüman hukukçular, insanın Allah’a karşı yükümlülüklerinin, O’nun bağışlayıcı, affedici olduğu ilkesine göre düşünülerek yerine getirilmediğinde, affedilmesinin umulabileceğini, diğer insanlara karşı yükümlülüklerinin ise ciddi, esnetilemez özellik taşıdığını, dolayısıyla mutlaka gözetilmesi ve yerine getirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Allah kudretlidir, O’nun korunmaya ihtiyacı yoktur, insan ise zayıftır, insanın korunmaya ihtiyacı vardır. İbadetler, insanın davranışlarını geliştirir, muhtaç olan hemcinslerini koruma görevine hazır olmasını sağlar. Yani ibadet etmekle sorumluluk bitmiyor, başlıyor.

Çok fazla etkilenmiştir

Hud Suresi, Hz. Peygamber’e vahiy olununca şakaklarındaki saçlarında hızlı bir ağarma fark edilmiş. Sahabe bunun sebebini sorduklarında, “Beni Hud Suresi ihtiyarlattı” buyurmuşlar. Bir başka rivayette “Hud ve benzeri sureler” ilavesi vardır. Mekke sureleri çoğunlukla imana, imanın gereği olarak birbirlerine karşı, hakka, hukuka dayalı davranışlara, ahiret inancına, haksız davranışların ahiretteki korkunç cezalarına vurgu yapmıştır. Hz. Peygamber’in saçlarındaki ağarma, kendisinden şüphe ettiği için olamazdı çünkü bir çok ayette tekrarlanmıştır ki, kendisi dosdoğru yol üzerindedir. Mesela bir ayette “Sen dosdoğru yol üzerindesin”(22 Hac Suresi: 67. ayet), bir başkasında “Sen en yüksek ahlaka sahipsin” (36 Yasin Suresi: 4. ayet) buyurulmuştur. O, inananların sorumluluklarında kendisinin de payı olacağın düşündüğü için çok yüksek derecede etkilenmiştir.

“Allah’a inandım de”

Sahabeden biri bir gün Hz. Peygamber’e gelmiş ve ona şöyle hitap etmiştir: “Ey Allah’ın Elçisi, bana Müslümanlığı öyle tarif et ki, onu artık bir başkasına sormak ihtiyacı duymayayım.” Hz. Peygamber ona şu kısa cevabı vermiştir: “Allah’a inandım de sonra dosdoğru ol.” Demek oluyor ki, Müslümanlar sözünde, özünde, iş ve davranışında, ticaretinde hep dosdoğru olmalıdırlar.

Devamını Oku

Merhamet terbiyesi

7 Temmuz 2014

Rahmet; bağışlamak, merhamet etmek, acımak, iyilik yapmak, sevmek yerine kullanılan çok anlamlı bir kelimedir. Terbiye ise hem insanlara iyi ve güzel davranışları kazanma yolundaki çabaları hem de bu çabaların sonunda kazandırılan durumu ifade eder. Terbiyeli insan, kendisine terbiyeli olması için harcanmış çabaları boşa çıkarmamış insandır. Terbiyemizin önemli bir parçası olan İslami değerlerde, merhamet ve iyilik, Allah’ın insanlara, kendi sıfatlarından verdiği iki güzel armağan fakat aynı zamanda yaratıkların birbirlerine karşı tavırlarında mutlaka sahip olmalarını istediği iki güzel özelliktir.

‘Esirinize güzel davranın’

İnsanların birbirlerine ve bütün diğer yaratıklara merhamet ve iyilikle davranmaları gerekir. Yaratıkların hepsi Yüce Allah’ın güvencesi altında olduğuna göre aykırı hareket O’na saygısızlık olur: “Onlar, kendileri ne kadar ihtiyaç duyarlarsa duysunlar muhtaçlara, yetimlere ve esirlere yedirirler de biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz derler” (76 İnsan suresi: 8-9. Ayetler). Esir kelimesi ‘tutuklu’ anlamına geldiği gibi mecazi olarak ‘çaresizliğin esiri’ anlamına da gelir. Hz. Peygamber buyurmuştur ki, “Sizin borçlunuz sizin esirinizdir, o halde esirinize güzel davranın.” Ayetteki yardıma muhtaç olan ve bu sebeple şu veya bu anlamda esir olan herkese karşı güzel davranma emri, aynı ölçüde hem müminleri hem mümin olmayanları kapsar hatta insanın hizmetinde olan hayvanları da içine alır denilmiştir (Taberi, Zemahşeri, Esed, Kuran Mesajı).

Başkalarına zarar veriyorlar

İyilik ve merhametle davranış, insanın kendisini başkasının yerine koyarak karar vermesiyle gerçekleşir. Hz. Peygamber buyurmuştur ki, “Hiç kimse, kendisi için arzu ettiğini başkası için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz” (Buhari, İman I: 9). İyilik ve merhamet üzerinde niçin bu kadar ağırlıkla durulmuş acaba? Şunun için ki, insanlar iyiliğe ve merhamete doğuştan müsait olmakla beraber kötülüğe ve zalimliğe de doğuştan müsait olarak yaratılmaktadırlar. Ne yazık ki, günümüzde merhamet ve iyilik kavramları oldukça değer kaybetmiştir. İnsanlar duygularını, düşüncelerini, ihtiyaçlarını anlatıp duyurabilmek için başkalarına zarar vererek dikkat çekme yolunu seçebiliyorlar. Bu başkaları kendileri veya başka insanlar olabildiği gibi insanlardan başka varlıklar da olabiliyor. Bunlar ormanlar oluyor, hayvanlar oluyor, topraklar oluyor, sular oluyor, enerji kaynakları oluyor.

Sesimizi duyurmanın yolları

Allah inancı ve Müslümanlıklarıyla övünen, her şartta namazlarını bırakmadıklarını söyleyenler arasında da rastlanıyor merhametsiz davranışlara. İyilikle ve merhametle hareket etmeyi öğretmek, böyle hareket ederek de sesimizi duyurmanın ve amacımıza ulaşmanın yolları olabileceğini kabul etmek ve bu yolların örneklerini birbirimize göstermek durumundayız. İnsanlara, yıkma ve öldürmeyle zarar verecekleri şeylerin sorumluluğuna sahip çıkmayı öğretmeliyiz diye düşünüyorum.

Devamını Oku

Meal seçmede ölçü!

6 Temmuz 2014

Beni muhtelif programlarda izleyenler, o sırada elimde bir Kuran-ı Kerim Türkçe anlamını (meal) tutuyorsam, mutlaka onun hangisi olduğunu öğrenmek isterler ki, kendileri de onu alıp okusunlar. Fakat ben her zaman aynı meal veya tefsiri kullanmıyorum, onlardan birisine de bağlı kalmıyorum. Bir çoğunu mukayeseli olarak okuyorum, bir de Arapça orijinaline bakıyorum ki, dinleyiciye aktardığım dil, doğru olmanın yanı sıra en kolay anlaşılabilir nitelikte olsun. Ben bu tür okuyuşa ‘çoklu okuma’ diyorum ve bana soranlara da imkân ölçüsünde bu okuyuşu tavsiye ediyorum. Çünkü bu, tören okuyuşu değil, öğrenip anlama ve anlatmaya hazırlık okuyuşudur.

Okuyucu kendisi karar versin

Allah sevgisi ve korkusuyla çalışan bilim insanlarımız, meal ve tefsirlerini bir kere yazıp bitirdikten sonra onları bırakmıyorlar, diğer bir baskıya kadar, yeni araştırmalarla sürekli mükemmelliğe ulaşmaya çalışıyorlar. Meal ve tefsir okuyanlar ne kadar çoğalırsa sorular, eleştiriler, katkılar o kadar çoğalacak ve bunların hepsinin, bilim insanlarının mükemmele ulaşmasında yardımları olacaktır. Okunmayan kitap elbette eskir. Ben diliyorum ki, kitaplarımız okunmamaktan değil, çok okunmaktan eskisin. Meal ve tefsirlerin hepsi okunsun ve hangisinin tekrar tekrar okunmaya, başkalarına da tavsiye edilmeye değer olduğuna okuyucu kendisi karar versin. Bunun ölçüsü nedir? Ölçüyü Kuran-ı Kerim’in kendisinden çıkarabiliriz. Kuran, kendisinin nasıl bir kitap olduğunu bize anlatmaktadır.

Kuran bir hidayet rehberidir

Kuran, sözlerin en güzeliyle vahiy olunmuş, böylece onun, bıkılmadan usanılmadan, tekrar tekrar okunan bir kitap olması istenmiştir. Rablerine inanan ve O’ndan korkanların, bu kitabın etkisiyle tüyleri ürpermeli, hem bedenleri hem ruhları Allah’ın sözleriyle ısınıp yumuşamalıdır. Çünkü bu kitap, Allah’ın dosdoğru yoluna iletecek bir hidayet rehberidir (39 Zümer Suresi: 23. Ayet). Meallerin değerlendirilmesindeki ölçüler bunlar olacaktır. Kuran’a Türkçe anlam verilirken sözlerin en güzeli seçilecek, bıkılıp usanılmadan, tekrar tekrar okunabilir bir üslup kullanılmalıdır ki, okuyanlar, ondaki öğüt ve uyarıları, örnek olayları anladıkça, etkilensinler.

İbadetleri değer kazanacak

Komşularım, ölmüşlerinin ruhlarına bağışlamak üzere, hafızlara ısmarlamış oldukları Kuran hatimlerinin bağışı için evlerinde dua törenleri düzenliyorlar. Mukabeleler, pazartesi-perşembe okumaları, kabir başı okumaları, günlük namazlar ve teravih namazları, bunların hepsi Kuran’ın daha çok okunmasının vesileleridir. Tavsiyem, hafız gelip Arapça orijinalinden okumadan bir süre önce toplanılması, o bölümlerin mealinin, aralarından okuyuşu en güzel olan birisinin okumasıyla okunup dinlenilmesidir. Hafız gelip de Arapça okumalar yaparken dinleyenler biraz önce dinlemiş oldukları Türkçe anlamları düşünecekler ve ibadetleri bir kaç kat daha değer kazanacaktır. Bizler de onun öğütleriyle daha duygulu, daha insaflı, barışsever müminler olacağız.

Devamını Oku

İslam’ın yaşanmasındaki zorluklar (devam)

5 Temmuz 2014

Doksanlı yıllardı. Yurt dışında katıldığım bir programdan sonra Türk hanımlardan bazılarının benimle görüşmek üzere beklediklerini söylediler. Programı düzenleyenlerden birinin evinde toplanmışlardı. Kapıdan girip henüz oturmuştum ki, açık olan televizyonun Türkiye kanalında ekrana, kadınların şeriata karşı yürüyüşleriyle ilgili haber ve görüntüler geldi. Hanımlardan biri çok sinirlenmişti, yüksek sesle tepkisini dile getiriyordu: “Şeriat İslam dinidir, İslam dinine karşı yürüyüşe nasıl izin verilir!” Ben, bu yürüyüşün İslam dini anlamında şeriata değil, bir devrin, kadınlar aleyhine Allah’ın emri olarak sunulmuş ve uygulanmış olan şeriat hükümlerine karşı olduğunu söyledim. Fakat hanımın sesi çok baskındı, benim sesim arada kayboluyordu.

Konunun inkârla ilgisi yoktu

Bir başka hanım, kendisinin bir süredir Kuran meali okuduğunu, şeriat denilen hukukla Kuran arasında farklar gördüğünü söyledi ve bazı örnekleri dile getirdi. Sinirlenmiş olan önceki hanım da kendi örneklerini sıralamaya başladı. “Kadınlar yönetici olamaz, erkeklere tabi olmak zorundadırlar. Kadınlar erkeklerin kaburga kemiğinden yaratılmıştır, eksik akıllıdırlar, unutkandırlar. Bu yüzden şahitlikte yarım erkek yerine sayılırlar, mirasta da yarım hisseleri vardır vs.” Ve ekliyordu: “Kuran’da yazılı olan şey nasıl inkâr edilebilir?”

İnkârla ilgisi yoktu konunun, sadece doğru diye öğretilenlerin yanlışlığı, yapılmış olan tahrifat söz konusuydu.

Mümkün olur muydu?

Köprülerin altından çok sular geçti. Baş örtüsünün yasaklandığı bir dönemin yarattığı sıkıntıların çok önemli bir sonucu, baş örtüsünün siyasete taşınmasından sonra muhafazakâr kesimin kadınlarına eğitim kapılarının ardına kadar açılmasıdır. Kadınlar eğitim görebildiler, cahillikten kurtuldular, İslam dini de şeriatın bin yıllık iftiralarından aklanmış oldu. Olmasaydı, dindar kesimden bu kadar çok sayıda kızın yüksek tahsil yapması, daha sonra kamusal alanda çalışması, idareci olması vs. acaba mümkün olur muydu?

Evlerinde tutulmuşlardı

Bir yazarın şu ibaresini not etmiştim: “Demokrasiye bir türlü aklı yatmayan katı bir laiklik anlayışının vesayetinden çok şükür ki kurtulduk. Baş örtülü öğrencinin eğitim hakkını bile gasp eden bir düzenden, nihayet, baş örtülü kadınların kamu görevlerinde bile çalışabildiği, hakkaniyetli, özgürlükçü bir noktaya geldik. Beni en çok sevindiren bu gelişme oldu.” Bu ibareyi okuyan birisi sanır ki, kadınlar laiklikten önce baş örtüleriyle okuyorlardı da laiklik yüzünden okuyamaz olmuşlardı. Bin yıllık Müslüman hayatımızda, laiklik de yokken, kadınlar baş örtüleriyle birlikte niçin fitnedir diye evlerinde tutulmuşlardı acaba? Bence, laiklik anlayışı olmasaydı, bizler onun katı anlayışını aşmak için çalışmasaydık, İslam’ın yanlış yorumlanmasıyla bin yıl dayatılan şeriattan kurtulamazdık. Allah’ın emirleri doğru anlaşılabilir hale geldikçe daha da özgürlükçü olacağız.

Devamını Oku

İslam’ın yaşanmasındaki zorluklar

4 Temmuz 2014

Ankara Üniversitesi’nin bütün fakültelere açık “Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Programı” var. Programda İlahiyat Fakültesi’nden “Dinlerde Kadın” dersi veriliyor. Bu dersin ilk öğretim üyesi bendim. Şimdi emekliyim, arkadaşlarım devam ediyor. Programdan bir öğrenci, bitirme tezini “Kadın Çalışmaları ve İlahiyat” alanından almış. Konusu, “Kadın Hakları Bağlamında İslamiyet...” Her iki alanın öğretim üyeleriyle görüşüp açık uçlu sorularına alacağı uzman görüşlerini değerlendirecekmiş. Öğretim üyelerinden birinin ben olmamı kararlaştırmışlar danışman hocasıyla birlikte. Sorulardan biri, “İslam’ın gündelik hayat pratiklerinin, günümüz Türkiyesi’nde yaşanmasındaki zorlukları nelerdir?” Ben bu soruya cevap verirken öncelikle “Hangi İslam’ın hayat pratikleri” diye düşündüm. Hz. Peygamber’in sağlığında, kadınları kamusal alandan dışlamayan İslam’ın mı, ilk halifelerin mesela Hz. Ömer’in karşısında, halife mescitte başlığa (mehir) kısıtlama getirmek üzere konuşma yaparken bir kadının Kuran’dan ayet okuyarak bunu yapmaya hakkı olmadığını söyleyip halife karşısında kadın haklarını savunabildiği İslam’ın mı? Yoksa cumhuriyetin ilk döneminde kadınlar da mecliste dinleyici olarak bulunmak istediklerinde bu konu görüşülürken, “Şeriata hürmet ediniz” diye itiraz eden İslam savunucularının İslam’ını mı?

Kimsenin umurunda olmadı

İslam’ın ilk döneminde sadece Kuran ayetleri ve Hz. Peygamber’in gerçek hadisleriyle amel edilirken giderek hukukçuların Kuran ve hadis kaynaklı fakat kendi devirlerinin anlayış ve ihtiyaçları doğrultusundaki anlayış ve yorumlarından oluşan şeriat, sorgulanamaz bir otorite olarak yönetim alanına yerleşince artık Kuran, tören okuyuşu için talim edilen bir kitap haline geliyor. Bugünün Türkiyesi’nde İslam şeriatının pratiklerinin yaşanmasındaki zorluklar işte buradan kaynaklanıyor. On birinci yüzyıldan beri Osmanlı-Türk insanının Allah emri olarak algıladığı hayat pratiklerinin kaynağı olan bir kitap var: Kâbusname.

Sultan II. Murat’ın emriyle Mercimek Ahmet tarafından dilimize çevrilen, “1001 Temel Eser” serisinde tekrar basılan Kâbusname, halen bir başyapıt, bir başucu kitabı değerinde diye tanıtılıyor internet sayfalarında. Bu kitapta kızların terbiyesi hakkındaki öğütler şöyledir: “Ey oğul, eğer kızın olursa, olmaması daha iyidir ama olursa onu namuslu bir süt nineye emanet et. Büyüdüğü zaman bir muallime ver, Kuran okumayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı öğrensin. Ama yazı öğrenmesin ki, maksudunu kime isterse anlatmasın. İyice büyüyünce hemen kocaya vermeye çalış. Kız, ya erde gerek ya yerde demişlerdir. Nitekim şeriat beyi Muhammed Mustafa buyurur ki, ‘Defnul benati minel mükrimati.’ Yani kız evladı gömmek ya er koynunda ya da yer koynunda, hürmetli işlerdendir.”

Hz. Peygamber’in ağzından, Kuran’a aykırı bir cahiliye âdeti övül-müştür ve kimsenin umurunda olmamıştır. Kitabın eski ve yeni hiçbir baskısında düzeltici dipnot yoktur.

DEVAMI YARIN

Devamını Oku

Şaşırtmacalı öğretim

3 Temmuz 2014

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in (sav) zaman zaman şaşırtmacalı öğretim yaptığını ve bu sırada dişlerinin bütünü görünecek kadar güldüğünü kaynaklardan öğreniyoruz. Şüphesiz gülmek, insanları rahatlatan, kalpleri yatıştıran bir hal ve davranıştır. İşte bir gün Allah’ın Elçisi yol kenarında oturan çok yaşlı bir kadına şaka yapmış, “biliyor musun” demiş, “koca karılar cennete girmeyecek!” Kadın öfkelenmiş ve sebebini sormuş. Bunun üzerine Hz. Peygamber, yine dişleri görünecek kadar gülmeye devam ederek “çünkü hepsi gençleşecek de öyle cennete girecek” demiş (Tirmizi, Şemail-i Şerif, 1303, s.40 ).

İyiyi, güzeli, doğruyu, onların tam tersini söyleyip göstererek tepki çekme yoluyla buldurma yöntemine “şaşırtmacalı öğretim” diyoruz. Şakalaşıp şaşırtarak öğretim yapanların piri Nasreddin Hoca ve Hacı Bektaş Veli’dir. Nasreddin Hoca ile Hacı Bektaş Veli çağdaştırlar. Biri Sivrihisarlı, diğeri Horasanlı’dır. Her ikisi de yormadan düşündürmeyi, şakayla ve biraz da kınayarak doğruyu buldurmayı başarmışlardır. Onların yolunu beğenip benimseyen halk, bu yöntemi onlar adına uygulamaya devam etmiştir. Öyle ki, her ikisi adına, her devirde yeni hikâyeler, fıkralar üretilmiş, adları hiç unutulmamıştır.

Şaşırtmacalı öğretimde aşırı gidildiği de olmuştur. İyiliklerini gizleyip kötülüklerini açığa vurarak halk tarafından kınanmayı, nefsin gururuna karşı savaşta bir yol olarak seçen mutasavvıflar, ilk defa Horasan’da ortaya çıktıkları için bu yolu izleyenlere “Horasan Erenleri” denilmiştir. Anadolu’da İslam’ın yayılmasında etkili olan Yesevi halife ve dervişleri de Horasan Erenleri diye anılmışlardır. Hacı Bektaş Veli ile Horasan Erenleri arasında çok eskilere dayanan bir ilişkinin olduğu menkıbelerde yazılmıştır.

‘Yürü ya mübarek’

Makedonya Türklerinin şimdi artık çıkmayan Türkçe gazetesi “Birlik” yazarlarından İlhami Emin yazmıştı. Hacı Bektaş Veli’nin hatırası Rumeli Türkleri arasında canlılığını korumaktadır. Öyle ki, çocuklar onun kerametlerini dinleyerek büyürler. İlhami Emin’in kendisine de çocukken Hacı Bektaş Veli’nin bir duvarın üzerine bindiği ve “yürü ya mübarek” demesiyle duvarın yürüdüğü anlatılmış. Fakat kendisi, pek çok defa duvarın üzerine bindiği ve “yürü ya mübarek” dediği halde duvarın yürümediğini görmüş ve ağlayarak babasına ve dedesine şikâyet etmiştir. Onlar kendisine demişler ki, “sabret, vakti geldiğinde duvar yürüyecektir.” Gerçekten de büyüyüp olgunlaştığında duvarın nasıl söz dinleyip yürüyebileceğini anlamış.

Zaman zaman düşünürüm, namaz kılanın önünden siyah köpeğin, eşeğin, bir de kadının geçmesiyle namazın bozulacağı yolundaki sözde hadisin de böyle bir şaka olabileceğini. Hadis çok titiz yöntemleri olan bir bilim dalı olarak kurulmuştur. Fakat titizlik daha çok hadisi nakleden kişilerin sağlamlıklarına uygulanmış, muhtevası onu kullanacakların değerlendirmesine bırakılmıştır. Çünkü o devir için önemli olan rivayetlerden hiçbirinin kaybolmamasını sağlamaktı.

Devamını Oku