Kopernik devrimi gibi

18 Temmuz 2014

Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra dirildiğine, havarilerini ve kendisine bağlı herkesi İncil’i yaymakla görevlendirdiğine inanan Hristiyanlar, bütün yerel cemaatlerin bağlı bulunduğu kilise teşkilatını kurdu. Birliğini yüzyıllar boyunca koruyabilen kilise, 1054’te Doğu-Ortodoks ve Batı-Katolik diye ikiye ayrıldı, 16. yüzyıldaki reform hareketinden sonra Batı kilisesi de bölündü, Protestanlık doğdu. “Evrensel Kilise” anlamında kullanılan Katolik terimi de Roma kilisesiyle özdeşleşti, Roma kilisesi diğer kiliseleri çok uzun süre tanımadı.

Canlandırma hareketi

Hz. İsa’nın dünyada görünür tek bir kilise, birleşmiş tek bir Hristiyan cemaati kurmak istediğine inanan bir çok Hristiyan, kiliselerin birliğini yeniden sağlamak çalışmalarından vazgeçmediler. Çeşitli kiliseleri ortadan kaldırmayı değil fakat çeşitlilik içinde birliği prensip edinen bir canlandırma hareketine giriştiler. 17. ve 18. yüzyıllardaki misyoner etkinlikleri, aydınlanma, kiliseyle devletin ayrılması, din özgürlüğüne saygı gösterilmesi vb. gelişmeler, mezhepler arasında işbirliği imkânlarını ortaya çıkardı. Katolik kilisesi, tarihinde ilk defa II. Vatikan Konsili (1962-1965) ile ayrı kiliselerin varlığını resmen tanıdı ve bu girişimi, “Kilise yaşamını bütünüyle yenileme” olarak tanımladı. Hareketin dünya üzerinde yaşayan bütün insanların birliğini ya da işbirliğini ifade edeceğini ilan etti.

Dinlerin yükümlülüğü

İnsanlarla işbirliği içinde bulunmak, ihtiyaç sahibi herkese hizmet götürerek adaleti ve barışı sağlamak dinlerin genel yükümlülüğüdür. Fakat hizmet yakından uzağa, merkezden çevreye doğru işlemelidir. Hareket, bu prensibe uygun olarak dört aşamada düşünülmüş bulunuyor: Birinci aşama, Hristiyan mezhepleri arasında iletişimi ve işbirliğini sağlamaktır. İkinci aşama, Hz. İbrahim’e inanmakta birleşen üç ilahi din arasında iletişimi ve işbirliğini sağlamaktır. Üçüncü aşama, hangi dine ait olursa olsun inananlar arasında iletişimi ve işbirliğini sağlamaktır. Dördün-cü aşama ise bir inancı olsun veya olmasın bütün insanlar arasında iletişimi ve işbirliğini sağlamaktır.

Gezegenlerin merkezi

Katolik kilisesinin kendi inancından başka evrensellik tanımazken böyle bir açılım gösterebilmesi, dünyada “Kopernik Devrimi” olarak algılanmıştı. Nasıl ki dünyanın, insanın yaşadığı mekân olarak, uzaydaki bütün gezegenlerin merkezi olduğuna inanılıyorken Kopernik devriminden sonra, dünyanın da gezegenlerden biri olduğu ortaya çıkmış ve kabul edilmişti. Bugünkü parola şudur: “Çeşitliliğin içinde birliği koruyan, yeni bir teoloji geliştirmeliyiz.” Temel soru, dinlerin dünyaya hükmetmek için mi, yoksa hizmet etmek ve insanların hür iradelerine saygı göstererek iman etmelerini sağlamak için mi geldiğidir. Sorunun cevabı, dünya müminlerinin günümüz dünyasındaki davranışı için de, diğer inananlarla ve hiç inanmayanlarla birlikte çalışması için de ölçü olacaktır. Allah kabul etsin.

Devamını Oku

Vahşet geni de mi var?

17 Temmuz 2014

1999 Nobel ödüllü Gunter Globel, son yapılan araştırmalarda canlılarda “vahşet geni” ve beyinde buna bağlı olarak çalışan bir saldırganlık merkezi bulunduğunu açıklıyor. Bu merkeze ışın verildiğinde canlı saldırganlaşıyor. İnsanlara da bir şekilde radikal milliyetçilik, din, ırk, cinsiyet, partizanlık vb. ideolojik ışınlar veri-lince saldırganlaşabiliyor. Barış uzak hedefiyle dinler, mezhepler ve tarikatlar bu genin faaliyetini önleyemiyor ancak yönünü değiştirebiliyor.

Martin Luther’in başarısı

15 ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkileyen reform, Katolik kilisesinin aşırı zenginleşmesine, siyasetle ve dünya etkinlikleriyle fazla ilgilenmeye başlamasına karşı başlamış. Reform hareketinin önderi, Cermen kökenli teolog ve filozof Martin Luther’in kaderi, kendinden önce ortaya çıkan ve sapkın ilan edilip yakılan reformcular gibi olmamış. O, büyük bir başarı yakalamış ve Avrupa tarihinin akışını değiştirmiş, yeni bir mezhebin Protestanlığın doğmasına yol açmış. Protestanlarla Katolikler arasında din savaşları başlamış. Katolikler Protestanları acımasızca katletmişler. Reform savaşlarından önce mesela 21 milyon nüfusu olan bir Almanya, savaşlardan sonra 13 milyona kadar düşebilmiş.

Tarihin karanlık bir sayfası

1572 Saint Barthelmy Katliamı, Fransız tarihinin en karanlık sayfalarından biri sayılıyor. Kutsal günlerden biri olan Sait Barthelmy günü yapıldığı için o günün adıyla anılıyor. Katliamda üç hafta içinde 7000’den fazla Protestan öldürülmüş. Katolik milisler, beyaz haçlı giysileri giyinmiş, ellerinde bıçak ve kılıçlarla sabaha karşı Protestanları evlerinden çıkartıp boğazlarını keserek Paris’i ayağa kaldırmışlar. Saray, katliamı önleyememiş. 1598 Nantes Fermanı ile Protestanlara hakları verilmiş ama yüz yıl sonra ferman kaldırılmış ve saldırılar yeniden başlamış.

Protestanların büyük zaferi

Krallıklarla prensler arasında yaşanan, Avrupa ülkelerinin çoğunluğunun katıldığı Otuz Yıl Savaşları

(1618-1648), kanlı mücadeleler sonunda 1648 yılında Protestanların zaferiyle bitmiş, Vestfalya Antlaşması ile Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu bir çok küçük devlete bölünmüş, imparatorluk makamının yetkileri kısıtlanmış. Savaşlarda ve savaşla beraber gelen kıtlık ve salgın hastalıklarda yüz binlerce insan ölmüş, savaşan devletlerin paralı askerlerinin yaptıkları yağmaların yol açtığı yıkım büyük olmuş. Avrupa’nın gelişmiş bölgeleri, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar sürecek bir gerileme dönemine girmiş. 30 Yıl Savaşları, Avrupa için son büyük din savaşı olmuş, artık devletlerin çıkarları dinsel bağlılıkların önüne geçmiş, din adamları ve kilise itibarını kaybetmiş.

Devamını Oku

Yeniden düşünmek

17 Temmuz 2014

Batılı yazarlardan bir çoğu Kuran’ı anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: “Kuran, Müslümanların başarılarından biri değildir fakat başarılarının nedenidir. ‘Bilimi öğrenmek her kadın ve erkeğin görevidir’, ‘Bilim Çin’de de olsa araştırınız’, ‘Bir saat tefekkür ve Allah’ın mahlûkatını inceleme, bir yıl ibadetten daha hayırlıdır’ gibi düsturlar, İslam uygarlığının hür düşünce ve araştırma temeli üzerine kurulmasını sağlamıştır.”

İnsanlığın hizmetine sunuldu

Orta çağda kutsal kitabın dışındaki bilimler değersiz sayılıp, kütüphaneler tahrip edilip, bilim kitapları yakılırken Doğu Roma’da bilginler ve kitapları gizlenerek korunabilmişti. Abbasi Halifesi Memun, Bizans’tan bilim adamlarını ve kitaplarını Bağdat’a getirtince onlar yeniden insanlığın hizmetine sunulmuş, medreselerin kurulmasıyla yeni nesillere ulaştırılmıştı. Medreselerden her biri dört fıkıh mezhebinden biri üzerinde ihtisaslaşırken dört mezhebe göre eğitim yapanı da bulunmuş, Beytül-Hikme gibi tercüme kurumları çok milletli olarak çalışabilmişti. Bağdat; Hint ve İran menşeli kitapların tercüme edildiği, Orta Doğu ile Güney Avrupa’yı ve Yakın Doğu’yu bütünleştiren bir merkez olmuştu. Süryaniler, Hintliler, Harranlılar ve Nebatlılar Bağdat’a gelerek tercüme faaliyetine katılmış, İran, Yunan ve Hint asıllı bilginler yan yana çalışabilmişti. Kuran dili, edebi olmasının yanı sıra felsefe ve bilim dili haline de gelmiş, büyük bilgin, filozof ve edipler yetişmişti.

İstikrar tekrar sağlamak için

Ayrılıkçılık, istila ve parçalanmalar İslam dünyasını ekonomik, sosyal ve dini bir anarşinin içine atana kadar durumun parlaklığı devam etti. Yeniden birliği ve istikrarı sağlamak üzere, İslam bilimlerinden biri olan fıkha görev verilince fıkıhçılar Kuran’ın, baş-ka bir ışığa gerek olmaksızın her türlü sorunu çözmede yeterli olduğunu iddia ve ispat etmeye çalıştılar. Fıkıh âlimleri bütün İslam öğretilerini topladılar, sınıflandırdılar, fıkhı İslam mirasının en zengin bölümü yaptılar. Bu zenginlik öyle altından kalkılamaz bir ağırlık oluşturdu ki, artık müstakil bilim adamlarının elleri kolları bağlandı, Kuran metni dahi kenarda kaldı, bir tür tören kitabı oldu.

Yine müminler bölünmüş

19. yüzyılın ortalarında tabiat bilimleri yeniden canlanmaya başlayınca Müslümanlar için tek yolunun İslam’ın ilk kaynaklarına dönmek olduğu söylenmeye başlandı, soru şuydu: “Bizden öncekilerin önerdiği çözümlerden başka çözüm tanımamayı mı, yoksa onların yaptığı gibi yeniden düşünmeyi mi seçeceğiz?” Evet, yeniden düşünmek, çözüm burada. Şu ayeti hep aklımızda ve kalbimizde tutarak yeniden düşünmemiz gerekiyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılıp bölünmeyin, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın, birbirinize düşmandınız, O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz, bir ateş uçurumunun kenarındaydınız, O sizi oradan korumuştu...” (3 Al-i İmran: 103. ayet). İşte yine müminler bölünmüş, uçurumun kenarında, Allah’ın ipi nerede?

Devamını Oku

Din tek yollar çok

15 Temmuz 2014

Hz. Peygamber hayattayken sahabeler arasında herhangi bir ihtilaf yoktu. Anlaşılmayan bir mesele çıkarsa Hz. Peygamber’e sorarlar, o da açıklardı. Sahabe ve tabiin devirlerinde de bir mesele çıkarsa hemen aralarından en güvenilir olanlara müracaat olunur, hükmü alınır, ihtilafın çıkmasına fırsat verilmezdi. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden itibaren ortaya çıkan ihtilaflar siyasi mahiyette olup bunlardan dini kisveye bürünenler mezheplere dönüşebilmiştir. Çıkan iç savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer alan sahabe ve tabiine Şia=Taraftarlar denilmişti. Hz. Ali’nin yanında olduğu halde savaşı hakem yoluyla bitirmek kabul edilince itiraz edip ayrılanlara Hariciler, Hz. Osman’a sevgi besleyip Muaviye tarafını tutanlara da Nasıba denildi. Emeviler devletinin yıkılmasından sonra Nasıba ismi tamamen silinip gitmiştir. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra bazı mezhepler kalıcı olmuşlardır.

‘O zaman aklımı kullanırım’

İslam birliğini parçalayıcı nitelikteki inanç ayrılıklarının haram olduğuna delalet eden ayetler çoktur: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılıp parçalanmayın, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilaf ederek dağılıp parçalananlar gibi olmayın” (3 Ali İmran: 103,105. ayetler). “Allah onların gönüllerini iman ve sevgiyle birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi harcamış olsaydın yine onların gönüllerini bu derece kaynaştıramazdın” (8 Enfal: 63. ayet). Amelî hükümdeki ihtilaflar böylece zaman ve mekânlara göre ümmete geniş imkânlar sağlanmış olacağı için rahmet sayılmıştır. Hz. Peygamber, Muaz İbn Cebel isimli sahabeyi Yemen’e vali olarak gönderirken onu sorguya çekmiş, “Neyle hükmedeceksin?” demişti. O, “Allah’ın kitabıyla” deyince, “Onda bulamazsan” diye sorguya devam etmiş, “Resulullah’ın sünnetiyle hükmederim” demişti. “Bunların her ikisinde de bulamazsan ne yaparsın?” diye sorunca ise “O zaman reyimle içtihat ederim, aklımı kullanırım” diye cevap vermişti. Hz. Peygamber bu cevaptan memnun kalarak, “Resulünün elçisini, Resulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” demişti. Fakih sahabeler Muaz b. Cebel’in yolunu takip ettiler.

‘Bunları akıl sahipleri anlar’

Mezhep sahibi olan bu büyük âlim ve imamlar hiç bir zaman, “Biz bir mezhep kuruyoruz, bize uyunuz” diye halkı görüşlerine uymaya çağırmazlardı. Hükümdar, emir gibi kimselerin davet ve emriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemişlerdi. Peygamberimiz, müçtehidin içtihadında isabet ederse iki sevap, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı içtihadında hata ederse bir sevap alacağını söylemiştir. Bu sebepledir ki, içtihat ve içtihada bağlı çalışmalarla bu yolda öğrenci yetiştirmek bir sevap işi olmuştur. Mezhep, ayrılıkçılığa sebep olmadığı sürece dine aykırı bir faaliyet olarak algılanmamıştır, algılanmamalıdır. Ayetlerin sonunda geçen “Bunları ancak akıl sahipleri anlar” bildirilerine, akıl sahipleri arasında bir yardımlaşma olarak bakılabilir kanaatindeyim.

Devamını Oku

Hz. Fatıma’nın kızı Hz. Zeynep

14 Temmuz 2014

Hz. Zeynep, Hicret’in altıncı yılında Allah Elçisi’nin Kureyş müşrikleriyle Hudeybiye barışını imzaladığı yıl doğmuş torunu, Hz. Fatıma’nın büyük kızı. Sonra bir kız kardeşi daha olmuş: Ümmü Gülsüm. Dede Hz. Peygamber vefat edip de Hz. Ayşe’nin odasına defnedildiğinde Zeynep henüz beş yaşında. Altı ay içinde Hz. Fatıma da Hakkın rahmetine kavuşunca küçük Zeynep ikinci büyük kaybı yaşamış. Zeynep’in kardeşleri arasında ayrıcalığı var. Gerçi Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin onun ağabeyleridir ama annesi Hz. Fatıma ölüm döşeğindeyken kendisine vasiyet etmiştir. Bu vasiyete göre Zeynep, kardeşleriyle devamlı beraber bulunacak, onları görüp gözetecek, annelerinin vefatından sonra onlara annelik yapacaktır. Zeynep bu vasiyeti hiç unutmamış, kardeşleri Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm’e annelik yapmıştır.

6 çocukları dünyaya gelmiş

Hz. Zeynep 10 yaşına geldiğinde, babasının uygun görmesiyle amcası Cafer’in oğlu Abdullah ile evlendirilmiş. Abdullah, babası Habeşistan’da göçmenken doğmuş ilk Müslüman çocuğu. Zeynep ile Cafer’in dört erkek, iki kız çocukları dünyaya gelmiş. Zeynep öyle mütevazı bir hayat yaşıyor ki, onun yüzünü ancak örtüsünün açıldığı Kerbela gününde görmüşler. O tarihte 55 yaşında olduğu halde güzelliğinden etkilenenler, anlatacak kelimeleri bulmakta zorlanmış görünüyorlar. Ayrıca ondaki belagat, etkili konuşma gücü Kerbela’da, Kufe Valisi’nin meclisinde ve Yezid bin Muaviye’nin meclisinde bulunanlarca hayret ve takdirle karşılanıyor, tespit edilip daha sonraki nesillere ulaştırılıyor. O, daha önce Hz. Osman’ın kanı arandığında da -o sırada otuz yaşlarındaymış- etkili hitabelerde bulunmuş.

‘Müminlerin emiri öldürüldü’

Fakat işler dönüp dolaşıp Hz. Ali karşıtı bir savaşa dönüşünce Hz. Zeynep ıstırap ve endişe içinde kalmış, sevgili babası, müminlerin emiri Hz. Ali’nin de öldürülüşüne şahit olmuştur. 40. Hicret yılı Ramazan ayının bir cuma gecesidir. Hz. Ali bu gecenin sabahında cemaate sabah namazı kıldırmak için Kufe Camisi’ne gitmiştir. Zeynep evdedir. Cami tarafından gelen cemaatin uğultusunu duyar. Aynı zamanda ezan okunmaktadır. Avluya çıkınca etrafı dolduran korkunç çığlıkları işitir: “Müminlerin emiri öldürüldü!” Hz. Ali, Hakkın rahmetine kavuşmuş, evlatları, Muaviye’nin ve adamlarının karşısında korunmasız kalmışlardır.

Hz. Hasan’a halife olarak biat edilmiş ise de Iraklıların desteğinden ümidini kesince Muaviye ile bir antlaşma yapar ve saltanattan feragat eder. Antlaşmaya göre Muaviye’nin ölümünden sonra yerine kimsenin tayin edilmemesi ve yeni halifenin Müslümanların katılımıyla seçilmesi hükme bağlanır. Ancak yapılan anlaşmayı Muaviye dikkate almaz, Hz. Hasan’ı zehirletir, oğlunu veliaht yapar. İktidar artık Resulullah ailesinden çıkmış, Ümeyye ailesinin eline geçmiştir. Hz. Hüseyin’in çabaları, ailenin felaketiyle sonuçlanır. İslam dünyası bölünür. Ümmet ağırlığına bağlılık, Arap milliyetçiliği karşısında zayıf düşer.

Devamını Oku

Merhamet etmeyene merhamet edilmez

13 Temmuz 2014

Peygamberimizin; kızı Hz. Fatıma ile damadı Hz. Ali’den üç oğlan iki kız torunu oluyor. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhassin. Muhassin doğar doğmaz ölüyor. Daha sonra iki kızları Ümmü Gülsüm ve Zeynep dünyaya geliyor. Hasan ve Hüseyin isimleri yeni isimler, daha önce Arabistan’da bilinmiyor, ilk defa Peygamberimizin torunlarında işitiliyor. Her ikisi ve Zeynep ismi çok sevilmiş. Hz. Peygamberin torunlarına sevgisi, sevgilerini göstermek adeti olmayan, hatta bunu küçümseyen Arap kabilelerinde şaşkınlık yaratmış. Bir gün Peygamber, Hz. Hasan’ı öperken yanında bulunan kabile reisi Akra ibn Habis diyor ki: “Benim 10 çocuğum vardır, hiçbirini öpmemişimdir.” Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle cevap veriyor: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”

‘Beni seven onları sever’

Allah Elçisi, bir omzunda Hasan, bir omzunda Hüseyin olduğu halde gezmeye çıkar, karşılaştıklarına, “Beni seven onları sever, onları seven beni sever” der. Çocuklar Allah Elçisi’nin kendilerini sevdiğini bilirler. Bir seferden dönerken onu karşılamaya koşarlar, o da onlardan kimini bineğinin önüne, kimini arkasına bindirir, böylece Medine’ye girerler. Bazen Hz. Peygamber namaz kılarken sırtına bindiklerinde, yavaşça sırtından indirir.

İnsanlık için ibret oldu

Ne yazık ki, hükmetme sevdasıyla Peygamberimizin torunlarına reva görülenler insanlık için ibret olmuştur. Merhamet dini İslam, şiddet dinine dönüşmüştür. Hz. Hasan, babasının acısı tazeyken, sadece altı aylık halife olarak Muaviye ile hilafet savaşında, siyaset oyunlarına yenik düşmüş, Irak’lılara küskün olarak hilafeti Muaviye’ye bırakan bir antlaşma yapıp Medine’ye dönmüştür. Hz. Hasan, müminler arasında nifak çıkıp kan dökülmemesi için Muaviye’ye biat etmişken Muaviye onu yine de zehirletebilmiştir.

Kerbela’da şehit edildiler

Hz. Hasan’dan sonra Muaviye ile yapılan antlaşmaya göre halifelik tekrar Ali oğullarına geçecekken, oğul Yezid’e halifelik verilip de biat için insanlar zorlanınca Kufeliler yine Hz. Hüseyin’i biat etmek üzere Kufe’ye davet etmişler. Hz. Hüseyin Kufelilerin davetine güvenip Muaviye’nin oğlu Yezid’e biat etmemiş, ailesi (19 kişi) ve taraftarlarıyla (72 kişi) yola çıkmış fakat Yezid karşılık olarak, Irak’da gereken bütün tedbirleri alıp halkın tarafını değiştirmeyi başarmıştır. Kufelilerin taraf değiştirerek ihanetleri sebebiyle Hz. Hüseyin, ailesi ve taraftarları Kerbela’da, Yezid ordusunun çevirmesiyle susuz bırakılarak -henüz çocuk yaşta ve hasta olan Zeynelabidin Ali dışındaki- bütün erkekler topyekûn şehit edilmişlerdir. Savaşarak şehit edilmenin dışında, Hz. Hüseyin’in başının kesilerek Yezid’e gönderilmesi, Kufelilerin güvenilmezliğini perçinlemiştir. Daha önce Hz. Hüseyin bu konuda uyarılmıştır fakat o bir kere yola çıkmıştı, dönemezdi. Kufelilerin pişmanlığı daha sonra Ehli Beyt’e aşırı bağlılığa dönüşmüşse de olan olmuştur, bütün Müslümanlar üzerinde telafisi mümkün olmayan bir acı ve utanç bırakmıştır.

Devamını Oku

Peygamberimizin çocuk sevgisi

12 Temmuz 2014

Peygamberimizin Hz. Hatice ile evlenmesinin ilk yılında bir erkek çocuğu doğmuştu. Adını Kasım koymuşlardı. İki yıl yaşayan Kasım, bir gece aniden ateşlenmiş, sabahleyin ölüvermişti. Bu olaydan sonra onların, azatlı kölesi Zeyd ile amca Ebu Talib’in oğlu Hz. Ali’yi evlat edinmiş olduklarını öğreniyoruz. İki oğulları daha olmuşsa da onlar da yaşamamışlar, sadece kızları yaşamıştır. Peygamberimizin kızları sırasıyla Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. İlk üçü Mekke’de evlenmişlerdir. Zeynep, teyzesi Hale’nin oğlu Ebu’l-As b. Rebi, Rukiye ve Ümmü Gülsüm, Peygamberimizin amcası Ebu Leheb’in oğullarıyla evlendirilmişlerdir. Müslümanlıkla birlikte amca Ebu Leheb Müslüman olmadığı gibi sürekli Müslümanlara eziyet çektirmişti. Oğullarına baskı yaparak Rukiye ile Ümmü Gülsüm’ü de boşatmıştı. Hz. Osman, Rukiye’ye talip olunca Peygamberimiz çok memnun olmuş, onları evlendirmişti. Rukiye iki kere hicret etmiş kadınlardandı. Eşi Osman’la birlikte önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret etmiştir. Abdullah isimli bir oğulları olmuş fakat bebekken ölmüştür. Rukiye kendisi de hicretin ikinci yılında, henüz pek genç yaşta olduğu halde ölmüştür. Peygamberimiz bunun üzerine diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Osman’la evlendirmiş, bu sebeple Hz. Osman “zünnureyn=iki nur sahibi” olarak sıfatlandırılmıştır. Ne yazık ki, Peygamberimizin bu kızı da ömürlü olmamıştır.

Torununu omuzunda taşırdı

Medine’ye hicret sırasında Zeynep’in kocası Ebu’l-As b. Rebi henüz Müslüman olmadığı için Zeynep, kızları Ümame ile Mekke’de kalmıştır. Ebu’l-As b. Rebi, Bedir savaşında esir düşünce kurtulmalık olarak karısı Zeynep’i, kızı Ümame ile birlikte Medine’ye göndermeyi kabul etmiştir. Zeynep, Ümame ile birlikte Medine’ye gelirken müşriklerin saldırılarına uğramış, karnındaki çocuğu kaybettiği gibi kendisinde kalıcı rahatsızlıklar oluşmuştur. Bir süre sonra Ebu’l-As b. Rebi, Müslüman olarak Medine’ye gelmiş fakat Zeynep, sağlığına kavuşamamış ve ölmüştür. Ebu’l-As b. Rebi de uzun ömürlü olmamış, Ümame babasız ve annesiz kalmıştır. Peygamberimizin Ümame torununa sevgisi, cemaate namaz kıldırırken bile onu omuzunda taşımasıyla meşhurdur.

‘Fatıma benden bir parçadır’

Hz. Fatıma küçük yaşta annesini kaybettikten sonra “babasının annesi” denilecek kadar babasına düşkün oldu. Babası da “kızım Fatıma benden bir parçadır, onu seven beni sevmiştir” dedirtecek kadar kızına düşkündü. Medine’ye hicretten sonra, Hz. Ali ile evlendirilmiştir. Peygamberimiz, damatlarıyla kızlarının üzerine evlenmeyecekleri konusunda antlaşma yapmıştır. Hz. Ali, Fatıma’nın sağlığında başka bir evlilik yapmamıştır. Hz. Fatıma, Peygamberimizin arkasına kalan tek evladı olmuş, yine de babasından sonra sadece altı ay yaşayabilmiştir. Peygamberimizin soyu kızı Fatıma’dan torunlarıyla devam etmiştir. Fatıma’nın genç yaşta vefatından sonra Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın ölürken ettiği vasiyet üzerine Ümame ile evlenmiştir.

Devamını Oku

Çocuk sevgisi Allah sevgisindendir

11 Temmuz 2014

Genelde hepimiz çocukların ne kadar mutlu olduğunu düşünür, çocuk olmaya özlem duyarız. Oysa bir de çocuklara sorsak, onlar aynı şeyi söyleyecekler midir? Çocukların ömrü gülücükler ve sevinçlerle olduğu kadar ağlamalar ve üzülmelerle de geçmekte değil midir? Çocuk olmak, büyüklerin özlemlerinde olduğu kadar kolay değildir. Büyükler çocukların her şeyi anlamadığını sanırlar. Oysa çocuklar, büyüklerin tahmin edemeyeceği kadar çok şeyi anlarlar. Bizim de büyükler olarak, çocukluğumuzdan kalma, unutamadığımız ne üzüntülerimiz vardır da büyükler o zaman onların farkına bile varmamışlardır.

Bir grup üniversite öğrencisinden, çocukluk çağlarıyla ilgili hatıralarını yazmalarını istemiştim. Okul öncesi çağdan hatırlananlar pek azdır ancak hatırlananların etkisi derindir. Öğ-rencilerden bir bölümü daha sonra gelerek kendilerinden hatıraları yazmamı istememin ve bunları okuyacak olmamın ne kadar önemli olduğunu anlatmışlardı. Daha önce bunları hiç kimseye anlatmamış, içlerinde saklamışlardı. Çocukluğumuzdan hatırladığımız olaylar arasında birinci derecede korku vermiş olanlar, ikinci derecede üzüntü vermiş olanlar geliyor. Gençlerden birinin kendisine üzüntü vermiş hatırası şöyleydi:

‘İçimde artan baba özlemi’

“Benim unutamadığım hatıram, babamın Almanya’da olması, orada 4-5 yıl kaldıktan sonra arada sırada yıllık izninin bir haftasını köyde geçirmesidir. Hatta bu bir haftanın da bir kısmını sağda solda geçirmekle adeta babamı hiç göremez olmam ve içimde günden güne artan baba özlemidir. Üç kardeştik ve ben en küçükleriydim. Babamızın gurbette olması ve orada hayatla haşır-neşir olması, bize yeterince ba-kamamasına sebep oluyordu. Elbette onun da gurbet ellerde ne sorunları olduğunu bilemezdik. Bildiğimiz şuydu ki, zaman zaman dedikodular çıkarılıyor, babamızın artık bize hiç bakmayacağı söyleniyordu. Babamın arada sırada gönderdiği havaleler dedemin elinde kalıyor, bizler yoksulluk çekiyor, eziliyorduk. Ben bütün ilkokul süresini bir tek önlük ve bir tek çantayla geçirmişimdir, çantam da bezdendi. Babam hakkında çıkarılan dedikodu-lar annemi üzüyor, dedemin adaletsiz davranışları bizi ondan uzaklaştırıyordu. Hâlâ kendisiyle rahat konuşamam, olayı etkisi geçmiş değildir.”

Üzüntüleri dinlemek insana üzüntü veriyor. Oysa bizler, Müslümanlar olarak Kuran-ı Kerim’de, bize emanet edilmiş çocuklar ve kadınlarla ilgili ne kadar çok uyarıcı ayet olduğunu bilmekteyizdir. Her yıl Ramazan ayında Kuran-ı Kerim’i yeniden okur hatmederiz. Fakat bilmek başka, bilgileri içselleştirip duygu seviyesinde hayata geçirmek başkadır. İman ve ibadet davranışlara geçmezse ayetler etkili hale gelebilir mi? Üzüntülerimizi sevince çevirmek o kadar da zor olmasa gerektir. Gençlere, üzüntülerini yazdırmam ve onları okuyacak olmam bile onlara sevinç verebilmiştir. Bu Ramazan küçük ilgileri birbirimizden esirgemeyelim diye düşünüyorum.

Devamını Oku