Yaratılışın bir amacı var

2 Temmuz 2014

Önceki yazımda, Kuran’a ve diğer kutsal kitaplara göre insanın yaratılış amacının yeryüzünde çalışmak ve Allaha hizmet etmek (ibadet) olduğunu yazmıştım. “Hepimiz yeryüzünde Allah’ın misafir işçileriyiz” demiştim. Peki, bu işçilikten amaç ve beklenti nedir? Beklenti, Kuran-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde “işini en güzel şekilde yapar hale gelmek” olarak bildirilmektedir: “O, hem ölümü hem hayatı yaratmıştır ki, sizi sınamaya tabi tutsun ve davranış yönünden hanginizin en güzel amelde bulunacağını göstersin” (67 Mülk Suresi: 2 ). “Allah dileseydi hepinizi bir tek topluluk yapardı. Fakat O, indirdikleriyle sizi sınamayı (sosyal ve manevi olarak gelişmenizi sağlamayı) diledi. Hayırlı işlerde yarışın, hepinizin dönüşü Allah’adır” (5 Maide Suresi: 48). Parantez içindeki açıklama (sosyal ve manevi olarak gelişmenizi sağlama) benim muhtelif tefsirler arasındaki tercihimdir.

Hijyen kuralları değişti

Hatiboğlu’nun deyişiyle (İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine 1, s.158 ) “Fakat Kuran-ı Kerim’de ‘en güzel amel’ konusunda hiçbir kısıtlayıcı beyana yer verilmiş değildir. ‘Hayırlı işler şunlardır, şerli işler şunlardır’ şeklinde bir liste verilmiş değildir. Dolayısıyla misalleri Kuran-ı Kerim’de verilmiş olanların dışında kalan her türlü müspet işin yerine getirilmesini, her türlü çirkinlikten uzak bulunulmasını, vahiy devrinde hiç bilinmeyen şekilleriyle bugün yerine getirenler Kuran’ın tatbikçileri sayılırsa hata mı edilmiş olur? Kuran-ı Kerim’de mesela, iman edenlere verilen emirlerden birisi, Allah’ın verdiği rızıkların temiz olanlarından yenmesidir. Şimdi temiz yiyeceği Hz. Peygamber’in zamanının yiyeceklerine hasretmenin mantığı olabilir mi? Risalet devrinde hiç bilinmeyen helal rızıklardan faydalanan günümüz insanı Kuran’ın emrini uyguluyor değil midir?” Hele ki zamanımızda ‘temiz’ kavramı o kadar farklılaşmıştır ki, o devirde temiz sayılan bir çok şey zamanımızda katiyen temiz sayılmaz, hijyen kuralları değişmiştir.

Seviyeli toplum olmak

Allah’a ibadeti, törenli ibadetleri yerine getirmekte ve camiye devamda görme gibi bir zihniyet yeterli olamaz. Önemli olan temiz ve yararlı olanla olmayanı, güzelle çirkini, doğruyla yanlışı ayırıp uygulayacak bir Müslüman toplumun meydana getirilmesidir. Bundaki başarı nispeti, ferdin ve toplumun Müslümanlık seviyesinin göstergesi olacaktır. Günümüzde seviyeli bir toplumun inşasında büyük katkı sağlayabilen kurumların başında mesela basın yayın organları gelmektedir. Kuran ve sünnet bu meslekleri ismen zikretmemiş olsa da onların temizi, iyiyi, güzeli, doğruyu vb. yayma vazifesinin yerine getirilmesinde büyük katkı ve sorumlulukları vardır. Bu vazifelerin yerine getirilmesinin, seviyesiz, pasif bir Müslüman toplumun dirilip bilinçlenmesinde büyük katkısı olabilir.

Beş vakit namaz kılan Müslümanlar, namazlarını “Rabbena atina fid-dünya haseneten ve fil-ahireti haseneten: Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver, ahirette de güzellik ver” duasıyla bitirirler. Güzellikler sayıya gelir mi? Allah güzel sıfatı vardır. Allah güzeldir, güzelliği sever. Dualarımızın kabulünü diliyorum.

Devamını Oku

Din tekil şeriat çoğul

1 Temmuz 2014

Din nedir, hatırlayalım. Din, Allah’ın biricikliğini, peygamberlerini, kitaplarını ve hayatın bütününün Allah’a hizmet olduğunu kabul etmemizdir. Buna Kelime-i Şehadet diyoruz. İslam’a girmenin yolu, bu iman cümlesinin dille söylenip kalple tasdik edilmesinden ibarettir. Bu genel tarif bize gösteriyor ki, bizler iman cümlesini dilimizle söyleyip kalbimizle tasdik etmezden önce de bu din üzere yaşayıp ölmekteyiz: “Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde olan her şey isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğer çünkü her şey sonunda O’na dönecektir.” Sen de ki: “Biz, Allah’tan bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onun neslinden gelenlere indirilene, Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve bütün peygamberlere bahşedilene inanırız, onlar arasında hiçbir ayrım yapmayız. Kendimizi O’na teslim ederiz. Kim Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır” (3 Al-i İmran 83-85).

Hepimiz misafir işçiyiz

Geçen yıllarda insan yapısında bir “gen” keşfedildi. Bilim adamları iman geninden söz ettiler. İslam açısından bu kolay kabul edilir bir husustu. Çünkü Kuran’da bir ayet sanki bize bu hakikati ifşa ediyordu: “Rabbin, insanların soylarından gelecekleri şahit tutarak, Ben sizin Rabbiniz değil miyim, demişti, onlar da, evet buna şahitlik ederiz, demişlerdi. Bunu, kıyamet gününde, bizim bundan haberimiz yoktu, dememeniz için yaptık” (7 Araf: 172).

Almanya’ya önce işçi statüsüyle giden vatandaşlarımız başlangıçta misafir olarak kabul edilmişlerdi. Kendileri de yeteri kadar çalıştıktan sonra geri döneceklerini düşünüyorlardı. Alman dilinde onların adı “misafir işçiler”di. Muhtelif zamanlarda davet edildiğim toplantılarda ben de misafir konuşmacı olarak bulunmuştum. Sıkça tekrarladığım bir ifade vardı ki, kutsal kitaplardaki müşterek bir ayetten alınmaydı. Diyordum ki, inançlarımıza göre Allah bizi yeryüzünde çalışmamız ve kendisine hizmet etmemiz için yarattı. Yani bizler hepimiz Allah’ın yeryüzündeki misafir işçileriyiz. Bu ifadem çok etkileyici bulunmuştu ve “Avrupa’ya Bir Ruh Vermek” isimli kitaplarında yayınlanmak üzere istenmişti.

Her ümmete bir yol

Dinlerdeki bu tekilliğe rağmen ayetlerde şu husus da vurgulanmaktadır: “Her ümmete bir şeriat ve bir yol belirledik” (5 Maide: 48). Bu ayette Hz. Peygamber’e bildirilmiş ki, ona ve ümmetine, diğer peygamberlerin ve önceki milletlerin şeriatlarından farklı bir şeriat verilmiştir. Şeriat yol demektir, Allah’ın birliğini tanıyıp O’na itaat ve hizmet ederken takip ettiğimiz yol. Yaratılmışların bütünü Allah’ın birliğine itaat (usul, temel) dinindendir. İtaat ederken izlenecek yolda (füru, ayrıntı) ise farklılıklar vardır.

Misafir konuşmacıyken muhtelif cemaatlerden meslektaşların bu ayetten haberdar olduklarını fark etmiştim. “Beyza Hanım, hepimizin ayrıntılarımıza sahip çıkmamız gerekiyor, öyle değil mi?” dediklerini hatırlıyorum. Beraberliklerimize de farklılıklarımıza da sahip çıkmamız gerekiyor.

Devamını Oku

Zamanın değişmesi ile hükümler değişir mi?

30 Haziran 2014

Allah kelamı olan Kuran ve Hz. Peygamber’in sözlerinden ve davranışlarından oluşan sünnet, İslam hukukunda yasamanın iki kaynağıdır. Bu iki kaynak, hukuktaki bütün meselelerin hükümlerini ayrı ayrı tespit etmemiş, bazı konularda sadece genel esasları vaz ederek ayrıntılarını değişen şartlara göre hukukçulara ve zamanın yasama organına terk etmiştir. Ancak hukukun kaynağının Allah iradesi olduğu unutulmayacaktır.

İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devlet işlerinin yürütülebilmesi için bir meclis “şura” gereklidir. Kitap ve sünnette açık hüküm bulunmayan konularda mecliste müzakere edilir, ortak içtihat veya örfe uygun çoğunluk kararı esas alınır. Türk hukuk tarihinde Türklerin kendilerine mahsus devlet anlayışının tesiriyle devlet başkanının görüşüne ağırlık verileceği esası benimsenmiş ve uygulanmıştır. Biz ilk devir uygulamalarında da benzer ağırlığı görmekteyiz. Mesela Hz. Ömer zamanında İslam orduları yeni yeni ülkeler fethettikçe bazı sahabe, ehli kitap kadınlarla evleniyorlardı. Hz. Ömer, bu evlenmeleri hoş karşılamıyordu. Bir sahabe, Yahudi bir kadınla evlenince Hz. Ömer kendisine, “onu salıver” diye yazı göndermiş. “Niçin, haram mıdır?” diye sormuş sahabe. Hz. Ömer, “hayır fakat ahlaki farklılıklarımız vardır” deyince sahabe, “ben, Allah’ın bana verdiği izne uyuyorum, siz aksini emretmedikçe” demiştir. Kuran, ehli kitapla evliliğe izin vermiş bulunuyor.

Hz. Ömer’in bir başka ağırlık koyduğu konu müellefe-i kulub ile ilgilidir. Kuran’da zekât verilecek kimseler arasında müellefe-i kulub yani kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler de sayılmıştır. Hz. Ömer, bu uygulamaya son vermiştir çünkü İslam artık kuvvetlenmiştir. Ulemanın çoğunluğuna göre ihtiyaç doğduğunda uygulama geri gelebilir.

Kuran’ın evrenselliği, belli sosyal ve maddi çevre şartlarıyla sınırlı olduğu ileri sürülen sözel anlamlarda değil, bunların taşıdığı ve hedeflediği genel manalarda ve ilkelerdedir. Kuran’ın ne dediğinin yanı sıra ne demek istediğini anlamaya çalışmıştır âlimler. Daha sonra ise ne olmuştur, âlimlerin kararları (içtihatları) Kuran ve sünnet gibi korunmaya alınıp değiştirilemez ilan edilmiştir. Bu duruma “kafaların dondurulması” diyenler olmuştur.

Şu alıntı ile bitirmek istiyorum: (Celal Nuri İleri’den nakleden M.S. Hatiboğlu, İslam’ın Aktuel Değeri Üzerine, s.85) Celal Nuri İleri Bağdat’ta, caddeye bakan bir mekânda bir arkadaşı ile sohbet ediyor. Ara sıra önlerinden İngiliz askerleri geçiyor. Askerlerin ne kadar bakımlı olduklarını fark ediyorlar. Arkadaşı, “sana bir şey söyleyeyim de şaşır” diyor ve anlatıyor: Hindistan’da birçok zengin Müslüman paralarını İngiliz bankalarına yatırırlar, şer’an haramdır diye faizlerini almazlar. Faizler zamanla milyonlara varmıştır ve harbi umumide Hindistan’a gönderilen levazımın büyük kısmı bu zengin Müslümanların paralarıyla alınmıştır!

Allah’ın ve Peygamber’in sözleri değişmez ama onları yorumlamış olanların yorumları değişebilir.

Devamını Oku

İslam’ın evrensel hedefi

29 Haziran 2014

Kuran’ın ve onu insanlığa tebliğle görevli Muhammed Peygamber’in (sav) hedefi, insanı Yaratıcısına yakışır bir kul seviyesine yüceltmektir. Bu kul hangi ırktan, hangi bölgeden, hangi sınıf veya cinsten gelirse gelsin, hedef değişmez. Yaratıcısına yakışır kul olmaya ise iman ve takva ile çirkinliklerden uzak bir dünya hayatı yaşamakla erişilir. Bu yüzdendir ki, müminlerin hepsi dünya hayatında iyiliklerde yarışmakla, yarışmakta yardımlaşmakla görevlendirilmişlerdir

(2 Bakara: 5; 5 Maide: 48).

Peygamber devri, Müslümanı yaşadığı toplumda, girdiği bu hayır yarışında gösterdiği başarıyla değerlendirilmiş, bu yolda kazandığı ehliyet onun değer ölçüsü olmuş, kimsenin menşeine, nesebine bakılmamıştır (M.S. Hatiboğlu, Kültürel Mirasımızı Tenkit Zarureti, s.65). Peygamberin vefatından sonraki senelerde bu çerçevenin dışına çıkılmış, ırk, nesep, dil, bölge gibi hususlarda Peygamber’in sözlerini istismar edenler olmuştur. Peygamber, Arap olduğu için Arap kavmini kutsallaştıranlar çıkmış, Kuran’ın ve Peygamber’in dili diye Arapça’ya fazilet tanınmış, kadın-erkek ayrımcılığı vurgulanmış, erkeklerin öbür dünyada bile ayrıcalıklı olacakları Kuran’da ve sünnette temeli olmayan iddialarla desteklenip yaygınlaştırılmıştır.

Temel tercih sebebi imandır

Emevi devrinde ırkçılık üzerinde durulmuştur özellikle. Mesela Emevi valisi, Haccac zamanında Arap olmayan bir Müslüman Araplara namazda imam olmaktan men edilebilmiştir. Tabiinden birisi Küfe kadısı yapılınca halk gürültü koparabilmiş, “kadılığa bir Mevla değil ancak bir Arap getirilebilir” diyebilmiştir (Mevla diye Arap olmayan Müslümanlara diyorlardı). Mevla erkekleri Arap kadınlarına layık görülmüyor, evlenmelerine izin verilmiyordu vs. Oysa Kuran-ı Kerim’in eş seçiminde temel tercih sebebi ‘iman’dır. Müslüman hür erkek, müşrik hür kadınla, imana gelmedikçe evlenmeyecektir. Müşrik hür kadın ne kadar cazibeli olursa olsun, mümin cariye ondan hayırlıdır. Keza müşrik hür erkeklere de kız verilmeyecektir, mümin bir köle ondan hayırlıdır, müşrik pek çok açıdan cazip olsa da. İslam’da henüz hür-köle sınıf ayrımının tamamen ortadan kaldırılmamış olduğu senelerde bile Kuran’ın bu uyarısı etkili olmuş, bu yolda evlilikler gerçekleşmişti.

Hadis tenkitçiliği diye bir şube daha ilk hadisçilerle birlikte başlamıştır. Bosnalı hocamız hadis profesörü Tayyip Okiç’i burada rahmetle anıyorum. Bizi uyarmalarını bugün bile onun anlatış tarzıyla hatırlıyorum. Hadisleri alıp kullanırken dikkatli olun çünkü insanlar bir fikri yaymak istediklerinde, velev ki bu tüccarın elinde kalmış falan renkte bir kumaş olsun, ona uyan bir hadis uydurulabilmiştir. Hz. Peygamber siyah renkte başörtüsünün kadınlara çok yakıştığını söylediği bile söylemiştir mesela.

Hadis tenkitçiliğini hadis inkârcılığıyla karıştırmamak lazımdır. Hz. Peygamber’in sözleri olmasaydı ilk Müslümanlar Kuran’ın kapalı ayetlerini nasıl anlarlardı da onlardan bize çok değerli bilgiler miras olarak kalırdı! Hadis tenkitçiliği kaynak ve muhteva bakımından Kuran ayetleriyle örtüşmeyen hadislerin ayıklanmasıdır. Sağlıkla kalın.

Devamını Oku

İlimde gerilik dinde gerilik

29 Haziran 2014

“Kültürel Mirasımızı Tenkit Zarureti” kitabında hadis profesörü M.S. Hatiboğlu soruyordu: Dinimizi tam tatbik edemeyip geri kalışımızın sebebi nedir?

Acaba Müslümanlar tatbik edecekleri İslam’ı bilmiyorlar mıydı, yoksa bildikleri İslam geçerliğini kaybettiği için başka sistemlerden medet umar hale mi gelmişlerdi? Kitabında verdiği örneklerden

biri “reddi şems//güneşin yolundan çevrilişi” başlığını taşıyor ve şöyle:

Bu hadisin isnadı sahih değil Altıncı Hicret yılında (M. 628) HayberGazası dönüşü, Hz. Peygamber

ikindi namazını kılıyor ve o sırada bir işten dönen Hz. Ali’nin dizinde uyuyakalıyor.

Uyandığında güneş batmış durumdadır ve Hz. Ali ikindi namazını kılamamıştır. Hz. Peygamber dua buyuruyor, güneş geri geliyor, ortalık aydınlanıyor, Hz. Ali abdest alıp namazını kılıyor. Namaz bitince güneş geldiği yere gidiyor. Bu rivayet, Kitabı Mukaddes’te Yuşa Peygamber‘in duası üzerine güneşin gökyüzünde tam bir gün hareketsiz kalması rivayetiyle birleştiriliyor ve peygamberlik mucizesi sayılıyor. Bu hadisin her ilim sahibi tarafından ezberlenmesi gerektiği iddia ediliyor. “Bu

hadisin isnadı, dayandığı senetler sahih değildir’ diyor Hatiboğlu. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının zaruri hallerde kılamadıkları başka öğle ve ikindi namazları da olmuş, bunları güneş battıktan

sonra kaza etmişlerdir. Mesela Hendek gazvesinde Hz. Peygamber ikindi namazının vaktini geçirdiğinde güneş geri gelmemiş veya getirilmemiştir.

Devamını Oku

İlimde gerilik dinde gerilik

28 Haziran 2014

“Kültürel Mirasımızı Tenkit Zarureti” kitabında hadis profesörü M.S. Hatiboğlu soruyordu: Dinimizi tam tatbik edemeyip geri kalışımızın sebebi nedir? Acaba Müslümanlar tatbik edecekleri İslam’ı bilmiyorlar mıydı, yoksa bildikleri İslam geçerliğini kaybettiği için başka sistemlerden medet umar hale mi gelmişlerdi? Kitabında verdiği örneklerden biri “reddi şems/güneşin yolundan çevrilişi” başlığını taşıyor ve şöyle:

Bu hadisin isnadı sahih değil

Altıncı Hicret yılında (M. 628) Hayber Gazası dönüşü, Hz. Peygamber ikindi namazını kılıyor ve o sırada bir işten dönen Hz. Ali’nin dizinde uyuyakalıyor. Uyandığında güneş batmış durumdadır ve Hz. Ali ikindi namazını kılamamıştır. Hz. Peygamber dua buyuruyor, güneş geri geliyor, ortalık aydınlanıyor, Hz. Ali abdest alıp namazını kılıyor. Namaz bitince güneş geldiği yere gidiyor. Bu rivayet, Kitabı Mukaddes’te Yuşa Peygamber‘in duası üzerine güneşin gökyüzünde tam bir gün hareketsiz kalması rivayetiyle birleştiriliyor ve peygamberlik mucizesi sayılıyor. Bu hadisin her ilim sahibi tarafından ezberlenmesi gerektiği iddia ediliyor. “Bu hadisin isnadı, dayandığı senetler sahih değildir’ diyor Hatiboğlu. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının zaruri hallerde kılamadıkları başka öğle ve ikindi namazları da olmuş, bunları güneş battıktan sonra kaza etmişlerdir. Mesela Hendek gazvesinde Hz. Peygamber ikindi namazının vaktini geçirdiğinde güneş geri gelmemiş veya getirilmemiştir.

Acaba âlimlerimiz ne diyor?

Reddi Şems hadisesini reddeden Hanbeli Mezhebi âlimleri, bunu ilmi yönden değil, rivayetin sahih olmamasına bağlamışlardır. “Eğer rivayet sahih olsaydı, biz onu ilk söyleyenlerden olurduk” demişlerdir. Şeyhülislam mertebesinde bir âlim olan İbn Teymiye bu olay için “aklen batıldır” demiş, fakat sebep olarak güneşin geri dönüşünün akla aykırılığını değil, bu olayı nakleden sahabinin “vallahi işittim, güneş kuyu çıkrığının gıcırtısı gibi ses çıkarıyordu” demesini göstermiştir.

Hatiboğlu şöyle devam ediyor: “Sünni olsun Şii olsun, pek çok imamın zihnine, acaba bu konuda matematik, astronomi vs. âlimlerimiz ne diyor, sorusu gelebilmiş değildir. Beşinci asrın (M. 11) İbn Sina’larıyla, Beyruni’leriyle bu konuları müzakere etme ihtiyacını duymuş müfessir, muhaddis ve fakihimize rastlamış değiliz. Bu birbirinden kopuk ilim çevrelerince yazılmış eserlerin, toplumu kültürel yönden geliştirmeye ne derece hizmet edebileceğini artık tahmin etmek zor olmasa gerektir.”

İslam’ın dinamizmi unutuldu

Yeni gelişmeler yapamayan, bilimde, teknikte, sanatta geri kalan toplumlar, kendileri hakkında başka toplumlarca verilen kararları uygulamaktan başka bir şey yapamazlar. Zaman içinde Batılılar ilerleyip de Müslümanlar gerileme dönemine geçince İslam’ın reform özelliği, dinamizmi unutuldu, “onlara dünya bize ahret nimet olarak verilmiştir” sloganıyla oyalanır olundu. Hatiboğlu bölümü şöyle bitiriyor: “Geçmiş âlimlerimizin doğrularını kabul edip yanlışlarından ibret almayı cümle kullarına nasip eylemesini Cenabı Allah’tan niyaz ediyoruz.”

Devamını Oku

İlahiyatta tahkik ihtiyacı

27 Haziran 2014

Tahkik, doğruluğunu araştırmak demek oluyor. Bu başlığı kullanışımın nedeni, İslam ilahiyatına İslam dışı unsurların ilave edilmiş olduğuna ve daha sonra bunların tahkik edilmeksizin tefsir kitaplarına geçirilmiş oluşuna değinmektir. Endülüslü bilgin İbn Haldun, Mukaddime isimli eserinde, İslam ilahiyatına İslam dışı unsurların ilave edilişi konusuna bir bölüm ayırmıştır. Ona göre Araplar semavi kitapları olmayan bir kavimdi. Onlar varlıkların sebepleri, yaratılışın başlangıcı ve vücudun sırları gibi herkesin bilmek istediği şeyleri öğrenmek istedikleri zaman, kutsal kitapları olan Yahudilere ve Hıristiyanlara başvuruyorlardı. Yahudi dinine inanmış olanların pek çoğu Himyer Araplarından idiler. Bunlar Müslüman olduktan sonra, İslam hükümleriyle hiç de ilgisi olmamasına rağmen yaratılışa, olağanüstü hal ve hadiselere dair eski bildiklerini tefsir kitaplarına doldurup yazdılar. Bu haberleri nakledenler aslen göçebelerden olup inceleme ve araştırmayla uğraşmayan kimseler oldukları için naklettiklerinin doğru olup olmadığını bilmeyen adamlardı. Fakat dini bakımdan Müslümanlar arasında büyük derece ve mevki sahibi olmakla şan ve şöhret kazandıkları için bunlar tarafından nakledilen haber ve rivayetler olduğu gibi kabul edildi. Bu bilgiler doğrudan şer’i hükümlerden sayılmadığı için incelemeye tabi tutulmadı ve daha sonra tefsir yazanlar bu haberlerin kimlerden nakledilmiş olduğuna dikkat etmeden onları kitaplarına aldılar.

Peygamberlik çağından, sahabe ve tabiin (selefler) zamanından uzaklaşılıp da inceleme ve tenkit devresi geldiğinde şer’i delillerden hüküm çıkarabilmek için kaide ve kanunlara ihtiyaç doğdu. Kaide ve kanunlar çıkarıldı ve bunlar Usul-ü Fıkıh adıyla ayrı bir ilim şeklini aldı, fakihlik bir meslek oldu, büyük hukuk kurucuları ve imamlar yetişti. Fakat zaman içinde ilimler gelişerek öğrenilmesi gerekenler çoğalınca, müçtehitlik derecesine yükselmek adeta imkânsız bir hale geldi. İçtihadın, din ve diyanetlerine güvenilmeyecek kimselerin eline düşmesinden korkularak din işlerinde içtihat kapısının ve ihtilafa götüren yolların kapatılması gerekti. Bilginler dahi müçtehit derecesine yükselmekten aciz olduklarını açıkça söyleyerek ahaliyi amelde mevcut büyük imamların mezhebinden birini örnek edinmeye çağırdılar. Çağımızda artık içtihat dava edenin iddiası reddedilir ve ona kimse tabi olmaz. Bundan sonra yeni hadiselerle karşılaşıldığında her mezhep ehli kendi imamlarının mezheplerince kararlaştırılmış olan usullere dayanarak, çözülmesi gereken meseleleri önceden çözülmüş olan benzerleriyle karşılaştırmak suretiyle çözmeye mecbur olurlar. Hadiselerin doğurduğu yeni meseleleri benzerleriyle karşılaştırabilmeleri için bilginlerin bu hususta meleke sahibi olmaları gerekir. Çağımızda fıkıh ilmi işte bu melekeden ibarettir.

İbni Haldun, ilim ve fende ilerlemenin ve gerilemenin ülkelerin bayındırlığı, ekonomik durumu, yerleşik ve sosyal hayatın derecesiyle de mütenasip olduğunu ileri sürmüştür. İbni Haldun’un görüşü özetle böyle. Benim de katıldığım bu görüşe göre medeniyetteki gelişme de gerileme de birbirine bağlı olarak ortaya çıkıyor. Mehmet Said Hatiboğlu (Prof. A.Ü. İlahiyat Fak.), “Kültürel Mirasımızı Tenkit Zarureti” isimli eserinde bunu şöyle ifade ediyor: “Biz Müslümanlar, on dört asırlık kültürümüzün ilmi tahlil ve değerlendirmesini yapmadığımız için dinimizi tam tatbik etmeyip geri kaldık. Tatbik etmediğimiz İslam’ın yerini de çok geçmeden farklı sistemler aldı.” Hatiboğlu eserinde bu konuya dair bazı örnekler de vermiştir. Ben bu konuya örneklerle devam etmek istiyorum. İyi Ramazanlar diliyorum.

Devamını Oku

Terbiye ayı Ramazan’ın arifesi

26 Haziran 2014

Büyükler Ramazan ayı için demişler ki: “Ondadır feyzi hidayet, ondadır af ve kerem, kadrini bil, mevsimi inzali Kuran’dır gelen!” Yani, ışık ve rehberlik ondadır, affetme ve bağışlama ondadır, kıymetini bil ki, Kuran’ın vahiy olunduğu zamandır gelen!

Kuran vahyinin tamamlanması 23 yıl sürmüş olsa da onun başlangıcı Ramazan ayıdır. Kuran, insanlar için bir ömür terbiyesi olacak bilgiler, haberler ve öğütlerle yüklüdür. Ramazan ayı 23 yıllık bu bilgi, haber ve öğüt yükünün yeniden okunduğu ve özeleştirilerle davranışların gözden geçirildiği aydır. Peygamberimizin (SAV) deyişiyle, eğer insanlar Ramazan’ın bu büyük değerini layıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını isterlerdi.

15. yüzyılda vefat etmiş olan Endülüslü bilgin İbni Haldun, Mukaddime isimli kitabında, Müslüman olan insanın mükemmellik derecesine erişmesi üzerinde uzun uzun durmuştur (Mukaddime, C.III, S.154). Ona göre iman cümlesini kalple tasdik ve dille söyleme imanın en alt derecesidir. İmanın mükemmellik derecesi ise nefiste melekelerin (alışkanlık ve davranış) husule gelmesidir. Mesela birçok kimseler yetim ve yoksulu esirgemenin Yüce Tanrı’ya yakınlık vesilesi ve dince övülmüş bir iş olduğunu bilirler ve bunu ağızlarıyla da söylerler fakat bir yoksulu ve yetimi gördüklerinde genelde onun yanından kaçarlar. Kendilerinde bilgiyle birlikte hal ve meleke teşekkül etmiş olanlar ise hemen onun yanına gelir, ellerinden geldiği kadar yardım ederler. Çünkü kalple inandıktan sonra bunu takip eden amel ve ibadetlerin bir sonucu olarak bütün azalar kalbin tesiri altında kalır ve insanın bütün iş ve davranışları kalpte olan bu imana tabi olur, onun tesirinden çıkmaz.

İbn Haldun, ilk Müslümanların Kuran’ı anlamak için melekeden başkasına ihtiyaçları olmadığına işaret etmiştir. Kuran, Tanrı’nın birliğini ve dini vazifeleri hadiselere uygun olarak cümle cümle, ayet ayet iniyor, Hz. Peygamber ayetleri müminlere açıklıyordu. İslam öğrenimi başlangıçta okuduğunu anlamaya yönelmişken, İslam’ın yayılması ve Arapça bilmeyen toplumların da Müslüman olmaya başlamalarıyla farklılıklar ortaya çıkmıştır. Kuran’ı harfleriyle okumak ve ilmihal denilen ibadet bilgileri ümmet terbiyesi sloganıyla temel alınmış, anlamak için okumak mesleki yükseköğrenimin konusu olmuş, çoğunluğun anlayarak okumasıyla meleke kazanması ihmal edilmiştir. Ramazan bu ihmali bir dereceye kadar olsun giderme, eğitim ve öğretimi tamamlama dönemi olabilir.

Mukabeleler, teravih namazlarıyla ilave okumalar, fitre, zekât, sadaka görevleri hep bu ayda toplanmıştır. Bunları yaparak alışkanlık kazanıp davranış geliştirebilirsek, kalbimize işleyen bu duyguların etkisiyle yılın diğer zamanlarında da oruç ayındaki gibi yaşayabileceğiz. Kutlu olsun, kolay gelsin.

Devamını Oku