İlahiyatta tahkik ihtiyacı

Tahkik, doğruluğunu araştırmak demek oluyor. Bu başlığı kullanışımın nedeni, İslam ilahiyatına İslam dışı unsurların ilave edilmiş olduğuna ve daha sonra bunların tahkik edilmeksizin tefsir kitaplarına geçirilmiş oluşuna değinmektir. Endülüslü bilgin İbn Haldun, Mukaddime isimli eserinde, İslam ilahiyatına İslam dışı unsurların ilave edilişi konusuna bir bölüm ayırmıştır. Ona göre Araplar semavi kitapları olmayan bir kavimdi. Onlar varlıkların sebepleri, yaratılışın başlangıcı ve vücudun sırları gibi herkesin bilmek istediği şeyleri öğrenmek istedikleri zaman, kutsal kitapları olan Yahudilere ve Hıristiyanlara başvuruyorlardı. Yahudi dinine inanmış olanların pek çoğu Himyer Araplarından idiler. Bunlar Müslüman olduktan sonra, İslam hükümleriyle hiç de ilgisi olmamasına rağmen yaratılışa, olağanüstü hal ve hadiselere dair eski bildiklerini tefsir kitaplarına doldurup yazdılar. Bu haberleri nakledenler aslen göçebelerden olup inceleme ve araştırmayla uğraşmayan kimseler oldukları için naklettiklerinin doğru olup olmadığını bilmeyen adamlardı. Fakat dini bakımdan Müslümanlar arasında büyük derece ve mevki sahibi olmakla şan ve şöhret kazandıkları için bunlar tarafından nakledilen haber ve rivayetler olduğu gibi kabul edildi. Bu bilgiler doğrudan şer’i hükümlerden sayılmadığı için incelemeye tabi tutulmadı ve daha sonra tefsir yazanlar bu haberlerin kimlerden nakledilmiş olduğuna dikkat etmeden onları kitaplarına aldılar.

Haberin Devamı

Peygamberlik çağından, sahabe ve tabiin (selefler) zamanından uzaklaşılıp da inceleme ve tenkit devresi geldiğinde şer’i delillerden hüküm çıkarabilmek için kaide ve kanunlara ihtiyaç doğdu. Kaide ve kanunlar çıkarıldı ve bunlar Usul-ü Fıkıh adıyla ayrı bir ilim şeklini aldı, fakihlik bir meslek oldu, büyük hukuk kurucuları ve imamlar yetişti. Fakat zaman içinde ilimler gelişerek öğrenilmesi gerekenler çoğalınca, müçtehitlik derecesine yükselmek adeta imkânsız bir hale geldi. İçtihadın, din ve diyanetlerine güvenilmeyecek kimselerin eline düşmesinden korkularak din işlerinde içtihat kapısının ve ihtilafa götüren yolların kapatılması gerekti. Bilginler dahi müçtehit derecesine yükselmekten aciz olduklarını açıkça söyleyerek ahaliyi amelde mevcut büyük imamların mezhebinden birini örnek edinmeye çağırdılar. Çağımızda artık içtihat dava edenin iddiası reddedilir ve ona kimse tabi olmaz. Bundan sonra yeni hadiselerle karşılaşıldığında her mezhep ehli kendi imamlarının mezheplerince kararlaştırılmış olan usullere dayanarak, çözülmesi gereken meseleleri önceden çözülmüş olan benzerleriyle karşılaştırmak suretiyle çözmeye mecbur olurlar. Hadiselerin doğurduğu yeni meseleleri benzerleriyle karşılaştırabilmeleri için bilginlerin bu hususta meleke sahibi olmaları gerekir. Çağımızda fıkıh ilmi işte bu melekeden ibarettir.

Haberin Devamı

İbni Haldun, ilim ve fende ilerlemenin ve gerilemenin ülkelerin bayındırlığı, ekonomik durumu, yerleşik ve sosyal hayatın derecesiyle de mütenasip olduğunu ileri sürmüştür. İbni Haldun’un görüşü özetle böyle. Benim de katıldığım bu görüşe göre medeniyetteki gelişme de gerileme de birbirine bağlı olarak ortaya çıkıyor. Mehmet Said Hatiboğlu (Prof. A.Ü. İlahiyat Fak.), “Kültürel Mirasımızı Tenkit Zarureti” isimli eserinde bunu şöyle ifade ediyor: “Biz Müslümanlar, on dört asırlık kültürümüzün ilmi tahlil ve değerlendirmesini yapmadığımız için dinimizi tam tatbik etmeyip geri kaldık. Tatbik etmediğimiz İslam’ın yerini de çok geçmeden farklı sistemler aldı.” Hatiboğlu eserinde bu konuya dair bazı örnekler de vermiştir. Ben bu konuya örneklerle devam etmek istiyorum. İyi Ramazanlar diliyorum.

Haberin Devamı
DİĞER YENİ YAZILAR