Tülay Gürler Kurtuluş

Tülay Gürler Kurtuluş

-

Aşiyan yollarından...

24 Mayıs 2014

İstanbul’un en güzel semtlerinden Bebek’te, Aşiyan Yolu üzerinde bir müze var, eski adıyla Servet-i Fünun Müzesi, şimdiki adıyla Aşiyan Müzesi. Bahçe içerisinde ahşap üç katlı olan Aşiyan Müzesi’nin zemin katı bugün idari işler için kullanılmakta. Üç yıl önce tadilattan geçen müze, Servet-i Fünun döneminin en büyük ismi Tevfik Fikret’in evi... Aşiyan, Farsçada yuva demek... Dönemin Abdülhamit’in baskı dönemi olduğu düşünülürse bir yuvaya sığınıp o karanlık günlerin geçmesini beklemekten başka çare olmadığı anlaşılabilir.Ev üç katlı bir köşk... Bahçesinde Fikret’in mezarı var. Evin içine girdiğinizde geçmişte bir yolculuğa çıkıyorsunuz. 1877’de meclisinin feshinden sonra başlayan İstibdat yüzünden kalem oynatmakta güçlük çeken edebiyatçılar, Servet-i Fünun Dergisi’nin etrafında toplanarak oluşturdukları ağır dille şiirlerini, romanlarını kaleme almaya mecbur kalıyorlar. Birbirinden sanatlı olan bu eserler hem dönemin hem de içlerin karanlığını okuyucuya hissettiriyor.Evin ilk katında Tevfik Fikret’in balmumundan yapılmış figürü karşılıyor sizi. Son derece başarılı... Adeta gözleriyle sizi izliyor, size içinde bulunduğu karanlık günleri anlatmak istiyor. Üst katta yatak odasında özel eşyaları ve Atatürk’ün onun evini ziyaretinde imzaladığı defter var.Tevfik Fikret Atatürk’ü etkilemiş bir şairAtatürk’ün, “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister”, sözü Fikret’in “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairim” dizesinden etkilenerek söylediği sözdür. Yenilikçi, aydın, modern bir ülke, ikisinin de idealidir çünkü... Bir de ölümünün hemen ardından yüzünden alınan mask, duvarda asılı... Bu kalıp, Mihri Hanım tarafından alınmış yüzünden... Mihri Hanım, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin ilk kadın öğrencisi. Birçok ilk bir arada Aşiyan’da... Fikret’in resimlerini, şiirlerini, planını çizdiği evini, kendi tasarladığı kıyafetlerin öykülerini dinlediğinizde onun sadece şair ve edebiyatçı değil, gazeteci, ressam, mimar, öğretmen ve tasarımcı yönlerini de görüyorsunuz. Sanatçıların yaşadıkları dönem içinde kendilerini nasıl ifade ettiklerini ya da etmek zorunda kaldıklarını anlıyorsunuz.Abdülhamit Dönemi yazdığı tüm şiirleri ancak İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkıyor. Büyük ümitlerle bağlandığı bu yeni yönetim biçiminde de aradığını bulamayan Fikret’e Aşiyan işite o zaman gerçekten bir yuva oluyor. Kendini çalışma odasına kapadığı bir yuva...Tevfik Fikret, meşhur eseri Rübab-ı Şikeste’yi orada kaleme alıyor. Yaptığı birbirinden güzel tablolar, bugün ev hali korunan müzenin duvarlarında sergileniyor. Evin bir odası Abdülhak Hamit’e ayrılmış. Şair-i Azam olarak da bilinen bu usta şaire Şair Nigar Hanımefendi, “Türk Edebiyatının Shakespeare’i” dermiş. Bir başka oda da Şair Nigar’a ait. Anlatılanlara göre 1890 yılında evinde yaptığı Salı toplantıları, dönemin önde gelen isimlerinin katıldığı edebiyat sohbetlerinin yapıldığı toplantılarmış. Muhteşem Boğaz manzarası ve evin orijinal hali, gidenleri adeta büyülüyor. Şehzade Abdülmecit Efendinin, Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinden esinlenerek yaptığı ünlü “Sis” tablosu da evin hemen giriş katında her zaman asılı olduğu duvarda... Sis şiiri, İstanbul’un baskı dönemindeki karanlık günlerini anlatır. Müzeyi her gün gezebilirsiniz. Birbirinden donanımlı ekibi, birer edebiyatçı donanımında size müzeyi gezdirecektir.

Devamını Oku

Hayata ağıt yakmak

17 Mayıs 2014

Acı, hep vardı... Ağıtlar, onların sonsuz yakarışları olarak hep peşlerinden gitti.Belki de bu yüzden ağıtın, taa İslamiyet öncesi sözlü edebiyat döneminden başlar hikayesi... Çünkü insan ilk kaybını yaşadığında yine kaybettiğiyle konuşmak istemiş belli ki... Kalanlara ne söylenebilir ki? Ancak gidenedir söylenecek son sözler...Sagularla biliriz onu önce, halk edebiyatımızın hem anonim hem aşık tarzında ağıtlarıyla devam eder örnekleri...Sevilenin ardından söz söyleme ihtiyacıdır, bizi ağıt yakmaya yönelten.Gidenin yüzüne gitmeden önce söyleyemediklerimizi anlatırız, onu ne çok sevdiğimizi, bizdeki değerini, önemini, sahip olduklarının onu nasıl o yaptığını... Hele de kaybedilen gençse... Hele ki acısının ateşi düştüğü yeri yaktıysa, ardında yetim çocuklar, gözü yaşlı bir eş, yüreğinin ateşi hiç sönmeyecek bir ana bıraktıysa... Derdi ekmek parasıysa, onun peşinde verdiyse gençliğini toprağa...Soma, bize insan olduğumuzu, bu insanlık içinde ne kadar aciz, ne kadar çaresiz kalabileceğimizi, sorumluluklarımızdan kaçtıkça ya da onları yok saydıkça anlara nasıl yenileceğimizi, birlik ve beraberliğe nasıl muhtaç olduğumuzu bir kere daha hatırlattı.Boş işlerle iştigal eden gençliği düşündürdü. Okul sıralarında şikayet edenler, elleri kömür karası olmuş 19’luk gençlerin bir lokma ekmek uğruna toprak altında nasıl nefessiz kaldığını görünce hayatlarının düşündüler bir kez daha. Yetişkinleri düşündürdü. Hayatın anlamsız koşuşturması içinde takıldıkları özel veya genel tüm ayrıntılar, birer birer silindi zihinlerinden, gündemleri bir anda değişti. Ölümün nasıl da sarsıcı ve ani gelebildiğini, zaman, mekan, yaş gözetmeksizin toplumun yüzüne nasıl tokat gibi indiğini bir kez daha hatırladılar. Seçim döneminde, öncesinde, sonrasında yaşananların, konuşulanların; aklımıza takılanların hepsi bir kenara kaydı. Şimdi o ölen bir kişiye bağlı en az dört kişinin nasıl geçineceği, hayatına nasıl devam edeceği, gelecekten, milletten, devletten yeniden nasıl ümitli hale geleceğini düşünür olduk. Ne kadar insan olabildiğimizi, birbirimizi en son ne zaman gerçekten düşündüğümüzü, birbirimiz için en son ne zaman gerçekten, içimizden gelerek bir şeyler yaptığımızı düşündük.Vatanımızı, milletimizi özümüzden çok sevmek inancıyla büyümüşken nasıl olup da birbirimizden bu kadar uzağa düştüğümüzü, birbirimizin iyi yanlarını övmekten, üretkenliğimizden, merhametimizden, misafirperverliğimizden söz etmekten zevk alırken, bunlarla gurur duyarken birdenbire nasıl olup da ‘bizden adam olmaz’lara geldik, düşünmeye başladık.Bizim biz olduğumuzu hatırlamamız için hep bu tür tokatlar mı gerecek yüzümüzü değil, canımızı acıtan?Nasıl bir millet olduğumuzu hatırlamak için eksikleri ya da tamları görmek, iyilik ya da kötülüklerimizi, doğruluklarımızı ya da saptığımız yanlış yolları görmek için hep böyle facialara mı ihtiyacımız var bizim? Hayatın son noktası ölüm, vakit saat gelince oradır bizim için. Ama vakit saat gelince...Bu vakti saati yanlışlıklar, ihmaller, özensizlikler, farkındalıksızlıklar, sonracılıklarla erkene almak; adını hiç bilmediğimiz, elini hiç tutmadığımız ama öldüğü zaman hikayelerini dinledikçe ailemizden biri kadar yakınlaştığımız o gencecik adamları düşündükçe vicdan azabına sürükler bizi.Yasalardan, tüzüklerden, eleştirilerden kaçabiliriz.Vicdandan kaçılmaz ama.Belki de ağıt bu sebeple vardır.Çünkü ağıtı vicdan azabı çekmeyenler yakar. Gönülden sevenler, koşulsuz sevenler, gidene gerçekten içinden yananlar...“Ecel tuzağını açamaz mısınAçıp da içinden kaçamaz mısınAzad eyleseler uçamaz mısınKırık mı kanadın, kolların hani” diye Kağızmanlı Hıfzı gibi cevabını bildiği halde masum sorular soranlar...“Elleri kara, alnı ak çocuklardı onlar, Akıllarında sevdikleri, dillerinde tatlı bir Ege türküsü...Aydınlık yarınlar için, karanlığa inenler, Artık, akşamları eve gelmeyecekler.”

Devamını Oku

Dünya ağrısı

10 Mayıs 2014

Ayfer Tunç’u “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” adlı kitabıyla sevmiştim çok... Sonra ne zaman onun adını bir yerlerde görsem, kaleminin peşinden gitmeyi adet edindim. Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç’un yeni romanı... Roman, uzun yıllar Türkler için hele de edebiyattan biraz uzaksa, boş vakitleri değerlendirme bile değil, doldurma aracı; öyküden uzun tutulmuş yazı türü olarak bilnçsiz bir bakış açısıyla yerini korudu. Şimdi okurlar, roman’ın hikayenin uzunu olmadığını, boş vakitlere değil, içi dolu vakitlere layık olduğunu anladılar.Dünya Ağrısı da böyle içi dolu vakit kitaplarından biri... Ayfer Tunç’un o net ve yalın kaleminden yeni kahramanlarla buluşturuyor bizi. Mürşit, romanın ana kahramanı. Kadınların, erkeklerin ağzından yazabilmelerine, hayata onların gözünden bakabilmelerine bu kadar çok okuyor olmama rağmen hala şaşırıyorum. Yazarlık, ne tür bir mucizevi yetenek ki kişiler kendilerini olmayan bir karşı cins kahramanın yerine koyup yazabiliyorlar onları? Mürşit de böyle biri... Hayalleri olan ama hayallerini gerçekleştiremeden hayatın gerçekleriyle yüzleşip istemediği türden sorumlulukların altına girmek zorunda kalan bir adam... Hayalleri hayatının altında kalmış biri... Madenci, romanın ikinci adamı... Mürşit ve madencinin yaşadığı dostlukta, hayatın sıcacık ayrıntılarını, köşeli ve iğneli taraflarını, insanların yaşanmışlıklarının hayata bakışlarını nasıl değiştirdiğini görüyorsunuz. Bir ailede erkek evlat olmanın doğar doğmaz omuzlara yüklenen o adı konmamış büyük ağırlığı mıdır romana adını veren, yoksa çekilen acıların çokluğu mudur, romanı okuyunca siz karar vereceksiniz.Yalnız şöyle bir gerçek var, değişmeyen ve içten içe değişmesi istenmeyen sanki... Erkek çocuklar, bir grup anne ve baba için evlerini sağlamlaştıran direkler... Onlara verilen isimler bile yarın öbür gün kişilikleriyle örtüşür diye dikkatle seçiliyor. Mürşit, irşat eden yol gösteren demekti. Kız kardeşleri Hasret ve Gayret ise adları gibi hayatlar sürmeye mahkum iki kadın... Karısı Şükran, ne kadar şükür sayılırsa artık hayatının tüm şikayetlerini içine hapsetmiş bir sessizlik abidesi... Dilinden çok gözleri konuşan...Mürşit, oğluna isim koyacağı zaman babasının fikrini alıyor. O da: Oğluna öyle bir ad koy ki evladım, manasını ömür boyunca taşısın diyerek, bebeğin kaderini en başından çiziyor adeta. Mürşit, Özgür, koyuyor oğlunun adını... Babasını hoşuna gitmiyor bu isim... Özgürlüğü sevmeyişinden... Mürşit’in özgürlük hayali, hepimize tanıdık bir hayal... Sorumluluklarımızdan, hayatlarımızın zorluklarında, istemediğimiz görevlerimizden, ağır gelen yükümlülüklerden kaçıp gitmek isteriz bazen. Hayatlarını zorunluluklar yüzünden bu kaçışların hayaline bile çoktan kapamak zorunda kalanların seçimi ne olmalı?Kaçıp gidemeyeceğini bilen, kaçmak için gayret etmenin gereksizliğini daha çocuk yaşta fark edip evin direği haline gelen delikanlıların hikayesi nasıl biter? Bu ayrıntı kitabın yalnızca bir kapısı, kitapta içeriye açılan, ardında üstünde konuşulacak toplumsal ayrıntı saklayan o kadar çok kapı var ki... Yaşadığımız müddetçe sorumluluklarımız, zorunluluklarımız ve şartlarımız olacak kuşkusuz, önemli olan bütün bu düğümlerin, dokusu güzel bir halı için atılıyor olması... Mürşit’in hayatının dar sokaklarında dolaşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacak ama geçen gerçek zamanda bir şeylerin nasıl da aynı kaldığını görerek şaşıracaksınız.Ayfer Tunç, genç yaşının yarısını şimdiden yazar olarak tamamlamış bir edebiyatçı... Mutlaka okuyun.

Devamını Oku

İstanbullu musunuz?

3 Mayıs 2014

Bu akademik yılın başında şahane bir panele katılmıştım. Konusu “İstanbullu Olmak”tı. Betül Mardin açılış konuşmasını yapan isimdi.“İstanbullu olmak güzel bir şeydir” dedi Betül Mardin. “Farklıdır da. Elinizle tutamazsınız ama vardır. Büyükbabamın büyükleri 1800’lü yıllarda Mardin’den İstanbul’a gelmiş. Bir diğer tarafım da Kastamonu’dan İstanbul’a göç etmiş. Kastamonu’dan gelen büyük büyükbabam eşekle turşu satarmış. Oğlu ise işi daha çok ilerletip Sultan Ahmet’te turşucu dükkanı açmış. Onun oğlu da şeyhülislam olmuş. Gün gelmiş, karşıya sandalla geçmek yüzünden görevinden azledilmiş. Eskiden ebced hesabıyla tutulurdu akılda tarihler. Dedemin ölüm tarihi ne zamandı diye hesap etmek istediğimizde onunla ilgili beyit gelir aklımıza:Lahana, biber turşusuİçinde sıçan yavrusuBu beyitten, ebced hesabıyla dedemin ölüm tarihi hemen çıkardı ortaya. İstanbulluysanız, böyle hikayeleriniz olurdu. İstanbullu kendini başkalarından değerli görürdü hiç şüphesiz ama İstanbullu olmanın snobizm içeren bir değer olmaması gerektiğini düşünüyorum.” Böyle dedi Mardin. İstanbullu olmaya kişisel örneklerle yaklaşmayı seçmişti. Panel, Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un İstanbul‘un payitaht olduğu yıllardaki sosyal yaşamı ile ilgili konuşmasıyla devam etti. İstanbul’u bir cazibenin merkezi olarak tanımladı...Neler öğrenmiştim şehrimle ilgili! Sözü Murat Bardakçı aldı: “1950’lerin başına kadar İstanbul, tüm güzelliğine rağmen eski ve harap bir şehirdir. Biz şehri ancak 19. asırda fotoğraf Osmanlıya girdikten sonra olduğu gibi görme şansını buluyoruz. Yol, su, elektrik olmayan, toz içinde bir şehir vardır o fotoğraflarda. Yalnızca Pera’da elektrik kullanılmaya başlandığında büyük olay yaşanmıştır. İstanbullu kime denir derseniz aslında üç aile vardır hakiki İstanbullu olan. Bunlardan biri hanedan ailesi. Bir diğeri Çelebi ailesi ve üçüncüsü de Mevlana ailesidir. Fetihle beraber İstanbul’a yerleşen aileler vardır. Bu üç aile dışında kalanlar ise aslen İstanbullu sayılmaz.”BU MAYIS, ŞEHRİN TADINI ÇIKARINBugün hâlâ birbirimize “Aslen nerelisiniz”, diye sormamızın sebebi bu olsa gerek... Prof.Dr. Özcan Köknel ise İstanbullu olmanın apayrı bir kavram olduğu ve bu şekilde incelenmesi gerektiği üzerinde durdu.“Eğer İstanbul’da bir yerde olmak sizi mutlu etmiyorsa ya İstanbullu değilsiniz ya da İstanbul sahip olduğu niteliği kaybetmiştir" dediğinde yepyeni bir tartışmanın da kapısını aralamış oldu zihnimde.Prof.Dr. Arus Yuımul, istatistiki bilgilerle yaklaştı İstanbullu olmaya. İstanbul’da yaşayanların ancak üçte birinin kendine İstanbullu diyebildiğini duyunca çok şaşırdım. Yüzde 11’lik bir grupsa İstanbullu değilim demeyi tercih ediyormuş.Yusuf Altıntaş’ın konuşması yarı bir konferans konusuydu. Çocukluğunun geçtiği Çıksalın semtinin farklı dinlere mensup sakinlerinin dostluklarını ve renkli yaşamlarını anlattığı bölüm, birçok dinleyeni ve beni ağlattı. İstanbulu olsanız da olmasanız da bu Mayıs, erguvanları kaçırmayın, çıkın Boğaz’a, şehrin tadına varın.

Devamını Oku

İyi ki doğdun Orhan Veli

19 Nisan 2014

Arkadaşlarınızla bir araya gelip bir akım yaratacaksınız, sonra da bu biraz tuhaf kaçtı, diye düşünülecek ve yarattığınız akıma “Garip” adı verilecek.Farklılığı buradadır Orhan Veli’nin...Şairliği hepimizin malumu ama bu güzel yeteneğinin yanında, hayattan herkesten daha çok zevk alabilirliği, dostlarına olan düşkünlüğü, ayrıntılara olan dikkati de var.Bir yandan iflah olmaz bir çapkın, öte yandan at yarışına, futbola meraklı... Hayata kendince tutunmuş biri ve tenkitlere de sonuna kadar kapalı:“Sokakta giderken kendi kendime gülümsediğimin farkına vardığım anlarda insanların beni deli zannedeceğini düşünüp gülümsüyorum...” diyecek kadar hayatla dalga geçer haldedir üstelik...14 Nisan 1914’te o çok seveceği ve sadece kulak vererek bile muhteşem bir üslupla anlatacağı İstanbul’da doğmuş şair... Sonra, ailesiyle Ankara’ya taşınmak zorunda kaldığı için çok sevdiği şehri geride bırakmış. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’tir en yakın arkadaşlarım, dediği dostlarıyla burada tanışmış. Liseden sonra İstanbul’a dönünce Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe bölümüne kaydolmuş, ama yarım bırakmış okulu, şiir yazma hastalığı hep güzel havalarda nüksettiği için olsa gerek...Ankara’ya tekrar dönüp PTT’de çalışmaya başlamış. O sıralarda yeni şiir akımı kendini yavaş yavaş belli ediyormuş, ama adı henüz yokmuş. Tahattur, demek istiyormuş yeni kitabına Orhan Veli, bu başlıkla yazdığı şiiri ilk sırada, kitap da akım da öyle anılsın diye düşünüyormuş.Tahattur, hatırlatmak, anımsatmak demek... Şair hayatına girmiş bir kadını anlattığı şiirinden yola çıkmış bu ismi ararken...‘Garip’ ama etkili akımBu araştırma döneminde bir gün Cavit Yamaç’la karşılaşmışlar, bu fikrini onunla paylaşmış Orhan Veli. Cavit Yamaç ise; “Senin şiirlerin yadırganıyor, acayip, garip bulunuyor, öyle bir ad vermelisin” demiş. Orhan Veli, “öyleyse bir ad bul”, deyince Yamaç acayip, garip, diye sıralarlarken seçenekleri “Garip” kelimesinde takılıp kalmışlar.Bir edebiyat devrine adını vermiş olmuşlar böylelikle. Birinci Yeni olarak da bilinen bu dönemi tanımayan, bu dönemle ilgili üç beş dize okumayan, neredeyse yoktur.Garip sözünde bir tevriye de var üstelik. Yani hem tuhaf hem de kimsesiz ve yalnız gibi kendi içinde bir tür itilmişliği de saklayan bir anlama da sahip bu kelime. Sesteşliği sonradan fark edilen bu sözcük, bir devre imza olmuş böylece...Tahattura gelince...Yalnız şiire başlık olarak kalmış. Şaire ise kimi hatırlattığı meçhul:Alnımdaki bıçak yarasıSenin yüzünden;Tabakam senin yadigarın;“İki elin kanda olsa gel” diyorTelgrafın;Nasıl unuturum seni ben,Vesikalı yarim?Nasıl unuturuz seni Orhan Veli? Sen ki Türk insanına sevdiği şiiri daha da sevdirensin, iyi ki doğdun!Orhan Veli’yi daha yakından tanımak isteyenler: Sakın Şaşırma: Orhan Veli 100 Yaşında sergisi 1 Mayıs’a kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde görebilirler...

Devamını Oku

Edebiyatımızın kaynak suyu

12 Nisan 2014

Edebiyatın ana kahramanı, insandır. Toprak üstünde ayağa kalkıp kendini fark ettiği ve ilk seslerini çıkarmaya başladığı andan itibaren, karşısındakine bir şeyler anlatma ihtiyacıyla önce dili, sonra da kendini keşfede keşfede edebiyatı yaratmayı başarmıştır. Bizim edebiyatımıza baktığımızda İslamiyet’in kabulünün önemli bir kırılma noktası olduğunu görürüz. Bunun öncesinde yarattığımız edebiyat, bu kırılmanın ardından gelen değişimlerle farklılaşan ama bugün hala devam eden halk edebiyatının başlangıcı.Halkın batıl inançlarından geleneklerine, alışkanlıklarından yaşanmışlıklarına kadar her şey edebiyatın konusudur. Halk edebiyatı gözleme dayalıdır. Benzetmelerin hepsi, somut kavramlardan yararlanılarak yapılır. Ozanların söyledikleri her şey gerçek yaşamdan alınmadır. Söyleyeni belli olmayan yani anonim eserler de telif olan, aşıkların söz ve sazından dökülen eserler de ön hazırlık yapılmadan ortaya çıkmıştır. Dilin zorlandığı, başarısızlığa uğradığı yerler de olur ama sahicilikten asla vazgeçilmez. Aşk, ölüm, hasret, ayrılık gibi duygusal konular, doğa sevgisi, yiğitlik, Allah aşkı; bu edebiyatın konularının başında gelir.Kimdir peki bu insanlar?Edebiyatçı olmak gibi bir kaygıları var mıdır yoksa hayat ne getirişe onu başkalarından daha farklı bir algı ve dil ile mi yaşarlar? Kuşkusuz, ikincisidir doğru cevap. Özünü sazına taşıyabilme yeteneğiyle zamana meydan okuyan; adı bilinen ya da bilinmeyen ne kadar ozan varsa bugün onların ezgileriyle eğleniyor, hüzünleniyor, ağlıyor, gülümsüyor ve düşünüyoruz. Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı adlı oyununda tuvaletçi Şerif Abla oyunun bir yerinde, ‘’insanoğlu her zaman aynı kumaş, yalnız dikimi farklı biraz’’ der. Ne olursa olsun zevklerimiz gelişse de zaman zaman değişse de aynı kalan bir tarafımız vardır ve o aynı kalan tarafımıza halk edebiyatı ürünleri her zaman daha yakından seslenir. Halk biliminin içine giren ne varsa her zaman ilgimizi çekmeye devam edecektir; fallar, maniler, masallar, mitler, dilden dile aktarılırken içine olağan üstülükler karışmış hikayeler... Bugün, hemen her kına gecesinde gelinlere kına yakılırken hâlâ yüksek yüksek tepelere türküsünün çalınmasındaki ısrar da tamamen bundandır. Kaynak suyu fışkıracağı yeri bilir çünkü...

Devamını Oku

Ben seni bırakıp gider miyim?

5 Nisan 2014

Bu soru cümlesi Özcan Sabancı’nın anılarının derlendiği kitabın adı. Anılarla Özcan Sabancı, Duygu Demirdağ’ın kaleminden çıkmış bir kitap... Kitabın danışmanlığını Can Dündar yapmış. İlk kez bu kadar merak ederek uzandım bir kitaba, çünkü Özcan Sabancı’yı hiç tanımıyordum. Yüzünü sadece cemiyet haberleri veren yayın organlarından biliyordum. Sabancı ailesi, topluma mal olmuş büyük bir aileydi elbette ama aile olmanın kendi mahremiyeti içinde yaşıyordu doğal olarak. Büyük bir ailenin gelini olmak, nasıl bir roldü, neden anılarını yazmak istemişti ve en önemlisi de kitabın adı neden bir soru cümlesiydi?Kitabı bu basit merakla aldığımı ve sonra da bu basit meraktan utandığımı söyleyebilirim. Bir kadının, bir evladın, eşin, annenin, anneanne ve babaannenin, bir dostun ama her şeyden önemlisi gerçek bir eşin hikayesini samimi, yalın, içten ve olduğu gibi okuduktan sonra, her insanın hikayesinin farklı derinliklere, özelliklere, hüzünlere, acılara ve güzelliklere sahip olduğunu yeniden hatırladım.Özcan Hanım, bir mektup yazdığını varsayarak başlamış anlatmaya... Yılda iki kez o da ancak bayramlarda beşer dakika gördüğü amca oğluyla evliliğiyle başlayan, hayatı bir peri masalına dönen; ama bu masalın içinde hiç kaybolmamış, kendini hiç kaybetmemiş, hayata. Başına ne gelirse gelsin sıkı sıkı tutunmuş, elini her zaman sadece yakınındakilere değil uzağındakilere de uzatmayı bilmiş bir hanımefendinin uzun bir mektubu bu kitap... Kadın olarak, anne olmayı düşleyen biri olarak, yakın dostluğun ne demek olduğunun bilinciyle, aile bağlarının gücüne olan inancımla kitabın kapağıyla beraber zarfı da açtım ve okumaya başladım mektubu...Adana’da başlayan ve bugünlere gelen bir aşk ve aile hikayesinin, zaman zaman geniş caddelerinde, zaman zaman da dar sokaklarında yürüdüm onunla. Anlatımındaki sıcak hava, salonlarında onunla oturmamı, hastanede Hacı Bey’in başında beklememi, torunlarının bebekliklerini hayal edip onları sevmemi sağladı. Kocaman ve başarılarla dolu bir geçmişe sahip ailelerin güçlü kadınların omuzlarında nasıl yükseldiğini gördüm.Yaşam hikayeleri konusunda aynı cümleleri sarf etmekten hiç bıkmayacağım galiba, her hayat, bir kitap... Herkesin hayatından kendimize çıkaracağımız paylar, alacağımız örnekler var. Asıl önemli olan bu hayatların sahiplerinin, o hayatın kapılarını bize açma nezaketini göstermiş olmaları... Anı derlemeleri, hayatların gizli bahçelerinde dolaşmamız için bize yazılmış izin kağıtları.Özcan Sabancı da bu izni size verirken adeta elini uzatıyor, o eli tutuyorsunuz, sonra o geniş bahçede onunla beraber yürümeye başlıyorsunuz. Korkamadan, çekinmeden dolaşıyorsunuz yanında. Adana’yı, oradaki evleri, ailenin yaşadıklarını, nişan törenini, düğününü, seyahatlerini, doğumlarını, hayata bakışını, ondan beklediklerini anlatıyor size... Merak ettiğiniz ne varsa siz satırlara sormadan çıkıyor karşınıza... Oğlu Mehmet’in kaybıyla yaşadığı derin, sonsuz ve bitmez acısına rağmen ayakta kalan, eşinin sevgi ve saygı dolu hatırasıyla, çocukları ve torunlarıyla hayatın değerinin farkına varan bu hanımefendiyi artık tanıdığımı düşünüyorum.Özcan Sabancı, kitabının tüm gelirini Yaratıcı Çocuklar Derneği ile Minik Kalplerle El Ele Derneğine bağışlıyor. Kitapta birbirinden güzel fotoğraflar ve hem aileden hem de dostlardan gelen sıcacık notlar da var. Kitabın adına gelince... Birbirinden hiçbir zaman ayrılmamış Özcan ve Hacı Sabancı... Çocuklar kar tatiline gitmek isteyip de Hacı Bey, gidemem, işlerim var deyince Özcan Hanım, ben götüreyim, diyerek teklifte bulunmuş Hacı Bey’e. O da tek cümle söyleyerek kararı Özcan Hanım’a bırakmış: “Ben seni bırakıp gider miyim?”

Devamını Oku

Bir Nisan

29 Mart 2014

Neye ya da kime gülüyoruz? Neye ya da kime “komik” diyoruz?Komik dediğimiz her şey gerçekten komik mi, yoksa onun üstünde düşünüyor muyuz? Adına komik denen her ne varsa zaman içinde kimlik ve format değiştiriyor. Biz de bu çarkın dişlileri arasında değiştik, güldüklerimiz, komik bulduklarımız, değişti; yaptığımız espriler, şakalar farklılaştı. Biraz da azaldı sanki... Her şeye gülen bir milletken, daha az gülen, daha zor gülen, her komik ayrıntıyı komik bulmayan bir toplum olduğumuz gerçeğini de unutmamak gerekiyor.NİSAN ŞAKASI YAPMAKYeni nesil 1 Nisan şakası yapmayı seviyor mu, çok emin değilim. Bu şakalar daha çok öğrenci olanların ilgisini çekiyor olmalı, okulu daha yaşanır bir hale getirmek ve ondan zevk almak için... 1 Nisan yıllardır şaka yapma günü olarak takvimlerdeki saltanatına ısrarla devam ediyor. Toplum üstündeki etkisi tartışılır ama dildeki yansıması eskiye bakıldığında oldukça ironik...1 Nisan şakası mı bu, diye sorduğumuz ne varsa gerisinde tuhaf, anlaşılmaz ya da iyi olmayan bir şeylerin varlığını arıyoruz son zamanlarda. Peki bu 1 Nisan’da şaka yapma geleneği yalnızca bize mi ait, ne zaman ve nasıl ortaya çıkmış sizce? Söylenceye dayalı ve yazıya geçmiş bir konu olmadığı için bu konuda pek çok rivayet var. Bunlardan ilki ta 5’nci yüzyıla kadar gidiyor. Haçlılar İspanya’daki Endülüs Müslümanları’nın kalesini kuşattığında mutlu sona ulaşmaları çok kolay olmuyor. Bu sebeple ordu, değişik yöntemler arama yolunu deniyor. Komutan, 31 Mart gecesi kuşattıkları kalenin önüne bir elinde Kur’an bir elinde İncil alarak gidiyor, elindeki iki kitap üstüne yemin ederek kaleyi teslim ederlerse kimsenin öldürülmeyeceğini söylüyor. Bu söz karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ediyorlar. 1 Nisan günü tek bir emirle bütün Müslümanların canı alınıyor.HAZİN BİR HİLE GÜNÜKomutana ettiği yemin hatırlatıldığında komutan, o yeminin dün için geçerli olduğunu bugünü bağlamadığını söylüyor. O günden sonra Hıristiyanlar 1 Nisan gününü Hile günü olarak kayda geçiriyorlar. Bu hazin olay, pek çok hazin olay gibi, toplumlarda bu şekliyle değil tam tersiyle yer buluyor. Kötünün yerine iyiyi, yanlışın yerine doğruyu, çirkinin yerine güzeli tercih eden insan, unutmak istediği ne varsa onu yok edip onların yerine hatırlanmasında hiçbir sakınca olmayan hatta ona neşe ve sevinç getirecek arayışlar içine giriyor. İnsan olmanın en güzel tarafı da bu değil mi!Biraz da tuhaf şakalara bakalım:- İngiltere’nin önemli televizyon kanallarından BBC 1 Nisan 1957’de yayınladığı ana haber ağaçlarda artık spagetti yetişmeye başladığını, köylülerin ağaçlardan spagetti toplayıp sattıklarını duyurmuş. Televizyon kanalının telefonları anında kilitlenmiş. Arayan herkes, spagetti ağacının nasıl yetiştirileceğini soruyormuş. Yetkililer arayanlara, bir kutu domates soslu spagettiyi ekin ve tutması için dua edin, cevabını vermiş. Bunun şaka olduğu ancak birkaç saat sonra izleyicilerle paylaşılmış.- 1962 yılında henüz renkli televizyona geçilmemişken İsveç’te bir program sunucusu izleyicilerin başlarına bir kadın çorabı geçirerek yayını renkli olarak izleyebileceklerini söylemiş. O gece ekranları başında, başına kadın çorabı geçirerek televizyon izleyenlerin sayısı tavan yapmış. - En güzeli de 1998’de, ABD’de, Burger King’in yaptığı şaka... Burger King, Today Gazetesi’ne verdiği ilanda solaklar için özel bir Whopper menü hazırladıklarını söylemiş. Ülkede yaşayan otuz iki milyon solak için hazırlanacak hamburgerler 180 derece dönebiliyormuş. Bu haberin bir şaka olduğu ertesi gün aynı gazeteden duyurulmasına rağmen aylarca Burger King’e giderek bu özel menüden isteyen ve bunların sağ ellerini kullananlar için de yapılmasını isteyenler olmuş.

Devamını Oku