Tülay Gürler Kurtuluş

Tülay Gürler Kurtuluş

-

Hayata ağıt yakmak

Haberin Devamı

Acı, hep vardı... Ağıtlar, onların sonsuz yakarışları olarak hep peşlerinden gitti.

Belki de bu yüzden ağıtın, taa İslamiyet öncesi sözlü edebiyat döneminden başlar hikayesi... Çünkü insan ilk kaybını yaşadığında yine kaybettiğiyle konuşmak istemiş belli ki... Kalanlara ne söylenebilir ki? Ancak gidenedir söylenecek son sözler...

Sagularla biliriz onu önce, halk edebiyatımızın hem anonim hem aşık tarzında ağıtlarıyla devam eder örnekleri...

Sevilenin ardından söz söyleme ihtiyacıdır, bizi ağıt yakmaya yönelten.

Gidenin yüzüne gitmeden önce söyleyemediklerimizi anlatırız, onu ne çok sevdiğimizi, bizdeki değerini, önemini, sahip olduklarının onu nasıl o yaptığını... Hele de kaybedilen gençse... Hele ki acısının ateşi düştüğü yeri yaktıysa, ardında yetim çocuklar, gözü yaşlı bir eş, yüreğinin ateşi hiç sönmeyecek bir ana bıraktıysa... Derdi ekmek parasıysa, onun peşinde verdiyse gençliğini toprağa...

Soma, bize insan olduğumuzu, bu insanlık içinde ne kadar aciz, ne kadar çaresiz kalabileceğimizi, sorumluluklarımızdan kaçtıkça ya da onları yok saydıkça anlara nasıl yenileceğimizi, birlik ve beraberliğe nasıl muhtaç olduğumuzu bir kere daha hatırlattı.

Boş işlerle iştigal eden gençliği düşündürdü. Okul sıralarında şikayet edenler, elleri kömür karası olmuş 19’luk gençlerin bir lokma ekmek uğruna toprak altında nasıl nefessiz kaldığını görünce hayatlarının düşündüler bir kez daha. Yetişkinleri düşündürdü. Hayatın anlamsız koşuşturması içinde takıldıkları özel veya genel tüm ayrıntılar, birer birer silindi zihinlerinden, gündemleri bir anda değişti. Ölümün nasıl da sarsıcı ve ani gelebildiğini, zaman, mekan, yaş gözetmeksizin toplumun yüzüne nasıl tokat gibi indiğini bir kez daha hatırladılar. Seçim döneminde, öncesinde, sonrasında yaşananların, konuşulanların; aklımıza takılanların hepsi bir kenara kaydı. Şimdi o ölen bir kişiye bağlı en az dört kişinin nasıl geçineceği, hayatına nasıl devam edeceği, gelecekten, milletten, devletten yeniden nasıl ümitli hale geleceğini düşünür olduk. Ne kadar insan olabildiğimizi, birbirimizi en son ne zaman gerçekten düşündüğümüzü, birbirimiz için en son ne zaman gerçekten, içimizden gelerek bir şeyler yaptığımızı düşündük.

Vatanımızı, milletimizi özümüzden çok sevmek inancıyla büyümüşken nasıl olup da birbirimizden bu kadar uzağa düştüğümüzü, birbirimizin iyi yanlarını övmekten, üretkenliğimizden, merhametimizden, misafirperverliğimizden söz etmekten zevk alırken, bunlarla gurur duyarken birdenbire nasıl olup da ‘bizden adam olmaz’lara geldik, düşünmeye başladık.

Bizim biz olduğumuzu hatırlamamız için hep bu tür tokatlar mı gerecek yüzümüzü değil, canımızı acıtan?

Nasıl bir millet olduğumuzu hatırlamak için eksikleri ya da tamları görmek, iyilik ya da kötülüklerimizi, doğruluklarımızı ya da saptığımız yanlış yolları görmek için hep böyle facialara mı ihtiyacımız var bizim? Hayatın son noktası ölüm, vakit saat gelince oradır bizim için. Ama vakit saat gelince...

Bu vakti saati yanlışlıklar, ihmaller, özensizlikler, farkındalıksızlıklar, sonracılıklarla erkene almak; adını hiç bilmediğimiz, elini hiç tutmadığımız ama öldüğü zaman hikayelerini dinledikçe ailemizden biri kadar yakınlaştığımız o gencecik adamları düşündükçe vicdan azabına sürükler bizi.

Yasalardan, tüzüklerden, eleştirilerden kaçabiliriz.
Vicdandan kaçılmaz ama.


Belki de ağıt bu sebeple vardır.

Çünkü ağıtı vicdan azabı çekmeyenler yakar. Gönülden sevenler, koşulsuz sevenler, gidene gerçekten içinden yananlar...

“Ecel tuzağını açamaz mısın
Açıp da içinden kaçamaz mısın
Azad eyleseler uçamaz mısın
Kırık mı kanadın, kolların hani”


diye Kağızmanlı Hıfzı gibi cevabını bildiği halde masum sorular soranlar...

“Elleri kara, alnı ak çocuklardı onlar, Akıllarında sevdikleri, dillerinde tatlı bir Ege türküsü...

Aydınlık yarınlar için, karanlığa inenler, Artık, akşamları eve gelmeyecekler.”

DİĞER YENİ YAZILAR