Fatih, kahvaltıda yumurtalı lapa mantı, kestaneli bulgur yerdi

6 Mayıs 2011

Bizans’tan Osmanlılar’a tarihi başkentin yeme içme kültürü, Prof. Artun Ünsal tarafından “İstanbul’un Lezzet Tarihi” adlı kitapta toplandı. NTV yayınlarından çıkan kitap, hem saray hem de sokağın lezzet tarihini gözler önüne seriyor. Padişahların yemek zevkinin de incelendiği kitapta İstanbul’un kahvaltıyla 1600’lerde tanıştığı, daha önceleri ise ilki gündüz, sonuncusu güneş batımından önce olmak üzere günde iki kez yemek yenildiği anlatılıyor. III. Mehmed döneminde Haçova Meydan Muharebesi’nin aşçılar sayesinde kazanılması ise bir başka bilinmeyen anektod...

Fatih, ünlü Kanunnamesi’nde ataları ve vezirleriyle birlikte yemek yemiş olsa da, kendisinin yalnız yiyeceğini açıklamış, ailesi dışında kimseyi sofraya davet etmeyeceğini bildirmişti. Tek başına yemek yemek, hükümdarın zirvedeki tekil konumunu simgeliyordu. Kanuni’nin akşam yemeklerini yakın dostu İbrahim Paşa ile yediği söylenirse de, gözlerden uzak, özel bir mekânda yediği sanılıyor. Tabii ki bu aynı zamanda protokol gereğiydi. Bu protokolün Fatih’ten de önceye dayandığı, II. Murad’ı da yalnız yerken gören Burgonya Dükü’nün temsilcisinin seyahatnamesinde anlatılıyor.

Fatih’in mönüsünde Haşerat-ı Bahriye vardı

Topkapı Sarayı mutfağı yemek yapmanın ötesinde, sultanın cömertliğini ve gücünü halka gösterme rolünü de üstlenmişti. Fatih’in dönemin deyişiyle “haşerat-ı bahriye” (deniz böcekleri), yani istakoz, midye ve istiridyeyi çok sevdiği söylenir. O dönemde karidese “kadriye” denirdi, kadriye ve istiridye saray mutfağında sık sık pişen yemeklerdendi. Fatih, Haziran-Temmuz aylarında yumurtalı lapa, mantı, kestaneli bulgur, tavukgöğsü, muntacana (koyun etinden yapılan bir yemek) ile güne başlıyordu. Fatih dönemi saray mutfak defterlerine göre bir çeşit tatlı su balığı, Fatih Sultan Mehmed ve maiyetine mahsus olarak alınıp pişiriliyordu. Süheyl Ünver, Fatih’e 878 yılının 3 Şevval Cumartesi günü hazırlanan yemekler arasında “piyazlı balığın” da bulunduğunu aktarır. Fatih, saray mutfağı harcamalarında tutumludur. Divan toplantısına katılan vezirlere gününe göre pekmezli yoğurt tatlısı, yumurtalı lapa, lahana çorbası, baş paça, yoğurtlu tutmaç veya yoğurtlu mantı gibi tek çeşit yemek çıkıyordu.

Devamını Oku

Osmanlı’nın çılgın projeleri

30 Nisan 2011

Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı “çılgın proje” kanal İstanbul için gelen tepkilerden birisi, “Bu projenin ilk olarak Sultan Süleyman tarafından gündeme getirildiği” oldu. Sultan Süleyman’ın projesinin “Boğaz’ın doğusunda olduğu” notu da düşüldü. Sultan Süleyman’ın Sakarya Nehri ile Sapanca Gölü’nü Marmara ile Karadeniz’e bağlama projesi, Osmanlı dönemindeki tek kanal projesi değildi. Gündeme getirildiği tarih ve teknik imkanlar düşünüldüğünde “çılgın” olarak nitelendirilebilecek diğer iki kanal projesi; Don ve Volga Nehirlerini birleştirmek ve Süveyşt’te bir kanal açmaktı... İşte Osmanlı padişahlarının rüyalarını süsleyen, dünyada o dönem örnekleri olmayan başka çılgın projelerden bazıları...

Sakarya ve İzmit’i birleştiren ikinci Boğaz

Kanuni Sultan Süleyman tarafından gündeme getirilen İkinci Boğaz Projesi, Sakarya Nehri, Sapanca Gölü ve İzmit Körfezi’nin birleştirilmesini öngörüyordu. Proje kapsamında 140 kilometrelik suni bir kanal açılacaktı. Projenin devamında ise İzmit Körfezi Karadeniz’e bağlanacaktı. Yani ikinci bir Boğaz projesiydi. Kanuni, bu proje için Mimar Sinan’ı görevlendirdi. Ölçüm, istimlak ve tesviye çalışmalarının yapan Mimar Sinan, projeyi savaş sebebiyle tamamlayamadı. Kanuni’den sonra Sultan III. Murad tarafından yeniden keşifleri yapılan proje, Sultan IV. Mehmed, Sultan III. Mustafa, Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde de gündeme getirildi, üzerinde çalışıldı ancak hayata geçirilemedi.

Boğaz’a 4 minareli Hamidiye köprüleri

Devamını Oku

Notre Dame’ın Kamburu’nun biletleri 30 dakikada tükendi

26 Mart 2011

Ankara uzun zamandır bu kadar çok ilgi gören bir bale eseri ile karşılaşmamıştı. Ankara Devlet Balesi’nin sahneye koyduğu ölümsüz eser Notre Dame’ın Kamburu’nun biletleri satışa çıktığı 30 dakika sonra tükendi. Ciddi bir hazırlık süreci sonucu ortaya çıkan bu muazzam bale gösterisi, 130 kişilik kadro ile sahneleniyor. Başrolünde ise yurt dışında “Uçan Türk” olarak tanınan ödüllü balet Serhat Güdül var. Gösteri bunun yanında ilkleri de beraberinde getiriyor; ilk 3 boyutlu dekor ile de karşı karşıya kalacaksınız...

Fransız şair ve yazar Victor Hugo, Notre Dame Katedrali’ni gezerken, duvara derince kazılı, “ANAAKH” sözüyle karşılaşır... Eski Yunanca’da “bedenin çektiği acı” anlamına gelen bu söz, yazarın beyninde ve yüreğinde derin bir etki bırakır... Aynı zamanda da, “Eski kilisenin alnına bir suç ya da felaket damgasını vurmadan bu dünyadan ayrılmak istemeyen, acı içinde kıvranan bu ruh acaba kimdi?” diye düşünmesine yol açar... Ve bu sözcükten yola çıkan Hugo, ünlü eseri Notre Dame’ın Kamburu’nu yazar... Kambur zangoç “Quisamodo”, güzeller güzeli “Esmeralda” karakterleriyle hafızalarda yer eden Hugo’nun bu ölümsüz eseri, birçok kez beyaz perdeye uyarlandı. Eser “Esmeralda” adıyla bale olarak da sahnelendi. Notre Dame’ın Kamburu’nu yeniden gündemimize taşıyan, Ankara Devlet Opera ve Balesi oldu.
Eserin bale olarak sahnelenmesinin yankısı o kadar büyük oldu ki, Mart ayı biletleri satışa çıktıktan 30 dakika sonra tükendi. Yoğun ilgi üzerine Genel Müdürlük biletlere kota getirdi ve her izleyicinin en fazla 4 bilet satın alabileceğini duyurdu. Yaklaşık 1.5 yıldır hazırlıkları süren, tamamen Ankara Devlet Balesi’nin prodüksiyonu olan eser, orjinalinden biraz farklı. Olayların, Quisamodo’nun gözünden anlatıldığı eser, sürpriz sonuyla da izleyenleri şaşırtıyor. Geçen yıl kapalı gişe oynayan “Üç Silahşörler” balesinde imzaları olan Başkoreograf Armağan Davran ve Bale Başöğretmeni Volkan Ersoy’un librettosunu yazıp, koreografisini hazırladığı iki perdelik eserin müzikleri, Bujor Hoinic tarafından yapıldı. Balede ilk kez kullanılan üç boyutlu dekoru Adnan Öngün, eserin kostümlerini ise Çimen Somuncuoğlu hazırladı. Quasimodo’nun yaklaşık 3 saat süren makyajını, balenin deneyimli Başperukacısı Macit Kavuncu yapıyor...
“Esmeralda” adındaki güzel çingeneye büyük hayranlık besleyen ancak tüm çabalarına rağmen onu katedralin papazının entrikalarından koruyamayan kambur zangoç Quisamodo’yu, yurt dışında aldığı madalyalar ve başarılarıyla tanınan, “Uçan Türk” lakaplı balet Serhat Güdül oynuyor. Orkestra, bale ve teknik ekiple yaklaşık 130 kişilik kadrosu bulunan “Notre Dame’ın Kamburu” balesi Mayıs ayı sonuna kadar sahnelenecek.

Serhat Güdül (Balet- Quasimodo) Kambur dans edebilmek için gece gündüz çalıştım

Devamını Oku

Sıra dışı bir sergi: Savaş Güç ve İnanç

19 Mart 2011

İlk insanların taştan yaptığı silahla, modern çağın yokedici silahı atom bombasının resmedildiği bir tabloyu yan yana düşünün... Dokoupil’in anne sütünden yaptığı eseriyle, 5 bin yıl önce betimlenen “çocuğunu emziren” Horoztepe heykelciğini birlikte gözünüzün önüne getirin... Ya da Ergin İnan’ın “Kümbeti” ile Friglerin efsanevi Kralı Midas’ın mezar odasının rekonstrüksiyonunu yan yana düşünün... Yani müzelik eserlerle, aynı temadaki çağdaş sanatçılara ait eserleri birlikte hayal edin... İşte Anadolu Medeniyetleri Müzesi, 26 Mart - 9 Kasım tarihlerinde böyle sıra dışı bir sergiye ev sahipliği yapacak. GaleriArtist’in kurucusu Dağhan Özil’in koleksiyonunda bulunan Türkiye ve dünyanın önemli çağdaş sanatçılardan seçilen 34 eser, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki binlerce yıllık tarihi eserlerle eşleştirildi. Serginin adı; Savaş, Güç ve İnanç... Türkiye’de ilk kez yapılan bu serginin fikir babası koleksiyoner Özil’le konuştuk...

Savaş, Güç ve İnanç” sergisi fikri nasıl doğdu?
Türkiye’de daha önce bu kapsamda bir sergi olmadı. Yalnız Sabancı Müzesi’ndeki hat koleksiyonu ile Deutsche Bank’ın çağdaş sanatlar eserleri birlikte sergilendi. Sabancı Müzesi’nde 2007’de yapılmıştı bu sergi. Ama arkeolojik eserlerle çağdaş eserlerin buluşması ülkemizde ilk kez oluyor.

* Aslında benzer bir sergilemeyi GaleriArtist’te siz de yapıyorsunuz?

Devamını Oku

Barbaros korsandı!

12 Mart 2011

Barbaros Hayreddin Paşa... Çocukluk hafızamızda Preveze Deniz Zaferi ile özdeşleşmiş bir isim... Midilli’den Tunus, Cezayir ve İstanbul’a uzanan bir kahramanlık öyküsü... Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin geçtiğimiz günlerdeki bir sözüyle Barbaros Hayreddin Paşa yeniden gündeme geldi. Ancak bu sefer zaferleri ya da kahramanlık öyküleri değil “korsan” olup olmadığı tartışılıyor Paşa’nın. Zira Kaddafi, Osmanlı devletinin ünlü “Kaptan-ı Derya”sı olan Barbaros Hayreddin Paşa’ya atıf yaptığı cümlesinde şöyle diyordu: “Ülkemdeki olayların arkasında El Kaide var. El Kaide ordusunun kazanması halinde Akdeniz’de Barbaros Hayreddin zamanındaki korsanlıklar yaşanacak...” Kaddafi’nin “korsan” nitelemesi tarihçilere soruldu. Bazı isimler şiddetle karşı çıkıp, “Hayır korsan değildi” derken, bir kısım ise “Korsandı” açıklaması yaptı. Barbaros Hayreddin Paşa’ya dair bazı kaynaklarda da ondan bahsedilirken “korsan” deniliyor... Peki gerçekten ömrü “derya”da geçen, birçok zaferlere imza atmış bu isim korsan mıydı?

“Barbaros korsandı” diyen isimlerden birisi de akademisyen yazar, Dr. Mehmet Ali Kılıçbay. Barbaros Hayreddin’in korsan olduğunu söyleyen Kılıçbay, hemen bir dipnot düşüyor; tabii ‘korsan’ derken, Karayip Korsanları’ndaki Johnny Depp gibi değildi... Türkçe’de “korsan” ile “deniz haydutluğu” kelimelerinin ayrımının yapılmadığına dikkat çeken Kılıçbay, şöyle diyor: “Birincisi, Barbaros Hayreddin korsandır. İkincisi, o dönem Cezayir’dekilerin hepsi korsandır... Andre Dorya da, Kristof Kolomb da korsandı... O dönem herkes korsanlık yapıyordu. Ama bu bizim algıladığımız anlamda korsanlık değil. Korsan ile deniz haydutluğu farklı şeyler. Bizim korsan denildiğinde film karakterlerinden de çağrışım yaparak aklımıza gelenler deniz haydutları. Onlar pespaye adamlar. Korsan ile deniz haydutluğunu ayırmak lazım. Ama bizde ayrılmıyor. Pirate kelimesi var (deniz haydutu) bir de corseir (korsan) var. Ama biz hepsine korsan diyoruz, ki bu yanlıştır. O dönem deniz haydutları, şu anda Somali’de gemilere saldıranlar gibi önüne geleni yağmalıyorlar. Korsanlar ise çok örgütlü. Barbaros ailesi Cezayir’in yönetimine de sahip. Cezayir’i aslında Osmanlı yönetmiyor. Osmanlı’nın orada bir beylerbeyi var ama o da yönetmiyor. Dayı denilen korsanların kendi aralarından seçtikleri önderleri yönetiyor. Beylerbeyi orada kukla, hiçbir yetkisi yok, yetki tamamen korsanlarda. Barbaros, Osmanlı’nın hizmetine girmeden korsanlık yapıyor. Osmanlı hizmetine girince Kaptan-ı Derya oluyor. Devlet gemileriyle yaz aylarında İtalyan limanları yağmalanıyor. 16. yüzyılın sonuna kadar bu durum böyle devam etmiştir... Yani o dönemden sonra da bir anlamda meşru-yasal korsanlık yapıyor...”

Barbaros ailesi

Kaynaklara göre Fatih Sultan Mehmet zamanında Midilli adası fethedildikten sonra kalenin muhafazası için kul taifesinden bazı yiğitler tayin olunup yazıldılar. Bunların içinde Selanik yakınlarındaki Vardar Yenicesi’nden Yakup Ağa da vardı. Ağa’nın dört oğlu vardı; İshak, Oruç, Hızır ve İlyas. İshak, Midilli’ye yerleşti. Oruç ve Hızır, deryada ticaret yaptı. Oruç Reis namlı bir korsandı. Ona “Türk korsanlarının babası” da deniliyordu. Tüm kardeşlerin kollarında armaları olan çapraz kılıç resmi üzerine dağlanmış Barbaros kelimesi vardı. Bir sefer sırasında İlyas, Rodos gemileriyle yapılan savaşta öldü, Hızır ise esir düştü. Buradan kurtulduktan sonra kardeşinin öcünü almak için harekete geçti. Oruç ve Hızır Reisler, deryadaki seferleriyle ünlendi, nam saldılar... Oruç Reis de kardeşi İlyas gibi bir seferde şehit düştü... Hızır, Kanuni Sultan Süleyman’ın teklifi üzerine İstanbul’a giderek, Kaptan-ı Derya oldu. Preveze Deniz Zaferi ile büyük bir başarı elde etti. Bu savaş sonrasında bir sefer daha yaptı. 4 Temmuz 1546’da İstanbul’da vefat etti. Beşiktaş’taki türbesine defnedildi. Anısına Beşiktaş semtinde Barbaros Anıtı dikildi.

Devamını Oku

Sultan’ın beğenmediği cariyeler 25 yaşından sonra saraydan gönderilirdi

21 Ocak 2011

“Muhteşem Yüzyıl” adlı diziyle Osmanlı saray hayatı yeniden gündemimize girdi. “Padişahlar dudaktan öpüşür müydü?”, “İçki içer miydi?”, “ Şehvet düşkünü müydü?” gibi tartışmalar sürerken, dönem kitaplarına ilgi de yeniden canlandı. Tam da bu zamanda, Metin And’ın 1994 yılında yayımlanan “16. yüzyılda İstanbul” adlı kitabı, Yapı Kredi Yayınları tarafından tekrar çıkarıldı. Kitapta imparatorluğun en parlak dönemi olan 16’ncı yüzyılda İstanbul ve saray hayatı, birinci el kaynaklara dayanarak anlatılıyor.

Saray

Sultan’a sarayda özel olarak seçilmiş 6 erkek hizmet ederdi

Sultan Süleyman’ın sarayı, Boğaz’ın Marmara Denizi’yle birleştiği noktada, kıyının denizin içine doğru sarktığı bir yerdeydi. Buraya Babıali deniyordu. Üç mil uzunluktaki duvarlar içerisinde hem ikametgahı, hem de Divanı yer alıyordu. Bu sarayın yapımı Fatih Sultan Mehmed tarafından başlatılmış ve Ramberti’ye göre, Sultan Mehmed vasiyetnamesinde sarayın yaptırdığı caminin mülkü olmasını ve bu camiye günlük 1000 akçe ödenmesini buyurmuş. Bu ödeme Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında da sürüyormuş. Saray’da Sultan’a özel olarak seçilmiş 6 genç erkek hizmet ediyordu. Gündüzleri bu gençlerden ikisi Sultan’a özel odasında hizmet veriyordu. Geceleyin nöbette yine iki genç oluyordu. Bunlar Sultan uyurken nöbet tutuyorlardı; biri ayakucunda, diğeri başucunda ellerinde yanar meşalelerle... Bunlar sabahleyin Sultan’ın giyinmesine yardım ederlerken, her gün onun kaftanının ceplerinden birine 1000 akçe, diğerine 1000 altın düka koyarlardı. Geceleyin gençler Sultan’ı yatmaya hazırlarken onun ceplerinde buldukları tüm parayı bahşiş olarak alırlardı. Ancak söylendiğine göre Sultan’ın ihsan dağıtırken eli öylesine açıktı ki, ceplerinde yalnızca birkaç kuruş kalırdı. Sultan avlanmak için ya da başka bir amaçla saraydan çıkarken kendisine Haznedarı eşlik ederdi.

Devamını Oku