Şule Türker

Şule Türker

-

Fatih, kahvaltıda yumurtalı lapa mantı, kestaneli bulgur yerdi

6 Mayıs 2011

Bizans’tan Osmanlılar’a tarihi başkentin yeme içme kültürü, Prof. Artun Ünsal tarafından “İstanbul’un Lezzet Tarihi” adlı kitapta toplandı. NTV yayınlarından çıkan kitap, hem saray hem de sokağın lezzet tarihini gözler önüne seriyor. Padişahların yemek zevkinin de incelendiği kitapta İstanbul’un kahvaltıyla 1600’lerde tanıştığı, daha önceleri ise ilki gündüz, sonuncusu güneş batımından önce olmak üzere günde iki kez yemek yenildiği anlatılıyor. III. Mehmed döneminde Haçova Meydan Muharebesi’nin aşçılar sayesinde kazanılması ise bir başka bilinmeyen anektod...Fatih, ünlü Kanunnamesi’nde ataları ve vezirleriyle birlikte yemek yemiş olsa da, kendisinin yalnız yiyeceğini açıklamış, ailesi dışında kimseyi sofraya davet etmeyeceğini bildirmişti. Tek başına yemek yemek, hükümdarın zirvedeki tekil konumunu simgeliyordu. Kanuni’nin akşam yemeklerini yakın dostu İbrahim Paşa ile yediği söylenirse de, gözlerden uzak, özel bir mekânda yediği sanılıyor. Tabii ki bu aynı zamanda protokol gereğiydi. Bu protokolün Fatih’ten de önceye dayandığı, II. Murad’ı da yalnız yerken gören Burgonya Dükü’nün temsilcisinin seyahatnamesinde anlatılıyor. Fatih’in mönüsünde Haşerat-ı Bahriye vardıTopkapı Sarayı mutfağı yemek yapmanın ötesinde, sultanın cömertliğini ve gücünü halka gösterme rolünü de üstlenmişti. Fatih’in dönemin deyişiyle “haşerat-ı bahriye” (deniz böcekleri), yani istakoz, midye ve istiridyeyi çok sevdiği söylenir. O dönemde karidese “kadriye” denirdi, kadriye ve istiridye saray mutfağında sık sık pişen yemeklerdendi. Fatih, Haziran-Temmuz aylarında yumurtalı lapa, mantı, kestaneli bulgur, tavukgöğsü, muntacana (koyun etinden yapılan bir yemek) ile güne başlıyordu. Fatih dönemi saray mutfak defterlerine göre bir çeşit tatlı su balığı, Fatih Sultan Mehmed ve maiyetine mahsus olarak alınıp pişiriliyordu. Süheyl Ünver, Fatih’e 878 yılının 3 Şevval Cumartesi günü hazırlanan yemekler arasında “piyazlı balığın” da bulunduğunu aktarır. Fatih, saray mutfağı harcamalarında tutumludur. Divan toplantısına katılan vezirlere gününe göre pekmezli yoğurt tatlısı, yumurtalı lapa, lahana çorbası, baş paça, yoğurtlu tutmaç veya yoğurtlu mantı gibi tek çeşit yemek çıkıyordu. Haçova Savaşı’nı aşçıların kahramanlığı kazandırdıTopkapı Sarayı mutfağında Fatih döneminde 100, II. Beyazıd zamanında 160, Kanuni devrinde 272, III. Murad’ın saltanatının son zamanlarına kadar 1000 kişi çalışırdı. Bunların hepsi kadrolu personeldi, ayrıca mutfakta 200 acemi oğlan bulunurdu. Padişahlar sefere çıktıklarında Has Mutfak (Padişahın özel mutfağı) da yeterli personeli ile onu izlerdi. III. Mehmed’in Ekim 1596’da kazandığı Haçova Meydan Muharebesi’nde zaferin büyük payının aşçılarda olduğu söylenir. Otağ-ı Hümayun’a saldıran düşman askerlerine aşçılar satır, kepçe, maşa ve odunlarla saldırıp perişan etmişlerdi.Kahvaltı kültürü kahvenin Osmanlı’ya girişiyle başladı 16’ıncı yüzyılda günde iki kere yemek yenilirdi; ilk yemek gündüz, son yemek güneş batımından önce... Kahvaltının, daha doğrusu “kahve-altı”nın ortaya çıkışı, İstanbulluların kahveyle tanışmasına, yani 1550’lerin sonrasına uzanır. Kahve için tütün çubuğu tüttürmeden önce bir şeyler atıştırma adetinin doğuşu da 1600’leri bulmuştu. Şeyhülislam Esad Efendi’nin 1732’de tamamladığı Lehçetü’l Lugat adlı sözlükte ilk kez kahvaltıdan söz edilirken, bunun Farsça “Piş-hored” (ön yemek) anlamına geldiği belirtiliyordu. Eskiden seyyar satıcılara “tablalı piyade”ler denirdi Evliya Çelebi’ye göre 1647’de İstanbul’da 300 işkembeci dükkânı vardı, çalışanları da yaklaşık 800’ü buluyordu. Galata’da balık çorbası, tava balık ve tuzlu balık satan dükkânlar da bulunurdu. Bir de Evliya Çelebi’nin “tablalı piyade” adını verdiği seyyar satıcılar vardı. Onları da şöyle sıralıyor: Zerdeciyan, başçıyan, kebabçı, köfteciyan, püryanciyan, yahniciyan, dolmacıyan, südli aşçıyan, şekerciyan, salebciyan, muhallebiciyan, helvaciyan, börekçiyan, çörekçiyan, simitçiyan, katayifçiyan, lokmacıyan, gözlemeciyan, yemişçiyan, bozacıyan, meyhaneciyan, kaymakcıyan, ekmekciyan, yoğurtciyan, peynirciyan...Kıpçaklarda sofrada tatlı yemek ayıptı Mutfak sözlüğü, İstanbul’da uygarlıkların kesiştiğini gösteriyor. Reçel Farsça “riçal”den, pide Yunanca “pita”dan, aş, yoğurt, çanak çömlek ise Orta Asya Türkleri’nden günümüz diline miras kalmış. Orta Asya’daki Türk boylarının at, sığır, koyun, keçi etlerinin yanı sıra geyik, tavşan, kaz etini de şişte ya da ızgarada “biryan” (kebap) veya “çevirme” tekniğiyle ya da bütün kuzuyu kürekle açtıkları bir çukurda kor ateşinde, bütün bir oğlağı külde, saçta, tencere buğusunda pişirip yedikleri biliniyor. Eti kurutup, “kak-et”, “kakaç” ya da “yakoz-et” veya “soktu” denen sucuklar, kısrak sütünden kımız mayalayıp tüketiyorlardı. Balıkla tanışmadıklarını öne sürmek de yanlış olur. Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lugati’t-Türk’ünden yapılan bir alıntı, “Er balıksadı” (adamın canı balık çekti) Türklerin balık yediklerini de gösterir. Buna karşılık tatlıdan fazla hoşlanmadıkları da öne sürülür. İbn Battuta’ya göre, Kıpçak Türkleri sofrada tatlı yemeyi ayıp sayardı. Zeytinyağlıyı Osmanlı’ya Rumlar getirdiZeytinyağının İstanbul mutfağında uzun bir geçmişi yok. Girit’in Osmanlı topraklarına katılmasıyla zeytinyağı ticareti arttı. Zeytinyağlıların İstanbullu Rum ve Ermenilerin mutfağına girmesi ise 19’uncu yüzyıl ortalarını buldu. Önceleri zeytinyağı, aydınlatma ve sabun üretiminde kullanılırdı. Müslümanlar balık yemeklerinde sade yağı tercih ederlerdi. Zeytinyağının mutfaklara girmesi, İstanbul’a gelen adalı ve Egeli göçmenler sayesinde oldu. Yeniçeriler padişahın sunduğu yemeğe hücum ederek bağlılıklarını gösteriyorlardıHer yeniçeri ortasının ayrı mutfağı vardı. Ortanın komutanı olan subayın unvanı “çorbacı”ydı, rütbesinin işareti olarak belinde kepçe taşırdı. Yeniçeriler, sabahları çorba içer, ana öğünde de hoşaf, pirinç, bulgur, az et yerlerdi. Ancak pilavın özel bir yeri vardı. Kapıkulu Ocakları her üç ayda bir saraya gidip ikinci avluda toplanır, maaşlarını aldıktan sonra saray mutfağında kendileri için hazırlanmış yemekleri yeme iznini beklerdi. Bu törene “çanak yağması” denirdi. Etli pilav sahanları yere konur, Yeniçeriler izin verilir verilmez tabaklara doğru hücum ederlerdi. Çanak yağması, padişahın cömertliğini sembolize eden bir törendi. Yeniçerilerin izin çıktıktan sonra “çorbaya seğirtmeleri” yani yemeğe yönelmeleri, aynı zamanda padişaha olan bağlılıklarının da göstergesiydi. Yeniçeriler ayaklanacakları zaman dağıtılan yemekleri yemezlerdi. Çanak yağmasına katılmamak isyanın başlangıcıydı ve buna “kazan kaldırmak” denirdi. Padişah gücünü ortaya koyan, yeniçerilerin kendisine bağlılığını gösteren çanak yağmasını yabancı elçilerin görmesini özellikle arzu ederdi. Kefal “asil”, çiroz “sefil” Bizans’ta sınıf farkının bir tasviri,XIV. yüzyılda Konstantinopolis’te yazılmış bir vatana ihanet davasında tarafların birer balık olarak temsil edildiği Balık Kitabı’nda (Opsarologas) görülür: Kefal, tatlı su levreği ve dil balığı gibi çok lezzetli balıklar, üst düzey görevliler; daha az lezzetli sardalya, iskorpit ve öteki daha az sevilen izmarit gibi balıklar alt düzey görevliler; kurutulmuş uskumru (çiroz) ise davanın sanıklarıydı.

Devamını Oku

Osmanlı’nın çılgın projeleri

30 Nisan 2011

Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı “çılgın proje” kanal İstanbul için gelen tepkilerden birisi, “Bu projenin ilk olarak Sultan Süleyman tarafından gündeme getirildiği” oldu. Sultan Süleyman’ın projesinin “Boğaz’ın doğusunda olduğu” notu da düşüldü. Sultan Süleyman’ın Sakarya Nehri ile Sapanca Gölü’nü Marmara ile Karadeniz’e bağlama projesi, Osmanlı dönemindeki tek kanal projesi değildi. Gündeme getirildiği tarih ve teknik imkanlar düşünüldüğünde “çılgın” olarak nitelendirilebilecek diğer iki kanal projesi; Don ve Volga Nehirlerini birleştirmek ve Süveyşt’te bir kanal açmaktı... İşte Osmanlı padişahlarının rüyalarını süsleyen, dünyada o dönem örnekleri olmayan başka çılgın projelerden bazıları... Sakarya ve İzmit’i birleştiren ikinci BoğazKanuni Sultan Süleyman tarafından gündeme getirilen İkinci Boğaz Projesi, Sakarya Nehri, Sapanca Gölü ve İzmit Körfezi’nin birleştirilmesini öngörüyordu. Proje kapsamında 140 kilometrelik suni bir kanal açılacaktı. Projenin devamında ise İzmit Körfezi Karadeniz’e bağlanacaktı. Yani ikinci bir Boğaz projesiydi. Kanuni, bu proje için Mimar Sinan’ı görevlendirdi. Ölçüm, istimlak ve tesviye çalışmalarının yapan Mimar Sinan, projeyi savaş sebebiyle tamamlayamadı. Kanuni’den sonra Sultan III. Murad tarafından yeniden keşifleri yapılan proje, Sultan IV. Mehmed, Sultan III. Mustafa, Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde de gündeme getirildi, üzerinde çalışıldı ancak hayata geçirilemedi. Boğaz’a 4 minareli Hamidiye köprüleri Dünyanın ilk telgraf hattının kurulduğu, dünyanın ikinci metrosunun yapıldığı, dünyanın üçüncü büyük donanmasına sahip olan Osmanlı döneminde “ileri görüşlü” padişahların, “çılgın” olarak adlandırılabilecek projeleri arasında Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın İstanbul Boğazı’na köprü yapılarak Anadolu ile Avrupa yakalarını birleştirmesi projesi, ilk sırada geliyor. Abdülhamid Han döneminde “Hamidiye” adı verilen iki köprü yapılması planlandı. Köprülerden biri Rumelihisarı-Anadoluhisarı arasında, yani Boğaz’ın en dar yerinde, diğeri ise Sarayburnu-Üsküdar arasında olacaktı. Şimdiki Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün bulunduğu yerde kurulacak 1. Hamidiye Köprüsü, o zamanki ismiyle Cisr-i Hamidi, Bağdat Demiryolu hattına bağlanacaktı. Projeye göre dev bir kâide üzerinde yükselen 4 minâreli ve kubbeli 3 camisi vardı köprünün... Bir anlamda camilerin gölgesinde kıtalararası seyahat öngörülüyordu. Oldukça heybetli ve görkemli köprünün minâreleri ve kubbeleri, Osmanlı padişahı ve tüm Müslümanların halifesi Sultan Abdülhamid Han’ın azameti ve kudretini âlem-i cihana göstermesi maksadıyla tasarlanmıştı. Granitten yapılmış devâsâ kalınlıktaki köprü kâideleri üzerinde 4 minâreli kubbelerin yanı sıra toplar da yerleştirilecek, döner kuleler sayesinde de Boğaz’dan yabancı gemilerin geçişi kontrol altına alınacaktı. Ayrıca güvenlik için çok sayıda gözetleme kuleleri de vardı. Köprünün geceleri 15 fener ve binlerce lambayla aydınlatılması da öngörülmüştü. Henüz 1. Hamidiye Köprüsü yapılmadan, bir köprü projesi daha gündeme geldi. Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e çizdirdiği projede, Sarayburnu-Üsküdar arasına bir köprü planlanmıştı. Köprü, 5 ayak üzerine kurulacak, orta ayağı 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulacaktı. Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün üstünden yayalar, faytonlar geçerken, altından da teleferik şeklinde asma tren geçecekti. Planlanan bu 2. Hamidiye Köprüsü’nün uzunluğu 1700 metre olacaktı. Projeye göre 2. Hamidiye Köprüsü’nün altında biri gidiş, diğeri geliş olmak üzere 2 teleferik bulunuyordu. Köprüdeki tren yolu, Sarayburnu ayağında Sirkeci tren yoluna bağlanacaktı. Medine’den trene binen biri bu köprü sâyesinde Viyana’ya kadar hiç inmeden gidebilecekti.Ancak tüm detayları projelendirilen bu projeler, 93 Harbi denilen 1878 Osmanlı-Rus savaşının çıkmasıyla ertelendi.Daha sonra da Abdülhamid’in tahttan indirilmesi nedeniyle hayata geçirilemedi. Gerçekleşen muhteşem eser: Hicaz DemiryoluSultan İkinci Abdülhamid Han’ın “rüyam” dediği bir projeydi ve uzun yıllar gerçekleşmesi için çalıştı. İstanbul-Bağdat-Şam demiryolunun devamı olarak planlandı. 1900 yılın Eylül ayında Şam’da düzenlenen bir törenle temeli atılan proje, bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Osmanlı gazeteleri, proje için “muhteşem eser” ve “Mukaddes Hat” başlıkları attı. Müslümanlar, Sultan’a sevinç ve teşekkür telgrafları çekti. 1464 kilometreyi bulan Şam-Medine-i Münevvere hattı, 1908 yılında Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından açıldı. Planlanmasına rağmen Medine-Mekke, Mekke-Cidde ve Yemen hatları yapılamadı.Abdülmecit’in deniz tüneli (tüp geçit) projesiSultan Abdülmecid, Boğaz içinde bir deniz tüneli (Tünel-i Bahri, Cisr-i Enbubi), günümüzdeki adıyla ‘Tüp Geçit’ projesini gündemine aldı. 1860 yılında Fransız Jaggues Preault tarafından projelendirilen, Anadolu yakasını Rumeli yakasına bağlayacak olan tüp geçitle, hem iki kıta tren yoluyla birleştirilecek, hem de padişah bunu gerçekleştiren ilk kişi olarak tarihe geçecekti. Projeye göre tünel 16 sütun üzerinde inşa edilecekti. Tünelden geçecek olan tren de “kıtalararası ilk tren” olacaktı. Ancak Abdülmecid belgelere göre “güvenlik” sebebiyle projeyi bir süre rafa kaldırdı. Abdülmecid vefat edince de proje unutuldu. Bu konudaki tekliflerden birini de Galata ve Pera arasındaki tünelin mühendisi Euqene Henri Gavand yaptı. Gavand, şimdiki Karaköy-Galata tüneli işletmeye açıldıktan bir sene sonra, 1876’da hükümete Sarayburnu ve Üsküdar arasında bir tüp geçit projesi sundu.Sokullu’nun en çılgın projesi Don-Volga kanalı Bazı tarihçilerin “Osmanlı dönemine ait en çılgın proje” olarak gösterdiği Karadeniz’in Don-Volga üzerinden Hazar Denizi’ne, Akdeniz’in de Asi Nehri ile Fırat Nehri üzerinden Basra Körfezi’ne birleştirilmesi, Sokullu Mehmed Paşa tarafından gündeme getirildi. Sokullu, Orta Asya’ya ve Kafkasya’ya giden yol için ilgililerle görüştüğü zaman görüş açıklayanlar, kısa yolun Azak Denizi’ne akan Volga Nehri’nin en yakın yerinden bir kanal açılarak, bu iki nehrin birleşmesiyle mümkün olacağını söylediler. Eğer bu kanal olursa, Ruslar’ın Volga havalisinden elleri kesilecek, eski bir Türk ve Müslüman şehri olan Ejderhan ve etrafı devletin nüfuzu altına girecekti. Sokullu Mehmed Paşa Şıkk-ı sâni defterdarı Kasım Bey’i, Kefe Sancakbeyliği’ne tayin ederek, bu iş üzerinde incelemelerde bulunmasını istedi. Kasım Bey’in raporu üzerine Rusların muhtemel taarruzlarına karşı asker tedarikine başlandı. Kanal işinde çalışacak olan amele taburlarından üç bin Yörük, Müsellem ve Tatar’dan başka üç bin Yeniçeri ile 20 bin tımarlı süvari de gitti. Kanalda kullanılmak üzere Kefe’de yapılacak gemiler için hassa reislerinden Hızır Reis kaptan olarak gönderildi. Üç ay süren faaliyet sonucunda iki nehir arasındaki mesafenin üçte biri kazıldı. Bu durumdan memnun olmayan Kırım Hanı, “Kışın şiddetini ve dokuz ay sürdüğünü” amele ve askerler arasında yaydırdı. Bunun sonucunda çalışanlar arasında hoşnutsuzluklar başgösterdi. Kışın da gelmesiyle Sokullu’nun “çılgın projesi” tamamlanamadı.

Devamını Oku

Notre Dame’ın Kamburu’nun biletleri 30 dakikada tükendi

26 Mart 2011

Ankara uzun zamandır bu kadar çok ilgi gören bir bale eseri ile karşılaşmamıştı. Ankara Devlet Balesi’nin sahneye koyduğu ölümsüz eser Notre Dame’ın Kamburu’nun biletleri satışa çıktığı 30 dakika sonra tükendi. Ciddi bir hazırlık süreci sonucu ortaya çıkan bu muazzam bale gösterisi, 130 kişilik kadro ile sahneleniyor. Başrolünde ise yurt dışında “Uçan Türk” olarak tanınan ödüllü balet Serhat Güdül var. Gösteri bunun yanında ilkleri de beraberinde getiriyor; ilk 3 boyutlu dekor ile de karşı karşıya kalacaksınız... Fransız şair ve yazar Victor Hugo, Notre Dame Katedrali’ni gezerken, duvara derince kazılı, “ANAAKH” sözüyle karşılaşır... Eski Yunanca’da “bedenin çektiği acı” anlamına gelen bu söz, yazarın beyninde ve yüreğinde derin bir etki bırakır... Aynı zamanda da, “Eski kilisenin alnına bir suç ya da felaket damgasını vurmadan bu dünyadan ayrılmak istemeyen, acı içinde kıvranan bu ruh acaba kimdi?” diye düşünmesine yol açar... Ve bu sözcükten yola çıkan Hugo, ünlü eseri Notre Dame’ın Kamburu’nu yazar... Kambur zangoç “Quisamodo”, güzeller güzeli “Esmeralda” karakterleriyle hafızalarda yer eden Hugo’nun bu ölümsüz eseri, birçok kez beyaz perdeye uyarlandı. Eser “Esmeralda” adıyla bale olarak da sahnelendi. Notre Dame’ın Kamburu’nu yeniden gündemimize taşıyan, Ankara Devlet Opera ve Balesi oldu. Eserin bale olarak sahnelenmesinin yankısı o kadar büyük oldu ki, Mart ayı biletleri satışa çıktıktan 30 dakika sonra tükendi. Yoğun ilgi üzerine Genel Müdürlük biletlere kota getirdi ve her izleyicinin en fazla 4 bilet satın alabileceğini duyurdu. Yaklaşık 1.5 yıldır hazırlıkları süren, tamamen Ankara Devlet Balesi’nin prodüksiyonu olan eser, orjinalinden biraz farklı. Olayların, Quisamodo’nun gözünden anlatıldığı eser, sürpriz sonuyla da izleyenleri şaşırtıyor. Geçen yıl kapalı gişe oynayan “Üç Silahşörler” balesinde imzaları olan Başkoreograf Armağan Davran ve Bale Başöğretmeni Volkan Ersoy’un librettosunu yazıp, koreografisini hazırladığı iki perdelik eserin müzikleri, Bujor Hoinic tarafından yapıldı. Balede ilk kez kullanılan üç boyutlu dekoru Adnan Öngün, eserin kostümlerini ise Çimen Somuncuoğlu hazırladı. Quasimodo’nun yaklaşık 3 saat süren makyajını, balenin deneyimli Başperukacısı Macit Kavuncu yapıyor... “Esmeralda” adındaki güzel çingeneye büyük hayranlık besleyen ancak tüm çabalarına rağmen onu katedralin papazının entrikalarından koruyamayan kambur zangoç Quisamodo’yu, yurt dışında aldığı madalyalar ve başarılarıyla tanınan, “Uçan Türk” lakaplı balet Serhat Güdül oynuyor. Orkestra, bale ve teknik ekiple yaklaşık 130 kişilik kadrosu bulunan “Notre Dame’ın Kamburu” balesi Mayıs ayı sonuna kadar sahnelenecek. Serhat Güdül (Balet- Quasimodo) Kambur dans edebilmek için gece gündüz çalıştım“Canlandırdığım rol, kitaptakinden biraz daha farklı. Herkesin korktuğu değil, duygusal, halkın sevdiği ama acıdığı bir karakter. Ve tabii ki kambur. Dünyada ilk defa Quasimodo’nun dans ettirildiği bir koreografi oldu. Bizim için en zor kısmı da dans bölümü oldu. Çünkü klasik baledeki o düz duruşlar burada yok. Dans ederken “dik dur” diye uyarılır. Beni bu kez “dik durma, kambur dur” diye uyardılar. Kambur, tek ayak topal dans etmek gerçekten çok zor. Bunu yapabilmek için gece gündüz çalıştım. İlk dönemler her yerim tutuldu, sırtım ağrıdı, farklı adalelerim acıdı, ufak tefek sakatlıklar yaşadım ama artık alıştım, rolün içine girdim. Final için Dağcılık Federasyonu’ndan bir hocadan özel eğitim aldım. 6.5 metrelik çan kulesinden aşağı atlıyorum. Federasyon yetkilileri özel bir sistem hazırladı. Bu da epey zorlu bir çalışmaydı.Normalde sahnede bu kadar çok dekor olmaz. Bu da biz dansçıları biraz zorladı. Benim için bir diğer zorlu olay makyaj. Her makyaj 2.5-3 saat sürüyor. Zira 5 ayrı parça; burun, alın, yanak, kulak ve çene takılıyor, üzerine makyaj yapılıyor, peruk takılıyor, takma dişlerim var. Başlarda alerji oldum, yüzümün bir tarafı şişti. Kostümümün üzerine monte edilmiş bir kambur var. Bu ağır makyajla dans etmek, zıplamak da ayrı zor. Haliyle terliyorum ama makyaj yüzünden havluyla silemiyorum. O dişlerle güç nefes alıyorum, yutkunamıyorum. Temsil yaklaşık 2 saat sürüyor. 1 saat de makyajın çıkarılması. Açıkçası, benim için en zor deneyimlerimden birisi bu eser.” Volkan Ersoy (Ankara Devlet Opera ve Balesi Bale Başöğretmeni, koreograf) Armağan Davran (Başkoreograf) Çirkinlikle estetiği örtüştürdük“Seyircinin bu tip eserlere ihtiyacı olduğu, çoğu bale izleyicisinin de o dönem eserlerini izlemekten keyif aldığından yola çıkarak, Notre Dame’ın Kamburu’nu seçtik. 1.5 yıllık süreçte 5-6 kez librettoyu yeniden yazdık. Burada konu romandan farklı ilerliyor. Karakterler aynı, olaylar farklı. Balede sözel bir anlatım yok, koreografik anlatım var, bu nedenle siyah-beyaz, iyi-kötü gibi kavramları tam olarak ortaya koyup, sergilemek gerekir. Ve bir de bizim librettomuza göre olaylar Quasimodo’nun gözünden anlatılıyor. Bu karakter de kitaptakinden farklı. Konuyu insanlık sevgisine dönüştürdük. Estetiğin en üst seviyede olduğu balede, adı üzerinde ‘kamburu nasıl yaparız da dans ettiririz’ diye uzun süre düşündük. İlk önce Armağan ile ben kambur olduk, dans edip birbirimizi izledik. Bu işi estetikle birleştirmeye çalıştık. Fiziksel açıdan estetik görünmeyen bir karakteri bale adımlarıyla estetikleştirmek gibi ince bir çizgide koreografi hazırladık. Bir anlamda “çirkin”likle estetiği örtüştürdük. Bu eserde ilk kez üç boyutlu dekor kullandık. İzleyenlere sanki bir film setindeymiş havasını vereceğine inanıyoruz. Seyirci koltuğundan baktığında, sanki kilisenin batı yakasında, aşağıdan yukarı bakıyormuş gibi hissedecek. Ve sürpriz bir final hazırladık. Bale tekniğinden biraz daha üst düzeye çıkabileceğimiz görsel anlamda sınırlarımızı zorlayabileceğimiz, farklı bir son bizimki.” Bujor Hoinic (Ankara Devlet Opera ve Balesi Şefi) Süpriz final için besteye ilave yaptım“Notre Dame’ın Kamburu, Esmeralda adıyla sahnelenmiş, müziğini Pugni yapmış. Onun bestesinden aşk, nefret gibi ana temaları alıp üzerine yeni besteler yaparak, zenginleştirdim. Bu yeni bir beste yapmaktan çok daha zorlu bir çalışma oldu, yaklaşık 6 ay sürdü. Bale için beste yapmak, opera ya da film müziklerinden daha zordur. Bale tekniğini bilmeniz lazım. Ritm açısından bile bale farklıdır. Çok tekniktir, ona uygun yazmak zorundasın. Mesela bazı ölçüler erkek dansçılara göredir. Ve tabii eserin geçtiği yıla göre beste olmak zorunda. Burada ben 1890’lı yılların atmosferinde kaldım. Yani bunu yaparken elektronik müzik kullanamazsın... Ben müziği Esmeralda’nın ölümüyle bitirmiştim. Ama Volkan ve Armağan, sürpriz bir son hazırlamışlar. Bu final fikri hoşuma gitti. Ama final yazmak zaten korkunç zor bir olaydır. Çünkü final kusursuz olmak zorundadır.”

Devamını Oku

Sıra dışı bir sergi: Savaş Güç ve İnanç

19 Mart 2011

İlk insanların taştan yaptığı silahla, modern çağın yokedici silahı atom bombasının resmedildiği bir tabloyu yan yana düşünün... Dokoupil’in anne sütünden yaptığı eseriyle, 5 bin yıl önce betimlenen “çocuğunu emziren” Horoztepe heykelciğini birlikte gözünüzün önüne getirin... Ya da Ergin İnan’ın “Kümbeti” ile Friglerin efsanevi Kralı Midas’ın mezar odasının rekonstrüksiyonunu yan yana düşünün... Yani müzelik eserlerle, aynı temadaki çağdaş sanatçılara ait eserleri birlikte hayal edin... İşte Anadolu Medeniyetleri Müzesi, 26 Mart - 9 Kasım tarihlerinde böyle sıra dışı bir sergiye ev sahipliği yapacak. GaleriArtist’in kurucusu Dağhan Özil’in koleksiyonunda bulunan Türkiye ve dünyanın önemli çağdaş sanatçılardan seçilen 34 eser, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki binlerce yıllık tarihi eserlerle eşleştirildi. Serginin adı; Savaş, Güç ve İnanç... Türkiye’de ilk kez yapılan bu serginin fikir babası koleksiyoner Özil’le konuştuk... Savaş, Güç ve İnanç” sergisi fikri nasıl doğdu?Türkiye’de daha önce bu kapsamda bir sergi olmadı. Yalnız Sabancı Müzesi’ndeki hat koleksiyonu ile Deutsche Bank’ın çağdaş sanatlar eserleri birlikte sergilendi. Sabancı Müzesi’nde 2007’de yapılmıştı bu sergi. Ama arkeolojik eserlerle çağdaş eserlerin buluşması ülkemizde ilk kez oluyor.* Aslında benzer bir sergilemeyi GaleriArtist’te siz de yapıyorsunuz?GaleriArtist’te 2005’ten bu yana, bizim yıllardır toplamış olduğumuz İslam seramikleri ile çağdaş sanat koleksiyonumuz sergileniyordu. Daha sonra bunları ilişkilendirip sergilemeye başladık. Aslında bu tarz bir sergilemeyi ilk defa 17 yıl önce Dusseldorf Insel Hombroich Müzesi’nde, Gotthard Graubner gerçekleştirmiş. Biz bunu 15 yıl sonra yakaladık. Benim hayalimde İslam Eserleri Müzesi’ne çağdaş sanat eserlerini götürüp sergilemek ya da Arkeoloji Müzesi’nde çağdaş eserleri arkeolojik eserlerle birlikte sergilemek vardı. Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürü Melih Arslan’la bir sohbetimiz sırasında böyle bir fikir ortaya atınca, kendisi “niye beraber yapmıyoruz” dedi. Son 8 aydır bu sergi için çalışıyoruz... Sergi için eser seçerken inanç temasını öne çıkardım* Serginin adı neden Savaş, Güç ve İnanç? Bizim konseptimiz zaten inanç üzerine kurulu. Örneğin Bedri Baykam’ın (Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye gidişini anlatan) “Göç” tablosu ile peygamberin kullanmış olduğu mataraları beraber sergiliyoruz. İnanç kavramını sorguluyoruz. Ben eserleri alırken de o kavrama göre alıyorum. * Bunun nedeni ne?Benim devamlı yaşamı sorgulamamdan kaynaklanıyor. Ölüm... Her dakika yaşadığım bir olay, her dakika ölümü düşünüyorum. Ama korku anlamında söylemiyorum bunu... Uzun yaşayacağıma dair de bir inancım var. Ama yaşamımız zaten bir savaş halinde geçiyor... Toparlamak gerekirse biz “inanç” temasını üst başlık yaptık. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki eserler, savaş ve gücü anlatıyordu. Bizdeki ve müzedeki eserler birleşince serginin adı “Savaş, Güç ve İnanç” oldu. Aslında eserler serginin adını belirledi. Sanat eserlerine canlı gibi davranıp sanat çöpçatanlığı yapıyoruz* Çağdaş eserlerle eski eserlerin birlikteliği yurt dışında görülen bir sergileme türü mü?Yeni trend bu. Son 3-5 yıldır böyle olmaya başladı. Ben sanat eserlerinin canlı olduklarını, yaşadıklarını düşünüyorum. Zaten teknik olarak Louvre Müzesi’ndeki 500 yıllık eserler hâlâ yaşıyor, reaksiyon gösteriyor kimyasallar. Ve sanatçı esere ruhunu verdiği için bu eserler canlı, ruhları var çünkü... Canlı olduklarına göre, her canlının da bir eşe ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Ve ona en çok uyacak eşi arıyoruz. Yani bir anlamda “sanat çöpçatanlığı” yapıyoruz. Daha iyi bir eş bulduğunda, örneğin bin yaşında bir İslam seramiği, bir çağdaş sanat eseri ile konuşurken, daha güzel bir çağdaş eser çıktığında bu kez o eserle konuşacak. Hemen eşini değiştiriyoruz. * Sergide yer alan çağdaş eserler sizin koleksiyonunuzdan... Bu eserlerin seçimi nasıl yapıldı?Anadolu’daki ilk yerleşim 900 bin yıl önce başlıyor. 900 bin yıldan, 2000 yıl öncesine kadar çok ciddi butik bir koleksiyonu var müzenin. Anadolu’daki eserler, ilk insanın baltayı icatı, ilk silah... Ramazan Bayrakoğlu’nun son silah olan atom bombasını anlatan eserini, bu ilk silahla ilişkilendirdik. Sergilenmeyen bir Roma gladyadötürü vardı, bizde de Lüpertz’in (Markus) bir gladyatörü vardı, ikisini eşleştirdik. Oradaki eserleri dinledikçe aklımda şekillendi. Bizdeki eserleri yolladık. Onlar da bizdeki çağdaş sanat eserlerini gördüler. Arkeolojik eser seçimini Belma Kulaçoğlu yaptı. “Eserleri yerleştirmek güç olduğundan 34 eserle yetindik”* Eser seçiminde zorluklarla karşılaşıldı mı?Mekan butik bir müze olduğu için eserleri yerleştirmek güç oldu, 34 eserle yetinmek zorunda kaldık. Ekrem Yalçındağ ve Bubi, özellikle bu sergi için eser verdiler. Uluslararası sanatçıların eserlerini de aldık. Son bir yılda bu sergi için 8-10 eser satın aldık. * Bu sergiye gelenler neyi görecekler? 900 yüz bin yıl önce ile bugünün ilişkisini görecekler. Jan Fabre’ın kafası kesilmiş “Ölüm Habercileri” ile 8 bin yıl önceki yerleşimden bugüne taşınan eserleri, iki eserin birbiriyle nasıl uyum içinde olduğunu görecekler. Alacahöyük’teki duvar resimleri ile Penck’in yaptığı bugünün duvar resminin benzerliğini görecekler. Aslında tüm yapılanların 30 bin yıl önce yapılmış olduğunu görecekler. Hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu...

Devamını Oku

Barbaros korsandı!

12 Mart 2011

Barbaros Hayreddin Paşa... Çocukluk hafızamızda Preveze Deniz Zaferi ile özdeşleşmiş bir isim... Midilli’den Tunus, Cezayir ve İstanbul’a uzanan bir kahramanlık öyküsü... Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin geçtiğimiz günlerdeki bir sözüyle Barbaros Hayreddin Paşa yeniden gündeme geldi. Ancak bu sefer zaferleri ya da kahramanlık öyküleri değil “korsan” olup olmadığı tartışılıyor Paşa’nın. Zira Kaddafi, Osmanlı devletinin ünlü “Kaptan-ı Derya”sı olan Barbaros Hayreddin Paşa’ya atıf yaptığı cümlesinde şöyle diyordu: “Ülkemdeki olayların arkasında El Kaide var. El Kaide ordusunun kazanması halinde Akdeniz’de Barbaros Hayreddin zamanındaki korsanlıklar yaşanacak...” Kaddafi’nin “korsan” nitelemesi tarihçilere soruldu. Bazı isimler şiddetle karşı çıkıp, “Hayır korsan değildi” derken, bir kısım ise “Korsandı” açıklaması yaptı. Barbaros Hayreddin Paşa’ya dair bazı kaynaklarda da ondan bahsedilirken “korsan” deniliyor... Peki gerçekten ömrü “derya”da geçen, birçok zaferlere imza atmış bu isim korsan mıydı?“Barbaros korsandı” diyen isimlerden birisi de akademisyen yazar, Dr. Mehmet Ali Kılıçbay. Barbaros Hayreddin’in korsan olduğunu söyleyen Kılıçbay, hemen bir dipnot düşüyor; tabii ‘korsan’ derken, Karayip Korsanları’ndaki Johnny Depp gibi değildi... Türkçe’de “korsan” ile “deniz haydutluğu” kelimelerinin ayrımının yapılmadığına dikkat çeken Kılıçbay, şöyle diyor: “Birincisi, Barbaros Hayreddin korsandır. İkincisi, o dönem Cezayir’dekilerin hepsi korsandır... Andre Dorya da, Kristof Kolomb da korsandı... O dönem herkes korsanlık yapıyordu. Ama bu bizim algıladığımız anlamda korsanlık değil. Korsan ile deniz haydutluğu farklı şeyler. Bizim korsan denildiğinde film karakterlerinden de çağrışım yaparak aklımıza gelenler deniz haydutları. Onlar pespaye adamlar. Korsan ile deniz haydutluğunu ayırmak lazım. Ama bizde ayrılmıyor. Pirate kelimesi var (deniz haydutu) bir de corseir (korsan) var. Ama biz hepsine korsan diyoruz, ki bu yanlıştır. O dönem deniz haydutları, şu anda Somali’de gemilere saldıranlar gibi önüne geleni yağmalıyorlar. Korsanlar ise çok örgütlü. Barbaros ailesi Cezayir’in yönetimine de sahip. Cezayir’i aslında Osmanlı yönetmiyor. Osmanlı’nın orada bir beylerbeyi var ama o da yönetmiyor. Dayı denilen korsanların kendi aralarından seçtikleri önderleri yönetiyor. Beylerbeyi orada kukla, hiçbir yetkisi yok, yetki tamamen korsanlarda. Barbaros, Osmanlı’nın hizmetine girmeden korsanlık yapıyor. Osmanlı hizmetine girince Kaptan-ı Derya oluyor. Devlet gemileriyle yaz aylarında İtalyan limanları yağmalanıyor. 16. yüzyılın sonuna kadar bu durum böyle devam etmiştir... Yani o dönemden sonra da bir anlamda meşru-yasal korsanlık yapıyor...”Barbaros ailesiKaynaklara göre Fatih Sultan Mehmet zamanında Midilli adası fethedildikten sonra kalenin muhafazası için kul taifesinden bazı yiğitler tayin olunup yazıldılar. Bunların içinde Selanik yakınlarındaki Vardar Yenicesi’nden Yakup Ağa da vardı. Ağa’nın dört oğlu vardı; İshak, Oruç, Hızır ve İlyas. İshak, Midilli’ye yerleşti. Oruç ve Hızır, deryada ticaret yaptı. Oruç Reis namlı bir korsandı. Ona “Türk korsanlarının babası” da deniliyordu. Tüm kardeşlerin kollarında armaları olan çapraz kılıç resmi üzerine dağlanmış Barbaros kelimesi vardı. Bir sefer sırasında İlyas, Rodos gemileriyle yapılan savaşta öldü, Hızır ise esir düştü. Buradan kurtulduktan sonra kardeşinin öcünü almak için harekete geçti. Oruç ve Hızır Reisler, deryadaki seferleriyle ünlendi, nam saldılar... Oruç Reis de kardeşi İlyas gibi bir seferde şehit düştü... Hızır, Kanuni Sultan Süleyman’ın teklifi üzerine İstanbul’a giderek, Kaptan-ı Derya oldu. Preveze Deniz Zaferi ile büyük bir başarı elde etti. Bu savaş sonrasında bir sefer daha yaptı. 4 Temmuz 1546’da İstanbul’da vefat etti. Beşiktaş’taki türbesine defnedildi. Anısına Beşiktaş semtinde Barbaros Anıtı dikildi. Evinde eşinin dizinde ölen ilk ve tek korsanTürk Korsanları eserinde Paşa’nın ölümü ise şöyle anlatılıyor:Barbaros Hayreddin Paşa’nın Preveze’de kazandığı savaş her bakımdan önemli, akıllara durgunluk verici bir zaferdi. Bütün Avrupa’daki büyük devletlerin birleşik donanması, Barbaros’un önünden kaçmıştı. Bu zaferden sonra Fransa Kralı Fransuva, İstanbul’a bir elçi gönderip, İspanya kralıyle aralarında “Azim husumet ve kıtal mukarrer olduğunu bildirerek Donanma-yı Hümayun’un Fransa’ya muavenet etmesini” rica etti. Gemilerin toplanarak Fransa’ya yardıma gidilmesi için Ferman-ı Padişahi sadır oldu. Hayreddin Paşa yüz gemi hazırlayarak deryaya çıktı ve Fransa Sahillerine doğru yürüdü... 16 gün Marsilya’da kalan Paşa, Fransız donanmasının katılımıyla 5 Ağustos’ta Nice şehrini kuşattılar. Şehir 20 Ağustos’ta ele geçirildi. Sonra Toulon’a çekildi 8 ay burada kaldı. Bu sırada İspanya ve İtalya sahillerini yakıp yıktırdı. Dönüş yolculuğunda Cenova’ya uğrayarak esir bulunan Türk denizcilerinden Turgut Reis’i kurtardı. Bu sefer Barbaros’un son seferi oldu. Nis şarının bombardımanı bitince Barbaros Hayreddin Paşa, İtalya sahillerini yakıp yıktı. Gemileri Fransa’dan aldıkları hediyeler, ganimetlerle yüklü olarak İstanbul’a döndü. Bu büyük zaferden bir iki yıl sonraydı. 4 Temmuz 1546. Denizlerin senelerce Hızır Reis, Barbaros unvanıyla biricik hakimi, heybetli kaptanı Barbaros Hayreddin Paşa, on sekiz yaşındaki genç karısının dizleri üzerinde son nefesini veriyordu. Baş ucunda ailesi sessiz hıçkırıksız gözyaşı döküyordu. Hızır Reis evinde karısının dizinde ölmek felaketine uğrayan ilk ve son korsan oldu. Hızır Reis yattığı yerde hafifçe kıpırdandı. Yanına yaklaştılar: “Başımı doğrultunuz, son nefesimde gemilerimi sevgili leventlerimi, sancağımı göreyim... Beni gemilerimin önüne gömsünler. İsterim ki dalgalar her gün tabutumun kenarına çarpsın. Ruhum Akdeniz’in dalgalarıyla gıdalansın. Sancağımı tabutumun üstüne koysunlar...”İSKENDER PALA: "Korsanlar Osmanlı’nın SAT’larıydı"“Eskiden korsan denildiği vakit insanların zihninde şimdiki gibi denizleri kasıp kavuran tek gözü bantlı, çengel kollu vahşi adamlar hatıra gelmezdi. Galiba bu zıpçıktı korsan imajını Hollywood hayalhaneleri yarattı. Çünkü eski korsanlar hakikatte birer deniz akıncısı idiler ve şimdiki anlamda deniz haydutları için o vakitlerde “deniz haramisi, derya şakasi, derya eşkıyası” gibi adlar kullanılırdı. Tarihimizdeki kara askerleri arasında atlı komando sınıfı demek olan akıncılar ne yapıyorsa, denizde de korsanlar onu yapıyordu. Osmanlı’ya hasım olan devletlerin ulaşımını engellemek, ekonomik güç ve etkisini zayıflatmak, ticaret kanallarını tehdit altında bulundurmak, yığınak yaptıkları bölgeleri ve askeri üslerini tahrip etmek, istihbarat ağı kurup bilgi toplamak vb görevler hep korsanlardan beklenirdi. Bunlar Cezayir’de bulunan merkezlerinde Garp Ocakları adıyla teşkilatlanıp bütün Akdeniz’de karakollar gezdirir, kadırgalar devrinin Akdeniz’inde deniz devriyesi gibi çalışırdı. Korsanlar, Atlas Okyanusu’ndaki Osmanlı filolarının gözüpek leventleri idiler ve genellikle “gemici” anlamına olan leventlerden ayrı bir fonksiyon icra ederlerdi. Levent, denizci asker demekti, ama korsan, derya cengaverini karşılıyordu. Şimdiye göre düşünürsek korsanları herhalde SAT (Su Altı Taarruz) veya SAS (Su Altı Savunma) komandoları ile ölçmek, diğer denizci erlerden buna göre ayırmak gerekir.”Türk korsanlarıO döneme dair eserleri olan Abdullah Ziya Kozanoğlu da Barbaros Hayreddin Paşa’dan “korsan” diye bahsediyor. Kozanoğlu, “Türk Korsanları” adlı kitabının önsözünde bu konuda şöyle diyor: “Hızır gibi ‘Hayreddin-i Şah-ı Cezayir’, ‘Sultan-ı Tunus’ adıyla anılan bir Cezayir, Tunus padişahına bizim anlayışımıza göre ‘korsan’ demek pek yakışmıyordu. Fakat Katip Çelebi’nin Naima’nın Barbaros Hayreddin ve Turgutça Paşalardan söz ederken ‘Değerli, yarar bir korsan olmakla...’ diye övmelerine bakılırsa, dedelerimiz ‘korsan’ kelimesini deniz haydutu değil, denizci, gemici kaptan anlamına alıyor ve kullanıyorlardı. Bu görüşe uyarak ben de kitabıma ‘Türk korsanları’ adını koymak zorunda kaldım.”

Devamını Oku

Bu Çağrı Merkezi yurt dışında yaşayanların “Hızır Acil”i oldu

19 Şubat 2011

Yurt dışında yaşayan Türklerin doğum, ölüm, vatandaşlık, vize, askerlik gibi konularda sorularına cevap vermek için Dışişleri Bakanlığı’nca kurulan Çağrı Merkezi, “yurt dışında yaşayanların Hızır Acil”i haline geldi. Zira merkezi Paris"ten arayıp “Burada çaydanlık bulabilir miyim?” diye soru soran da; Hollanda"dan arayıp "Yalnızım, torunum bana bakmıyor” diye şikayet eden de var.Yurt dışında yaşayan Türkler’in sorularına cevap vermek amacıyla Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Çağrı Merkezi oluşturulması fikri, Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Naci Koru’ya ait. Koru, Şikago Başkonsolosu olarak görev yaptığı sırada personelin, Amerika’da yaşayan Türklerden gelen telefonları cevaplamakta zorlanması ve gelen telefonların çokluğu nedeniyle konsolosluk işlerinin aksadığını görünce, konuyu dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e iletmiş. Koru’nun “Konsolosluk bünyesinde çağrı merkezi kurulması” fikri Gül tarafından da desteklenince, böyle bir birim oluşturulmuş. Merkezin benzerinin, Avrupa’daki Türkler için, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurulmasına da yine Koru öncülük etmiş. Çalışanlar 2 ay kurs aldıÖnceleri Dışişleri personelinin görev yaptığı ve mesai saatleri arasında çalışan Çağrı Merkezi’nde, bir süredir “daha profesyonel” bir ekip bulunuyor. 7 gün 24 saat görev yapan toplam 20 üniversite mezunu genç, bu iş için seçildikten sonra 2 aylık kurstan geçirilmiş. Her biri iki dil bilen gençler, yurt dışından arayan vatandaşların her konudaki sorusuna cevap veriyor ve yardımcı oluyor. Bir kişiye 150 çağrı geliyorEn sakin günlerinde bile bir kişinin 100- 150 çağrıya cevap verdiği merkez, bir anlamda da yurt dışında yaşayanların ilk başvurduğu yer. Zira “yurt dışında parasını, pasaportunu çaldırıp Türkiye’ye nasıl döneceği” konusunda yardım isteyen de merkezi arıyor, “torunu kendisine bakmadığı için Hollanda’da yalnızlık çektiğinden” yakınıp, dert yanan da... Bu aramalara da yanıt veren Çağrı Merkezi personeli zaman zaman ilginç sorularla da karşılaşıyor. Ve yardım amacıyla herkesi yanıtlıyorlar...En çok e-pasaport hakkında soru soruluyor*20 personel toplam 4 vardiya halinde çalışıyor. *Çağrıların yüzde 70’i Avrupa’daki Türkler’den geliyor. *En çok çağrı gelen iki ülke Almanya ve Amerika. *Yurt dışından arayan yabancılar daha çok vize konusunda bilgi istiyor. *Son dönemde en fazla e-pasaport hakkında soru soruluyor. *Dönemlere göre sorulan soruların içeriği farklılık gösteriyor. Celp dönemlerinde askerlik konusunda bilgi istenirken; Hac ve Umre zamanları ise dini sorular geliyor. *Personel önlerindeki bilgisayara arayan kişinin T.C. kimlik numarasını yazıyor. Konsoloslukların ortak veri tabanı sayesinde kişinin kayıtlarına ulaşabiliyorlar. Çağrı Merkezi’ne gelen ilginç sorular* Acaba köylüme vekalet versem de nişanlımla evlense olur mu? İzin ve vize sorunları nedeniyle Türkiye’ye gelemiyorum. Evlenemediğimiz için nişanlım da İngiltere’ye gelemiyor. Köylüme vekalet versem, benim adıma nişanlımla evlenemez mi? (İngiltere’de yaşayan bir Türk) * Şiirimi tamamlar mısınız?Türkçe şiir yazıyorum ama bazı kelimeleri bulamadım. O kısımları İngilizce yazdım. Size okusam Türkçe’ye çevirir misiniz?(İran’dan arayan Azeri bir vatandaş) * Paris"te çaydanlık satan Türk var mı?Çaydanlık almak istiyorum. Paris’te çaydanlık satan bir Türk var mı?(Paris’ten arayan bir Fransız)Sık sık sesimi değiştirip merkezi arıyorum"Merkeze gelen tüm çağrılar ve cevaplar kaydediliyor. Denetimi, personelin bağlı olduğu firma yapıyor, biz firmayı denetliyoruz. Ayrıca ben de sık sık Çağrı Merkezi"ni arayarak denetliyorum. Bazen gece yarısı, bazen sabah erken saatte. Tabii en iyi denetleyici de vatandaş. Bir şikayet olduğunda bize iletiyor. Eksiklikleri hemen gideriyoruz" diyen Çağrı Merkezi’nin fikir babası Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Naci Koru merkezi bebeği gibi görüyor. Kendisi de tam bir “teknoloji gurusu.” Dışişleri Bakanlığı"nın bilişim, teknoloji konularında tüm kamu kurum ve kuruluşlarından ileri noktada olmasının mimarı. Koru, kendi bloğunda da, başta e-pasaport olmak üzere, e-konsolosluk, Çağrı Merkezi gibi konularda yazılar yazıyor ve kamuoyunu bilgilendiriyor.60 kişilik çağrı merkeziBüyükelçi Naci Koru aynı zamanda bir süre önce hayatımıza giren e-pasaportun da başındaki isim. Yine Koru"nun girişimleriyle e-pasaport konusunda vatandaşların sorularına cevap vermek amacıyla Gölbaşı"nda bir çağrı merkezi oluşturuldu. Yaklaşık 60 kişi de bu çağrı merkezinde gelen soruları yanıtlıyor.

Devamını Oku

105 kiloluk uçan balet

28 Ocak 2011

Kültür eski Bakanı Atilla Koç’un, “110 kiloluk bale sanatçıları var” sözüyle ilk kez kamuoyu gündemine gelen balet Alper Kafa, şu sıralar, Devlet Opera ve Balesi bünyesinde 40 yaş üzeri sanatçıların görev aldığı Birim Dans Tiyatrosu’nun sahnelediği iki oyunda rol alıyor. Bir taraftan da Ekim ayından itibaren İstanbul’da sahneleyeceği tek kişilik bale şova hazırlanıyor. DOB’un “en kilolu” bale sanatçısı Kafa ile konuştuk.* Niye bale? Çocukluk hayaliniz balet olmak mıydı?Aslında hayır... İlkokul öğretmenim, “Bu çocukta yetenek var” diyerek, beni tiyatroya yönlendirmişti. Konservatuvar sınavlarına girmeme karar verdik. O yaz annemle tatildeyken, babam, “Hadi gelin sınav var” diye Ankara’ya çağırdı. Ben konservatuvar tiyatro sınavına gireceğimi sanarak Ankara’ya döndüm. Bir baktık ki babam piyano ve bale bölümünü işaretlemiş. Yani bale bölümünü seçmem bilinçli bir tercih değil.* Babanız neden bu iki bölümü işaretlemiş?İlkokuldan sonra gidilebilecek konservatuvar bölümleri müzik ve bale bölümü idi. Tiyatro, opera, şan bölümüne liseden sonra öğrenci kabul ediyordu. * Siz itiraz etmediniz mi?“Baba, ben bu bölümleri istemiyorum, tiyatro diye konuşmuştuk” dedim. “Oğlum, ortaokul, liseyi de burada okursun. Lise bittikten sonra tiyatro bölümüne geçersin. Hem dansçı olursun, hem piyano öğrenmiş olursun, sanatçı yönün gelişmiş olur” diyerek beni ikna etti. Bale sınavlarına girdim. * Ya piyano sınavı?Piyano sınavına girmedim.* Neden?Bale sınavı piyanodan bir hafta önceydi. Sonuçlar belli oldu, kazanmıştım. Sınav zamanında arkadaşlarla kaynaşmıştık. “Ben piyano sınavına girmeyeceğim, bu çocukları sevdim, onlarla okuyacağım” dedim, ailem de itiraz etmedi.* Ve konservatuvar günleriniz başladı? Evet. 1980 senesinde, 11 yaşımda Cebeci’deki eski Ankara Devlet Opera Binası’na geldim. Top oynamadan çocukluğumuz geçti ayaklarım kanaya kanaya uyurdum* Hiç “çocukluğumu yaşayamadım” duygusuna kapıldınız mı?Çocuk yaşta yoğun çalışmadan ayaklarımız ağrıya ağrıya, kanaya kanaya uyuduğum geceleri çok bilirim. Bizim yaşımızda çocuklar top oynarken, biz oynayamıyorduk. Top oynamadan çocukluğumuz geçti. Vurma tekniği ile bale tekniği tamamen birbirine ters olduğu için top oynamak bizlere yasaktı. * Sizin dönemden konservatuvardan birçok meşhur insan çıktı...Evet, benden bir dönem önce mezunlar arasında Mehmet Ali Erbil, Burak Sergen, Burçin Bike var. Tan Sağtürk sınıf arkadaşım. Şu anda birçok kurumun başındaki kişiler de aynı şekilde arkadaşlarımız. * Parlak bir dönemdi yani?Parlak bir dönemdi. Bizim okuduğumuz dönemde konservatuvarın sahnesi vardı, şimdi sahnesi olmayan bir mektep. Sahne sanatçısı yetiştiriyor ama uygulama sahneleri yok. * Okul bitti, sonra?19 yaşımda Devlet Opera ve Balesi’nde işe başladım, profesyonel olarak. * Klasik bale yapıyordunuz?Evet. Çok yoğun bir tempom vardı. Haftanın 7 günü, 9 temsil yaptığım 2.5-3 yıl geçirdim. Cumartesi-Pazar matine suare sahneye çıkıyordum. Tiyatroda dans ettiğim dönemler de oldu. 70 kiloyken “Eyvah, obez oldum” dedim * O yoğun tempolu zamanlarınızda kaç kiloydunuz?65-68 arasında değişiyordum. Bir ara 70’e çıktım. 70 kilo olduğumda “Eyvah eyvah, obez oldum” demiştim (gülüyor). Çok korktuğumu hatırlıyorum. * Boyunuz kaç?1.80. * Zayıf olduğunuz dönemde yeme alışkanlığınız nasıldı?Aktif bir balet, şu anda benim yediğimden fazla yer. Çünkü o zaman vücudunuz “Yakan bir makine”ye dönüşüyor. Öyle ki yemek yetmiyor, o tempoyu kaldırabilmek için vitamin alıyorsunuz. * Yani o zaman daha çok yiyordunuz?Aynen. * Kilo almanız ne zaman ve nasıl başladı?Aktif rollerden, daha geri plandaki rolleri oynamaya başlamamla birlikte... Size miras kalan bir yeme alışkanlığınız var, bu sürüyor ama yakamayınca kilo alıyorsunuz. * Başka etmenler oldu mu kilo almanızda?Aslında oldu. 2000 yılını askerde geçirdim. Döndüğümde 2001-2002 sezonunda bale müdürlüğü yaptım. Yani sahnede değil, masa başındaydım ki idarecilik benim aktif sanat hayatımı bitirmeme neden oldu. Bir de üstüne sigarayı bıraktım.* Kilo aldıktan sonra hiç klasik bale eserlerinde rol aldınız mı?Aldım, karakter rolleri oynamaya başladım, bugün olduğu gibi. Zaten o zamandan beri sürekli karakter rolleri oynuyorum. Kral, peder v.s gibi rollerde efor sarf etmiyorsunuz. Şöhretimi eski Kültür Bakanı Atilla Koç’a borçluyum* İdarecilik göreviniz sona erdikten sonra hiç “Eski kiloma döneyim” diye bir düşünceniz olmadı mı? İstiyorsunuz da olmuyor. Diyetisyene de gittim. Olmadı, veremedim. Ama 68 kiloyken ve haftada 9 temsil yaparken beni kimse tanımıyordu, şimdi ayda 2 temsil yapıyorum, 105 kiloyum ve bütün Türkiye beni tanıyor.* Kiloyla gelen şöhretinizde eski bakan Atilla Koç’un payı büyük galiba?Şöhretimi Atilla Koç’a borçluyum. * Neden gündeme geldi kilonuz?O dönemde Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin’di. Koç, onu görevden alıp, yerine Mine Acar’ı getirmek istedi. Acar, sanatçı değil, Dramaturg. Bunu şöyle açıklayayım, bir hastaneyi hemşireye emanet etmek gibiydi bu görevlendirme. O sırada bizlerin üye olduğu pek çok STK arasında da kavga gürültü vardı. Ben Konservatuvar Mezunları Derneği başkanıyım. O sırada “Aramızdaki husumeti bir kenara bırakıp, DT’deki sorunu çözelim” çağrısı yaptık ve kabul gördü. Bu atamaya engel olmak için birlikte tiyatro önünde eylem yaptık. O sıralar da basın Atilla Koç’u nerede görürse, tiyatro krizini sordu. Böyle günlerin birinde Bakan’ın yanıtı, “Bırakın tiyatroyu, bizim balede 110 kiloluk balerinler var” oluyor.* Sizin o zaman Atilla Koç’la tanışıklığınız var mıydı, yani sizi nasıl fark etti?Hayır tanışmamıştık. Ama sonradan öğrendim ki bizim tiyatrodaki eylemimizle ilgili bakan, bürokratlarıyla konuşulurken “Eylemi Alper Kafa organize etti” denilmiş. Bakan da “Kim o” deyince, fotoğraftan beni göstermişler. “Bu hangi birimde çalışıyor” diye sormuş. “Bale” cevabını alınca, “Biraz tombul değil mi” demiş. Oradan birisi de fırlayıp, “Efendim 110 kilo” demiş. Televole mantığıyla baleyi anlatmaya çalışacağım* Yeni projeleriniz var mı?Televole kültürü bizim kültürümüzün önüne geçti. Şimdi ben de televole kültüründen intikam alıp, bir oyun hazırlayıp, televole mantığıyla, baleyi anlatmaya çalışacağım. Türkçe bale nasıl olur, nasıl insanlara ulaşabiliriz? Eğlendirici ve komik, tek kişilik bir bale gösterisi...* Nerede ve ne zaman sahneleyeceksiniz?İstanbul’da. Özel bir tiyatroda sahneleyeceğim. Kurumdan izin aldım. Ekim sonu gibi olabilir.* Hedefiniz nedir?İnsanlar, baleye nasıl gideceklerini öğrenecek. Bu şovdan çıkan herkes koşa koşa klasik bale eserlerine gidecek. Eyfel’i kiralayacağına İnce Memed’i sahneleseneTürkiye’de balenin halkla buluşamamasının sebeplerinden biri klasik eserlerdir. Bize gelen en avam soru, “Geldin, kıza doğru koştun, zıpladın, ne demek istedin? Seni seviyorum mu?” Yok öyle bir şey. Bale seyircisi önce edebiyata vakıf olacak. Hiç düşündünüz mü Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini bale olarak yapalım diye? İnce Memed, Fransa’da en çok satan yabancı roman. Biz İnce Memed’i bale yapıp sahnelesek, Paris Operası’nda 20 yıl kapalı gişe oynar. Biz ne yapıyoruz Eyfel’i kiralayıp, 15 gün kırmızı beyaz ışık gösterileri...Bir Nazım’ın bir de benim oyunum kaldırıldı Atilla Koç’un ‘110 kiloluk balerinler’ var dediği günlerde, bir modern bale eserini sahneye koymaya hazırlanıyorduk. Oyunun adı ‘Beni görmezden gelme.’ Prömiyer yaptık. Oyun kapalı gişe. Ama ikinci temsil yapılmadı, DOB yönetimi oyunu kaldırıldı. Bakanın haberi yok, o dönemin Opera Bale Müdürü, ‘Aman başım derde girmesin, kaldıralım’ diye böyle bir karar verdi. Cumhuriyet tarihinden bu zamana DOB’de iki kez eser kaldırıldı. Biri Nazım Hikmet’in ‘Ferhat ile Şirin’i, biri de benim oynadığım ‘Beni Görmezden Gelme’ adlı bale.“Balet”e değil “güreşçi”ye inanıyorlarBir arkadaşımla bir yere gidiyoruz. Beni arkadaşlarına tanıştırırken, “Alper ne iş yapıyor hayatta tahmin edemezsin?” diyor. Karşıdaki de, “Ne ki bilemedim” diyor. Benim arkadaşım “balede” diyor. “Aaa” diyor karşıdaki. Ben araya girip, “Yalan kardeşim, ben Güreş Federasyonu’nda çalışıyorum” diyorum. “Haa” diyor, bana inanıyor.

Devamını Oku

Sultan’ın beğenmediği cariyeler 25 yaşından sonra saraydan gönderilirdi

21 Ocak 2011

“Muhteşem Yüzyıl” adlı diziyle Osmanlı saray hayatı yeniden gündemimize girdi. “Padişahlar dudaktan öpüşür müydü?”, “İçki içer miydi?”, “ Şehvet düşkünü müydü?” gibi tartışmalar sürerken, dönem kitaplarına ilgi de yeniden canlandı. Tam da bu zamanda, Metin And’ın 1994 yılında yayımlanan “16. yüzyılda İstanbul” adlı kitabı, Yapı Kredi Yayınları tarafından tekrar çıkarıldı. Kitapta imparatorluğun en parlak dönemi olan 16’ncı yüzyılda İstanbul ve saray hayatı, birinci el kaynaklara dayanarak anlatılıyor.SaraySultan’a sarayda özel olarak seçilmiş 6 erkek hizmet ederdiSultan Süleyman’ın sarayı, Boğaz’ın Marmara Denizi’yle birleştiği noktada, kıyının denizin içine doğru sarktığı bir yerdeydi. Buraya Babıali deniyordu. Üç mil uzunluktaki duvarlar içerisinde hem ikametgahı, hem de Divanı yer alıyordu. Bu sarayın yapımı Fatih Sultan Mehmed tarafından başlatılmış ve Ramberti’ye göre, Sultan Mehmed vasiyetnamesinde sarayın yaptırdığı caminin mülkü olmasını ve bu camiye günlük 1000 akçe ödenmesini buyurmuş. Bu ödeme Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında da sürüyormuş. Saray’da Sultan’a özel olarak seçilmiş 6 genç erkek hizmet ediyordu. Gündüzleri bu gençlerden ikisi Sultan’a özel odasında hizmet veriyordu. Geceleyin nöbette yine iki genç oluyordu. Bunlar Sultan uyurken nöbet tutuyorlardı; biri ayakucunda, diğeri başucunda ellerinde yanar meşalelerle... Bunlar sabahleyin Sultan’ın giyinmesine yardım ederlerken, her gün onun kaftanının ceplerinden birine 1000 akçe, diğerine 1000 altın düka koyarlardı. Geceleyin gençler Sultan’ı yatmaya hazırlarken onun ceplerinde buldukları tüm parayı bahşiş olarak alırlardı. Ancak söylendiğine göre Sultan’ın ihsan dağıtırken eli öylesine açıktı ki, ceplerinde yalnızca birkaç kuruş kalırdı. Sultan avlanmak için ya da başka bir amaçla saraydan çıkarken kendisine Haznedarı eşlik ederdi. Şehzadeler ergenlik çağında ayrı saraya gönderilirdi Sultan’ın oğulları ergenlik çağına geldiğinde ya da yaklaştığında, annelerinden ayrılır, başka bir sarayda yaşamaya başlarlardı. Burada savaş sanatını, ok, yay, kılıç, pala, kalkan kullanmayı, arkebüs ateşlemeyi ve ata binmeyi öğrenirlerdi. Bu süre içinde sıkı sıkıya denetlenirler, iffetsiz, ahlaksız, kötü ya da onları kötü yola sürükleyebilecek insanlardan uzak tutulurlardı. Sarayda 200 içoğlan vardıSarayda iki yüz kadar içoğlan vardı. Bunlar, dizlerine inen sırmalı kumaştan yapılmış tulum, ipek gömlek, bunun üzerine cepken giyerler, başlarında küçük takkeler, ayaklarında da güderiden çarıklar bulunurdu. Saçları iyice kazınıp yalnızca kulaklarının arkasından sincap kuyruğunu andıran bir tutam saç bırakılırdı.Beğenilen kızı Sultan’a haremağası sunardı Haremağasına günde 60 akçe, yılda iki kez ipekli giysiler veriliyordu. Emrinde 40 hadım edilmiş erkek çalışıyordu. Her 10 kız bir kadının emrindeydi. Sultan’ın cariyelerinden biri hamile kalırsa, ötekilerden ayrılıp daha büyük bir eve yerleştirilirdi. Erkek doğurursa, Sultan’ın eşlerinden biri olurdu. Her bir kıza günde 10 ila 20 akçe arasında değişen bir günlük verilirdi. Yılda iki kez, iki bayramda Sultan onlara yeni ipek giysiler armağan ederdi. Bir kız Sultan’ı memnun ettiğinde, Sultan ona altın bir başlık ve 10 bin akçe verir, özel bir daire tutar ve harcamalarını karşılardı. 25 yaşına dek tüm kızlar sarayda kalırdı. Sultan’ın beğenisini kazanmamış olanlar subaylarla veya saray mensuplarıyla evlendirilirdi. Bu erkekler de Sultan’ın köleleriydi. Giden kızların yerine yeni kızlar getirilirdi. Genç Hıristiyan kızları Sultan’ın beğenisine sunulurdu. Sultan da beğendiği kıza içinde 1000 akçe bulunan bir kese atardı. Beğenilen kız bundan sonra yaşlı bir kadın tarafından hamama götürülür, yıkanır, giydirilir, süslenir ve o gece zenci haremağaları kızı Sultan’a sunarlardı.Saray bahçesinin geliri Sultan’ın günlük giderini karşılıyordu Sarayın bahçeleri çok genişti. Bostancıbaşı’ya ya da Başbahçıvan’a bahşişlerin yanı sıra günde 50 akçe ödenirdi. Kahyayla baş yardımcı da günde 20 akçe alıyordu. Onun denetiminde çalışan ve her birinin emrinde 10 bahçıvan bulunan Bölükbaşılar vardı. Yaklaşık 35 bahçıvan ya da bostancı olurdu. Bunlar saraydan verilen bir örnek mavi giysi ve gömlek giyerler ve günde 5 akçe kazanırlardı. Saray bahçeleri ve bostanları öylesine verimliydi ki, meyve ve sebzelerin satışından sağlanan gelirle, Sultan’ın günlük giderleri karşılanabiliyordu. Yemekleri önce devşirmeler tadardıSultan’ın sarayında 150 aşçı vardı. Usta aşçılara günde 8 veya 10 akçe ödeniyordu. Göğüs hizasında yassı madeni düğmelerle vücutlarına iyice yapışan uzun deri giysiler giyerler, başlarına yüksek, beyaz zerkülah denilen başlıklar takarlardı. Sultan’ın yemeği özel bir mutfakta ayrı pişirilirdi. Dört görevli genel mutfağı denetliyordu. Devşirme oğlanların en yakışıklı ve en zekileri Sultan’ın hizmetine verilirdi. Günde 8 akçe bağlanan ve tepeden tırnağa giydirilen bu oğlanlar, Sultan’ın sofrasını da içeren tüm hizmetlerini yaparlar, yiyeceği yemekleri önceden tadarlardı. Sultan Süleyman halka açık camilere giderdiSultan genellikle ya Ayasofya’ya ya da Sultan II. Mehmed Camii’ne giderdi. Ancak kimi kez başka camilere gittiği de olurdu. Her ziyaretin maliyeti 1000 akçeydi. Bu para saray ödeneğinden karşılanırdı. Süvarilerin önünde giden 30-40 kadar çavuş, haberci görevini üstlenmişlerdi. Sultan’ın geldiği bağırılarak duyurulur, ellerindeki sopalarla yolu açarlardı. Arkada 2000 yeniçeri, atlı sipahiler, kılıç kuşanmış solaklar ve daha sonra da at üzerinde ok ve yay, kılıç ve eyerlerinde sopa taşıyan saray görevlileri gelirdi. Yolların iki yanına dizilen kalabalık içinden birinin Sultan’a yaklaşmasını önlemekle görevli dört hizmetkar dışında, Sultan’ın yanında kimsenin ata binmesine izin verilmezdi. Caminin içinde Sultan, sayısı 4 bini aşan alaydan daha yüksek bir yerde otururdu. Buraya ancak oğulları girebilirdi. Cuma namazı iki saat sürer, duadan sonra alay aynı yoldan geri dönerdi. Her Cuma camiye giden babası Kanuni Sultan Süleyman’ın tersine Sultan II. Selim halka açık camilere sık gitmiyordu. Oğullarının sünneti için 3 hafta şenlik yapıldı22 Mayıs 1524’te Kanuni Sultan Süleyman, kız kardeşini Sadrazam İbrahim Paşa’yla evlendirirken, 8 gün süren görkemli bir şenlik düzenlemişti. Şenlik sürerken 28 Mayıs’ta Kanuni’nin adını Selim koyduğu bir oğlu oldu. Bu şenlik için At Meydanı’na çadırlar kurulurken, Sultan için de büyük bir taht konuldu. 27 Haziran 1530’da ise Kanuni Sultan Süleyman’ın dört oğlunun sünneti için üç hafta süren görkemli şenlik yapıldı. Kanuni, damadı Sadrazam İbrahim Paşa’ya sordu: “Sence en güzel şenlik hangisiydi? Senin düğünün mü, yoksa oğullarımın sünnet düğünü mü?” İbrahim Paşa yanıtladı: “Benimki kadar güzel düğün ne şimdiye dek oldu, ne de olacak.” Süleyman, “Nasıl?” diye, bozularak sordu. İbrahim Paşa: “Hiçbir şenlikte sizinki gibi bir konuk yoktu, benim düğünümü varlığı ile onurlandıran Mekke ve Medine’nin Padişahı çağımızın Hazret-i Süleyman’ıdır” dedi. Bu pohpohlanmadan hoşnut kalan Kanuni dedi ki, “Sana, beni bana anımsattığın için binlerce kez teşekkür ederim.”İstanbulTürklerin oturduğu bölgede şarap satılmazdıKentin Türklerin oturduğu bölümünde şarap satan dükkanlar ya da meyhaneler yoktu. Tüm meyhaneciler Yahudi, Rum ya da Ermeni idi. Bunlar yalnızca kötü kırmızı şarap verirdi. Kentin yerlileri şaraba bal veya şeker ya da branay katmayı seviyorlardı. Türklerin meyhanede yakalanmalarının ya da sokakta sarhoş dolaşmanın cezası çok ağırdı. Ramazan’da içki içmenin cezası çok daha büyüktü. Bir keresinde Rum meyhanelerinden birinde yakalanan üç genç Türk’le, dört genç kadın ve meyhaneci, eşeklere ters bindirilerek ve eşeklerin kuyruklarını tutarak sokaklarda gezdirilmişti. Ayrıca kadınların elbiseleri çıkartılmış ve salıverilmeden önce çok kötü dövülmüşlerdi. Tıksırana kadar içerler miydi?Şarap yasaktı ama Türklerin çoğu şarap içerdi. Nicholay, Türklerin Fransız Elçiliği’ne konuk olarak çağırılmayı istemelerinden şikayetçiydi. Çünkü elçilikte bol bol sunulan iyi şarabı parasız ve kana kana içebiliyorlardı. Türklerin “Arap Şerbeti” diye adlandırdıkları içecekleri vardı. Bunu yapmak için tahta bir tekne içine dövülmüş kuru üzüm konurdu. Belli bir ölçüde sıcak su eklenir, tekne kapanır, iki gün tahammür olması için beklenirdi. Tahammür süreci çok yavaş olursa şarap tortusu eklenirdi. Tahammür ilk başladığında sıvı çok tatlı olurdu. Daha sonra asitleşir, üçüncü, dördüncü günlerdeyse, özellikle buzlu olduğunda harikulade lezzetli olurdu. Ancak uzun süre saklanamazdı, çünkü çok çabuk ekşirdi. Ayrıca son aşamada şarap gibi olurdu. Şarap içmek Müslümanlıkta günah sayılmasına karşı, rakı bol bol içilirdi. Moryson, şarap içen Müslümanların sadece Yeniçeriler olmayıp din adamlarının da sık sık içtiğini söyler. Pedro ise Türklerin yemekten önce birkaç kadeh rakı ve biraz da beyaz şarap içtiklerini yazmıştı. Uyuşturucu kolaylıkla bulunuyordu Dernschwam, Türkler arasında uyuşturucu madde kullanımının yaygın olduğunu gözlemlemiş. Bunun nedenini şarap içilmesinin yasak olmasına bağlıyor. Neşelenmek için Türkler “Maslak” denilen kurutulmuş yabani kenevir yapraklarından yapılan yeşil bir toz içerlerdi. Bu İstanbul’da açıkça satılıyordu. Afyon ise İstanbul’a Anadolu’dan ve Arabistan’dan geliyordu. Bir başka uyuşturucu da “Tatula” ya da “Şetan Otu”ydu. Bu mercimek büyüklüğünde sarı bir tohumdu. Tehlikeli bir uyuşturucuydu. Siyah giyilmezdiMüslümanlar Hıristiyanlar tarafından giyildiği için siyah rengi hiç sevmezlerdi. Müslümanların, Yahudilerle Rumlardan ayırt edilmesi için Yahudiler safran sarısı, Rumlar da lacivert başlık giymek zorundaydılar. Rumlar, başka Hıristiyanlar ve yabancılar genellikle mavi beyaz çizgili entari giyerdi. Türk kadınları gibi Ermeni kadınları da bol pantolon üzerine etek giyerler ama yüzlerine siyah bezden peçe yerine güzel, beyaz tül takarlardı. Yeniçeriler birçok kadınla evlenirdiSultan sefere çıktığında emrindeki tüm Yeniçeriler, askerler ve subaylar sefer sürecince evlerine dönemezdi. Bu süre bazen üç yıla varırdı. Eskiden Yeniçerilerin birden çok kadınla evlenmelerine izin verilmezdi. Ancak bu kural Sultan Süleyman’ın zamanında değiştirildi. Bir erkek savaşa gittiğinde karısını yalnız başına ortada bırakırdı. Geri dönmezse kadın başkasıyla evlenirdi. Eski koca geri döndüğünde kadın kadıya gider ve kocalarından hangisini istediğini söylerdi. Kadı da kadının bu isteğine göre karar verirdi. Süleyman’ın kendine ait güreşçileri vardıTürklerce yapılan güreş sporu eski Yunanlılarca yapılan güreşlere çok benziyordu. Sultan Süleyman güreş seyretmekten çok hoşlanırdı ve kendi güreşçileri vardı. Bunlar özgür insanlardı ve güreşmeleri için günde 10 ya da 12 akçe ücret alırlardı. Bu adamlar iri yapılı, adeleli, güçlü kuvvetliydiler. Çoğu Faslı, Hintli ya da Tatar’dı. Güreşçiler cinsel ilişkiye girmemekle güçlerini koruduklarına inanırlardı.

Devamını Oku