Şule Türker

Şule Türker

-

Sevdiğiniz yazarı ne kadar tanıyorsunuz

9 Eylül 2011

Ernest Hemingway’in yazar olmadan önce gazetecilik yaptığını biliyor musunuz? Peki ya “1984”ün yazarı George Orwell’in, Eric Arthur Blair’in takma adı olduğunu? Popülerliğini hâlâ sürdüren cinayet romanları yazarı Agahta Christie’nin, “Miss Marple”ın kahramanının esin kaynağının, kendi büyükannesi olduğundan haberdar mısınız? Tüm zamanların en çok okunan kitabı Harry Potter’ın, J.K. Rowling’in aklına kalabalık bir trende giderken geldiğini ama yanında kalemi olmadığı için yazmakta geciktiğini biliyor musunuz? NTV yayınları tarafından çıkarılan “Edebiyattan Pek Anlamam” adlı kitapta, tüm zamanların en etkili kitap ve yazarları hakkında bilinmeyenler var. Eğlenceli bir edebiyat testine buyurun...Harry Potter’ın zengin ettiği yazar, J.K Rowling* Stephen King ve Danielle Steele’den sonra Rowling dünyanın en zengin üçüncü yazarıdır. (Yanlış. Rowling içlerinde en zenginidir.)* Rowling’in ilk kitabı Harry Potter ve Felsefe Taşı, yayımlandıktan sonraki ilk 24 saat içinde tüm zamanların en çok satan kitabı olmuştur. (Yanlış. Tüm zamanların en hızlı satan kitabı serinin sonuncusu Harry Potter ve Ölüm Yadigârları oldu.) * Rowling, Harry Potter’ın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlattı: Harry Potter fikri aklıma ilk olarak kalabalık bir trende giderken düştü, hepsi bu. (Doğru. Kalemi olmadığı için aklına gelen bu fikri yazmakta birkaç saat geciken Rowling, kafasında Potter ile ilgili fikirler fokurdarken öylece oturuyordu. Bu olay, ilk kitabın yayımlanmasından yedi yıl önce, 1990’larda yaşandı.)* Rowling dementorları, Harry Potter ve Azkaban Tuzağı romanında yer alan karanlık, ruh emici yaratıkları kendi depresyonla mücadele sürecinde yaşadıklarından esinlenerek yarattı. (Doğru. Söyleşilerinde bu mücadeleden ve yardım almanın yararlarından bahsetmiştir.)Bunlar hangi romanların ilk satırları?* “Bu, ilk görüşte aşktı” (Joseph Heller, Madde 22)* “Tüm zamanların en iyisiydi bu... En kötüsü de” (Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi) * “Baba o baltayla nereye giriyor?” (E.B.White, Örümcek Ağı)* “Bunu Tanrı’dan başka kimseye söyleme sakın” (Alice Walker, Renklerden Mor)Ernest Hemingway’i ne kadar tanıyorsunuz?* Romancılığa başlayana kadar hangi meslekte çalıştı? (Gazetecilik)* Silahlara Veda’nın ana kahramanı Frederic Henry, 1. Dünya Savaşı’nda hangi hizmetteydi? (İtalya cephesinde cankurtaran şoförlüğü) * “Erkek yenilgi için yaratılmamıştır. Erkek mahvedilir ama yenilmez” sözü, Heminway’in hangi yapıtında yer alır? (İhtiyar Adam ve Deniz) * Yazarın çok sık alıntılanan “cesaret” sözcüğünün tanımı nedir? (Baskı altındayken nezaketi elden bırakmamak)Hangi ünlü yazarı takma adlarından tanıyabiliyorsunuz?* Neftali Ricardo Reyes Basoalto (Pablo Neruda)* Samuel Clemens (Mark Twain)* Karen Blixen (Isak Dinesen)* William Sydney Porter (Voltaire)Bu filmlere esin veren büyük eserler hangileri?* Neredesin be Birader (Odysseia, Homeros)* Kıyamet (Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad)* İşte Öyle Bir Kız (Pygmalion, George Bernard Shaw)* Bıçak Sırtı (Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? Philip K. Dick)1984’ün yazarı George Orwell’i ne kadar tanıyorsunuz?* Hindistan’da doğdu. (Doğru)* George Orwell takma adını almasının nedeni, geçmişini, özellikle de üst sınıf mensuplarının aldığı türden eğitimini gizlemek istemesiydi. (Doğru)* Orwell, 2. Dünya Savaşı’nda ölümün eşiğinden döndü. (Yanlış, İspanya İç Savaşı’nda yaralandı)* Britanya adına savaş propagandası hazırladı ve radyo yayını yaptı. (Doğru)Nobel Edebiyat ödüllerinin ilkleri* Nobel ödülü alan ilk Türk yazar kimdir? (Orhan Pamuk)* Nobel ödülü alan ilk Amerikalı yazar kimdir? (Sinclair Lewis)* Edebiyat dalında Nobel ödülünü alan ilk kadın yazar kimdir? (Selma Lagerlöf)* Nobel ödülü alan ilk Afrikalı-Amerikalı yazar kimdi? (Toni Morrison)“Şiir ekmek gibidir, herkes tarafından bölüşülmelidir” diyen Pablo Neruda...* Neruda hangi ülkedendi? (Şili)* “Sabit yıldız kümesi/su gülünü saran” dizeleriyle hangi gündelik nesneyi selamladı? (Soğan)* Hangi şairin portresini çerçeveletip evinin duvarına astı? (Walt Whitman)* Hangi popüler filmde ana karakterlerden birini canlandırır? (Postacı)“Şeytan Ayetleri”nin yazarı Salman Rushdie’yü tanıyor musunuz?* Saklandığı dönemde oğlu Zafar için hangi çocuk kitabını yazdı? (Harun ile Öyküler Denizi)* Booker ödülü alan kitabı Geceyarısı Çocukları’nda hangi tarihsel olayın yıldönümünde 1001 çocuk gece yarısında sihirli güçlerle doğar? (Hindistan’ın İngiliz yönetiminden kurtulduğu bağımsızlık günü olan 15 Ağustos 1947) * Hangi Yunan miti, Ayaklarının Altındaki Toprak’ın olay örgüsüne esin kaynağı oldu? (Ölen karısının peşinden yeraltı dünyasına giden bir müzisyeni anlatan Orpheus ve Euripides miti)* Şeytan Ayetleri yazıldıktan kaç yıl sonra Türkçe’ye çevrildi? (Türkçe’ye çevrilmedi.)Kafkavari şeyleri biliyor musunuz?* Dönüşüm romanının başında Gregor Samsa sabah uyandığında neyi fark eder? (Dev bir böceğe dönüştüğünü.)* Peter Kuper, 2003 yılında Dönüşüm’ü hangi formata uyarladı? (Çizgi roman)* Dava’da Joseph K.’nın işlediği suç neydi? (Hiçbir suçu yoktu)* Kafka’nın yayımlanmamış yazılarıyla ilgili olarak dostu Max Brod’dan ricası neydi? (Onları yakmasını istemişti. Brod ise Kafka’nın hem güncesini hem de Şato dahil olmak üzere bütün yapıtlarını yayımladı.)Ünlü Brodway gösterilerinin ardındaki romanlar...* The Man of La Mahcha (Don Kişot)* My Fair Lady (Pygmalion, Bernard Shaw)* West Side Story (Romeo ve Juliet)* Cats (Old Possum’s Book of Practical Cats, T.S Eliot’ın şiir kitabı)Victor Hugo’nun eserleri hakkında bilgi sahibi misiniz?* Notre Dame’ın Kamburu ve Sefiller romanlarını sahneye de uyarladı. (Yanlış)* Giuseppe Verdi, Rigoletto ve Ermani operalarının konularını Hugo’nun yazdığı oyunlardan aldı. (Doğru)* Sefiller, müzikal versiyonu yapılmadan önce birçok kez filme çekildi. (Doğru)* Notre Dame’ın Kamburu’nu ilk kez filme çeken Alice GuyBlache, aynı zamanda ilk kadın film yönetmeniydi. (Doğru)Yazar ve Şairlerin Mezar Taşı Yazıları* “Kendimi sana doğru savuracağım/Yenilmeksizin ve boyun eğmeden ey ölüm” (Virginia Wolf)* “Burada vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça biri yatıyor” (Jonathan Swift)* “Ne içimdeyim zamanın ne de büsbütün dışında” (Ahmet Hamdi Tanpınar)* “Dedi Kuzgun: Bir daha asla!” (Edgar Allan Poe)Edebiyatın kötü karakterleri...* Öksüz çocuk, zengin bir adam olduktan sonra onu evlat edinen ailenin yanına döner, onu küçümseyenlere, dışlayanlarla fiziksel ve psikolojik cezalar verir. (Uğultulu Tepeler)* Bu parlak psikiyatristin açlığını duyduğu şey, ağza bile alınamaz. (Hannibal Lecter)* Saplantılı bir polis memuru olan bu kahraman sonunda kendini Seine Nehri’ne atar. (Sefiller)* Bu hain çiftlik sahibi kölelerin dini inançlarından vazgeçmelerini ister. (Tom Amca’nın Kulübesi)Albert Camus hakkında doğru ve yanlışlar * Camus Fransa’nın Martinik sömürgesinde büyüdü. (Yanlış, Cezayir’de doğdu, büyüdü)* Öğrenciyken çok iyi futbol oynayan Camus, ileride profesyonel futbolcu olmayı düşlüyordu. (Doğru, tüberküloz olunca bu hayalinden vazgeçti)* Camus hayatına kendisi son verdi. (Yanlış, araba kazasında öldü)* Nobel edebiyat ödülü kazanan en genç ikinci yazardı. (Doğru)

Devamını Oku

Bu köy Türkiye’nin yeni Yeşilçam’ı olacak!

3 Eylül 2011

Konya’nın Hüyük ilçesine bağlı Çavuş beldesi, iki hafta süreyle tanınmış sinema, resim, heykel, müzik sanatçılarının etkinliklerine sahne olacak. Sonsuz Sanat Köyü’ndeki “Anadolu’ya Şükran Buluşması”na katılan sanatçılar 17 Eylül’e kadar sürecek program sırasında kerpiç evlerde kalacaklar. Bir yandan sanat çalışmalarını sürdürürken, diğer yandan köylülerle birlikte meyve toplayıp, tarlada çalışıp, süt sağacaklar... Anadolu’nun ortasında bir köy... Konya’nın Hüyük ilçesi Çavuş beldesi... Bir Selçuklu Köyü olarak kurulmuş... Roma dönemine ait arkeolojik kalıntıların bulunduğu, keşfedilmeyi bekleyen nice arkeolojik hazineleri de topraklarında barındıran bir belde. Bir süre önce köylülerin organik tarıma başladığı Çavuş’un iki kaplıcası, bir de Selçuklu döneminden kalan ahşap camii var... Köye bitişik olan “Aktepe” veya “Koru” adı verilen tepenin yamacında, yaklaşık iki yıldır hummalı bir çalışma sürdürülüyor. Yapımcı, yönetmen, yazar Mehmet Taşdiken’in hayali, gerçeğe evriliyor. Bir kültür sanat köyü kuruluyor... Adı, Sonsuz Şükran Köyü... Taşdiken, Beyoğlu’ndaki Fransız Sokağı’nın da fikir babası... O aynı zamanda da İstanbul’da yaşayan bir “Çavuş köylü”... Doğduğu yere uzakta yaşasa da, köyüne, köylüsüne vefa borcunu ödemek için bu projeyi hayata geçiriyor. Türkiye’de alanında bir ilk olan proje, yerli ve yabancı kültür sanat insanlarının katılacağı etkinliklerin gerçekleştirileceği, öğrencilere ücretsiz derslerin verileceği bir “kültür sanat köyü”nü kapsıyor. Proje kapsamında köyde yaşayacak sanatçılar için kerpiç evlerin yanısıra, atölyeler, rekreasyon alanları, özgün parklar, deneme bahçeleri, kültür merkezleri yer alıyor. Sanatçıların burada yaşarken, atölyelerde çalışmaları, film çekmeleri, resim-heykel yapmaları; festivaller, konserler, seminerler gerçekleştirilmeleri, öğrencilerle atölye çalışmaları yapmaları, diğer yandan da köy hayatını yaşamaları, köylüyle tarlaya girmeleri, meyve toplamaları, inek sağmaları, doğayı ve tarımı yerinde görmeleri hedefleniyor... Anadolu’da dünyanın ilgisini çekecek bir “cazibe merkezi” oluşturulması amaçlanıyor.* Sonsuz Şükran Köyü projesi fikri nasıl doğdu?İnsanın içinde doğduğu topraklara bir şeyler yapma fikri daima vardır. Bu bir şükran borcudur, vefadır, insani bir histir. Bende olan da budur.* Projenin adı neden Sonsuz Şükran Köyü? Burası benim doğduğum yer. “Sonsuz Şükran Köyü” ismi de doğduğum topraklara olan hissimi ifade ediyor. Proje, ihmal edilmiş Anadolu topraklarında bir kültür- sanat köyü kurmak esasına oturtuldu. Ama gösterişçi bir proje olarak değil, her parçasıyla Anadolu topraklarının kültürüne ve ruhuna uygun olarak “hakiki” bir proje olarak kalıcı olmalıydı. Yeni sanat ve kültür çalışmalarının yapılabildiği bir alan olarak ortaya çıkmalıydı. Bu konuda duyarlı kültür-sanat adamlarıyla konuşup olabileceğine inandıktan sonra proje gelişti... * Projenin temel hedefi nedir?Anadolu kültürünü modern formlarla yeniden dünya gündemine taşıyacak bir oluşum yaratmak... Bodrum, Marmaris gibi tatil beldelerinde “eğlenceye meze” durumuna düşürülmüş sanatı, gerçek ve öncü konumuna oturtmak. Anadolu’ya sadece kültürle değil, aynı zamanda muhteşem coğrafyasıyla yeniden dikkat çekmek. Halkıyla, halkın hala sürdürdüğü insani değerlerle birlikte onlara bir şeyler öğretmeye kalkmadan her şey birlikte gerçekleştirilecek.Cemil İpekçi, Devrim Erbil ve Zeynep Tunuslu köyden ev satın aldıBarış Pirhasan, Hale Soygazi, Tolga Çevik, Şevket Çoruh, Sibel Turnagöl, Yavuz Bingöl, Kerem Alışık, Derviş Zaim, Cemil İpekçi, bu yılki sanat etkinliklerine katılan isimlerden bazıları... Sonsuz Şükran Köyü’nden ev satın alan isimler ise Bulut Aras, Cemil İpekçi, Prof. Devrim Erbil, Fatoş Yalçınkaya, Fethiye Boudevin, Güler Kazmacı, Halil Ergün, İnes Vitaly, Prof. Nilüfer Narlı, Olça Tansuk, Reis Çelik, Sofia Gikas, Vedat Sakman, Yavuz Bingöl, Zeynep Tunuslu oldu.“Orta Anadolu’nun mimari özelliğini taşısın diye kerpiç evler yaptık” * Evlerin mimarisine nasıl karar verildi?Evler köyün ve Orta Anadolu’nun binlerce yıllık mimari özelliklerini taşımalıydı. Bu nedenle düz damlı, kerpiç evler yaptık. Çavuş Belediyesi’nin katkılarıyla kooperatif tarzında bir oluşumla inşaatları yaptık. * Sanatçılar evleri satın mı alacak yoksa kiralayacak mı?İsteyen sanatçılar evini satın aldı. Herkese en az yılda 60 gün burada yaşama zorunluluğu getirdik.* Kültür sanat köyünde ne tür etkinlikler yapılacak?Ulusal ve uluslararası ölçeklerde, yaz-kış sürekli etkinlikler ve atölye çalışmaları olacak. Böylece bir tatil beldesi veya yazlık bir alan olmaktan da çıkarmayı hedefledik. Yaz kış etkinliklerin yapılabilmesi için ressam, heykeltıraş ve seramik sanatçılarına atölyeler planladık. Sergi alanları, konferans-konser salonları da projede var. 30 ev bitti, şu an itibariyle 11 hane yerleşti. Yani bir taraftan inşaatlar sürüyor, bir taraftan yerleşmeler devam ediyor. Anıtlar, çeşmeler, açık alanlarda heykeller ve “land-art tasarımları” da yapıyoruz.* Geçen yılki etkinlikte sanatçılar ne gibi tecrübeler yaşadı? Sanatçılar ve köylü, birbirlerini çok benimsedi. Bu bakımdan da örnek olur diye düşünüyorum. Yıllarca küçümsendi bu halk. Oysa onu küçümseyenlerden birkaç kat daha fazla derin, bir şifahi kültüre sahip. Bu halk müthiş bir halk. Cumhurbaşkanı Gül Taşdiken’e mektup yazdı “Konya’nın Hüyük ilçesine bağlı Çavuş Kasabası’nda geçtiğimiz yıl başlatılan Sonsuz Şükran Köyü Projesi ile ilgili çalışmaları yakından takip ediyorum. Fevkalede güzel bir çalışmaya imza attığınız inancındayım. Çavuş Kasabası bu anlamlı proje çerçevesinde düzenlenen faaliyetlerle yerli yabancı çok sayıda sanatçıya ev sahipliği yaparak, kültürümüzün canlanmasına ve köklü birikimimizin yaşatılmasına da hizmet etmektedir. Sonsuz Şükran Köyü Projesi’nin başka kasaba ve beldelerimize de örnek olmasını temenni ediyorum. Sizleri hem projeniz için hem de doğduğunuz yere sahip çıktığınız için tebrik ediyor, başarılar diliyor, vatandaşlarımıza ve değerli sanatçılara selam ve sevgilerimi sunuyorum.”Sanatın Anadolu’ya dönüşü için başlangıç olacak!“İki yıl sonra Türkiye’nin yeni Yeşilçam’ı Sonsuz Şükran Köyü olacak” iddiasında bulunan Taşdiken, “Avrupa’da böyle bir proje yok. Belki de Türk kültürü için de bir başlangıca vesile olur. Kültür ve sanatımızın Anadolu’ya dönüşü için büyük bir başlangıç olduğunu düşünüyoruz” diye konuşuyor. Sonsuz Şükran Köyü için tasarlanan Hayat Kapısı anıtı ise “Ne olursan ol yine gel” çağrısı ve her zaman açık olan kapısıyla Konya ve Mevlana felsefesine gönderme yapıyor. Anıtın yapımında Hitit ve Selçuklu yapıtlarında kullanılan menekşe renkli, dayanıklı andezit taşı kullanılacak.

Devamını Oku

Yeşilçam şöhretlerinin bilinmeyen yüzü

12 Ağustos 2011

Bir dönem Türk filmlerinin önemli karakterlerinden Cem Erman’ın geçtiğimiz haftaki ölümüyle bir kez daha Yeşilçam’ın ünlü isimleri gündeme geldi... İşte tam da bugünlerde, hâlâ keyifle izlenen filmlerde rol almış ünlülerin fazla bilinmeyen yönlerine de yer veren bir kitap çıktı. TRT’de görev yapan yazar, şair, yönetmen Şener Danyıldız, “Hey Gidi Günler”de sadece sinemanın değil, sahnenin ünlülerini anlatıyor. Danyıldız, “Özellikle yeni nesil oyunculara ‘öyle kolay yıldız olunmuyor’ mesajını vermek istedim” diyor. ADİLE NAŞİTAnnesi çalışmasın diye 16 yaşında tiyatrocu olduBabasının “Sürpik Dudu” rolünden çağrışımla “Sürpik Kız” diye seslendiği Adile büyüdükçe, tıpkı ağabeyi Selim gibi tiyatroya merak saldı. Babasını kaybedince, annesi kantocu Amelya Hanım’ın sahneye çıkmasına gönlü razı olmadı. 16 yaşında tiyatro sahnelerine ilk adımını attı... 18 yıl boyunca 50’ye yakın rolle seyirciyle buluştu. Beyazperdede, kendine özgü gülüşüyle yepyeni bir tip yarattı. Oturduğu mahallede bile o artık “Adile Hala”ydı. Sonraları ise çocukların “Masalcı Teyze”si oldu.TÜRKAN ŞORAYÖğretmen olmak istiyordu, aktris oldu“En büyük emelim öğretmen olmaktı... Sema Yıldız adlı arkadaşım, bir filmde oynayacaktı. Beni de sete götürdü. Yarım saat sonra sette bulunan bazı insanların bana bakıp bir şeyler konuştuklarını hissettim. Biraz sonra anladım ki, arkadaşımın oynayacağı başrolde beni oynatmaya karar vermişler. Rejisör Türker İnanoğlu. ‘İleride büyük bir yıldız olacaksınız’ diyordu. ‘Köyde Bir Kız Sevdim’le sinemaya başladım. ‘Utanmaz Adam’da başrol aldım ve şansım değişti...”FİLİZ AKINSinema dünyasını serüven olarak görüyorduBaşarılı bir öğrenci oldu Filiz... Ankara Maarif Koleji’ne girdi. İyi İngilizce öğrendi. Liseyi bitirince ODTÜ Mimarlık bölümüne girmek istedi. Fakat paraları yetmedi. ‘Artist Yarışması’na fotoğraf ile mektup yolladı. Birinci oldu. Ama sinema dünyasına girmeyi bir serüven olarak görüyordu. Memduh Ün, onu ikna edip İstanbul’a götürdü. ‘Kadın Berberi’ filminde Türker İnanoğlu ile tanıştı. İnanoğlu geç kaldığım için onu azarlayınca ağladı. Ama aynı akşam İnanoğlu ona evlenme teklif etti.AJDA PEKKANAdana’da yuhalandı ama asla yılmadı!Çamlıca Kız Lisesi’nde okurken Moda’daki Lozan Kulübü’nde şarkı söyledi. Bir süre sonra patron 75 lira haftalıkla sahneye çıkmasını teklif etti. 1963’te Ses Sinema Artisti Yarışması’nda birinci oldu. Yeşilçam’da 30’a yakın film çevirdi. Sonunda tekrar şarkıcılığa döndü. 3 yıllık aradan sonra ilk defa Adana’da sahneye çıktı ve yuhalandı. Ama yılmadı. Maksim’le anlaşıp büyük başarı sağladı. “İki Yabancı” plağı kısa sürede 65 bin satınca, Ajda Pekkan, pop dünyasının bir numaralı kadını oldu. FİKRET HAKANAsıl adı Bumin Gaffar Çıtanak’tı! “15 yaşındaydım, annemle babam çoktan ayrılmış. Parasızlık peşimi bırakmamıştı. Gazetede ‘Amatör sanatçı adayları alınacaktır’ diyordu. 1952 yaz başında sinemaya girmeye kesin kararlıydım. Tabelasında ‘YEŞİLÇAM’ yazan ‘L’ harfi şeklindeki sokakta Artistler Kahvesi’nde beklerdik...”Asıl adı Bumin Gaffar Çıtanak olup mahkeme kararıyla adını Fikret Hakan yaptı...YILMAZ GÜNEYBu adamdan olsa olsa kömürcü çırağı olur...1952 yılında Adana’da Kemal Film Bürosu’nda pursantaj memuru olarak çalışıyordu. 20-30 kiloluk film kutularını sırtında taşıdı. Aldığı para ile ancak karnı doyuyordu. Sinemaya merak saldı. Tek gayesi iyi bir yönetmen olmaktı. Oyuncu olmayı istemiyordu çünkü hiç sevmiyordu. Atıf Yılmaz’la tanıştı. ‘Bu Vatanın Çocukları’nda başrol oynadı. Fakat Yeşilçam’ın cellâtları hep ‘Bu adamdan olsa olsa boyacı, kömürcü çırağı olur‘ diyordu. Ama o her şeye rağmen kötümserliğe karşı mücadele etti.TARIK AKANAt yarışlarında tabelacılık yaparak para kazanıyorduİstanbul Eyüp’te 13 Şubat 1948 yılında subay baba Yaşar Üregül ve eşi, ikinci oğullarına “Tarık” adını koydular... Harçlığını çıkarmak için önce bir kiremitçinin dükkânında 75 lira haftalıkla çalıştı, telefonlara baktı. Kendisine renkli bir iş arıyordu, sonunda buldu; at yarışlarında tabelacılık yapmak. Bir yılı Hipodrom’da geçti. Makine mühendisi olmayı istiyordu ama o yıl açılan üniversite sınavını kazanamadı. Çekirdek satarak harçlığını çıkarıyordu. Bir gün bir arkadaşı, “Neden artist olmuyorsun?” diye sordu. Ses Mecmuası’nın artist yarışmasına fotoğraf yolladı. İlk elemeyi de son elemeyi de kazandı, tecrübe filmi çekildi. İlk filmini Fatma Girik’le çevirdi. Sonra şöhret oldu.FATMA GİRİKOsman Seden ‘bu kızdan bir şey olmaz’ dedi“İşleri iyi olmadığı için babam eve bakamıyordu. Bir gün Sezai ağabey gelmişti. ‘Figüran olarak filmlerde oynatalım’ dedi. ‘Günahkar Baba’ filminin bir sahnesinde rol aldım. 5 lira tutuşturdular elime. Fakat ‘5 Hasta Var’ filminde beni gören rejisör Atıf Yılmaz, ‘Ben sizden güzel, eli yüzü düzgün bir kız istemiştim, siz bana duba gibi bir çocuk getirdiniz’ diye bağırdı... Cilalı İbo bir gün bana şahane bir makyaj yapıp rejisör Osman Seden’e götürdü. Seden, ‘Bu kızdan hiçbir şey olmaz, boşuna uğraşma’ dedi. Ama sonra ‘Leke’ filmi için hiç başrol oynamamış bir kız arandığını öğrendim, ‘ne olursa olsun’ deyip gittim, 1000 lira para aldım.”SEZEN AKSUİlk plağı sadece 8 adet sattı ama şansı döndüMeşhur olmak istiyordu. Sinemaya, tiyatroya girmesine ailesi izin vermedi. Ziraat Fakültesi’ne girdi. 2.5 yıl devam etti, sonra İzmir’de güzellik salonu açtı. “Bir bant doldurup, Melodi Plak şirketine yolladım. Plak tam 8 tane satıldı. Onları da ben, teyzemin kızı, annem, arkadaşlarım aldı. Plağın adı ‘Haydi Şansım Dön Bana’ idi. Şansım dönemedi, virajda devrildi!” Unkapanı İMÇ’de ‘Yaşanmamış Yıllar’ adlı plağını doldurdu. Plakçı dükkânları hoparlörlerinden Aksu’nun plağını yaymaya başlayınca, hayatının en tatlı günlerini yaşadı. Plak adeta kapışıldı ve işte ondan sonra talihi açıldı... ZEKİ MÜRENSihirli bir ortam için sahneye parfüm sıktırırdı1950 sonbaharında lise öğrencisiyken İstanbul radyosunun açtığı yarışmada seçilen iki kişiden birisidir. 1950 yılının son günü akşam radyoda ilk programına çıkar: “O gece tam altı şarkı söyledim. Başarmıştım, dünyalar benimdi. Hayatımın en büyük mutluluğunu o gece tattım... ”Müren, 1955 yılında Küçük Çiftlik’teki programının birinci bölümünde beyaz, ikincisinde bordo, üçüncü bölümünde ise mavi frakla çıkar sahneye. O güne kadar erkek sanatçılar sahnede sadece siyah frak giymişlerdir. “Sahne prensibim daima yenilik üzerine kuruldu. Ceketlerimin üzerine hafif pırıltılar işlettim. Hatta sihirli bir ortam için sahneye parfüm bile sıktırıyordum.”

Devamını Oku

Avrupalı bir elçinin gözünden Osmanlı İmparatorluğu

29 Temmuz 2011

Avrupalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq"in, Osmanlı"nın altın çağı olan Kanuni döneminde yaptığı gözlemler sonucunda yazdığı ilginç mektuplar kitap halinde Türkçe"ye çevrildi. Padişah"ın yüzüne pudra sürmesi, Hürrem Sultan"ın Kanuni"ye aşk iksiri içirdiği yönündeki inanışlar ve dönem halkının yaşayışı hakkında ilginç bilgileri bu mektuplarda okuyabilirsiniz...Avrupalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq, 1554 yılında Osmanlı ülkesine doğru yola çıkar. Görevi Osmanlı İmparatoru"yla Avusturya arasında son bulmayan sınır anlaşmazlığını çözmektir. İstanbul’daki görevi öncesinde arkadaşı Macar asıllı diplomat Nicholas Machault"a İstanbul"a yolculuğunu teferruatıyla anlatacağını vadeder. Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren Busbecq, o dönemde yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını söz verdiği gibi dostuna mektuplarla anlatır... Kanuni"nin Hürrem"le ve şehzadeleri ile ilişkilerinden Osmanlı ordugâhlarındaki düzene, hamam âdetlerinden güncel dedikodulara, depremlerden dilencilere birçok konuyu mektuplarında anlatıyor diplomat... Yola çıkarken Türkler hakkında yeterince bilgisi olmayan elçinin, İstanbul"a geldikten sonra Kanuni dönemi Osmanlısıyla ilgili her ayrıntıyı anlattığı mektuplar, ilk kez Latince olarak 1595"te "Türk Mektupları" adıyla Paris"te basılır. 1927"deki İngilizce çevirisinden Türkçe’ye çevrilen kitap, Busbecq"in heyetinde yer alan ressam Melchior Lorichs"in aynı dönemde yaptığı çizimlerle birlikte İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. Saray"daki herkesin yükselme şansı varMektuplarda Osmanlı’nın adaletine vurgu yapılıyor: "Sultan"ın karargâhında herkes itibarını kendi meziyetlerine borçlu. Doğduğu aileden dolayı kimseye ayrımcılık yapılmaz. Kişiye, verdiği hizmetlere göre saygı gösteriliyor. Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme imkânı vardır. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar. Sarayda yaşanan olaylar da anlatılıyor: “Türk sultanlarının oğlu olmak büyük bir mutsuzluk, zira aralarından biri babasının yerine tahta geçtiğinde, bu diğerleri için kaçınılmaz bir ölüm demek. Eğer tahta geçenin kardeşlerindenbiri hayatta kalabilmişse bu askerler sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler. Dolayısıyla Türk sultanları ellerini kardeş kanıyla kirletmek zorunda kalır.” Dillerini kesseniz kurbağa yemezlerBalıkçılar Türk’ten ziyade Rum’dur. Türkler önlerine konduğunda balığı reddetmezler ancak bunlar temiz kabul ettikleri cinsler olmalıdır. Zehir içerler de başkasını yemezler. Bir Türk kurbağa, sümüklüböcek, kaplumbağa gibi temiz kabul etmediği yiyeceği ağzına koymaktansa dilinin kesilmesine yahut dişlerinin sökülmesine razıdır. Hürrem Kanuni"ye aşk iksiri veriyorKanuni, yaşlanmış olmasına rağmen davranışlarındaki asalet ve dış görünüşü ile bir imparatorluğun başına yakışır bir hükümdar. Her zaman tasarruftan yana ve kendine hakim. Hep şaraptan uzak durmuş, Türklerin ekseriya düşkünü olduğu kötü alışkanlıklara kapılmamış. Onu en acımasızca tenkit edenler bile karısına aşırı derecede boyun eğmesinden başka aleyhinde konuşulacak şey bulamıyorlar. Bu zaafını da karısının kullandığı aşk iksirlerine ve büyülere yüklüyorlar. Din ve geleneğin katı bir muhafızı. Elçilere görünürken, onlara sıhhatinin yerinde olduğu intibaını vermek için yüzüne kırmızı pudra sürüyor. Siyah uğursuzluk, pembe seçkinlik Türkler siyahın kötü ve talihsizlik getiren bir renk olduğuna inanıyor ve birinin siyah giymesini uğursuzluk addediyorlar. Öyle ki paşalar bizi birkaç defa siyah elbiselerle görünce ciddi şikâyetlerde bulunmuşlardı. Pembe renk ise seçkinlik alametidir. Ancak savaş zamanı ölümün habercisi addedilir. Beyaz, sarı, mavi, menekşe, kurşuni ve diğerleri daha uğurlu renkler sayılır. Meyveyi ekmeğin yanında yiyorlarTürkler yemek yeme zevkinden o kadar uzak ki ekmek, tuz, biraz sarımsak veya soğan bir de yoğurttan başka bir şey istemezler.Yolculuk sırasında ise ete veya sıcak ekmeğe rağbet etmezler. Hoşlandıkları şeyler ekşitilmiş süt, peynir, kuru erik, armut, şeftali, ayva, incir, kuru üzüm ve vişnedir. Bu meyveleri temiz suda kaynatıp büyük toprak tepsilere koyarlar. Meyveyi de ekmeğin yanında katık olarak yerler. Sonra da suyunu içerler. Böylece yiyecek ve içecek çok ucuza mal olur. Resmi yemekleri genellikle börek, çeşitli tatlılar ve yanına koyun eti ve tavuk ilave ettikleri muhtelif pirinç yemekleri... Sülünün, ardıç kuşu ve benzerlerinin adını dahi duymamışlar. Osmanlı tokadı gibi diplomasiTürkler şüphecidir ve Hıristiyan hükümdarlar tarafından gönderilen elçilerin bir seri talimatlarla geldiklerini düşünürler. Onlara göre elçiler duruma ve şartlara uygun olanı ortaya sürer. Eğer mümkünse öncelikle en müsait şartlarla anlaşmaya çalışırlar. Başarı elde edemezlerse giderek daha ağır şartları kabule yanaşırlar. İşte bu nedenle gözdağı vermenin gerekli olduğunu düşünürler. Elçileri şavaşla tehdit ederler ve neredeyse esir muamelesi yaparlar onlara... Böylece elçilerin, kendilerine saklamaları emredilmiş olan talimatları, çektikleri baskı yüzünden bir an önce ortaya çıkarmasını sağlamaya çalışırlar.Atı tökezleyen paşa azledildi Türkler kehanete ve fala gerçekten büyük önem verirler. Bir paşanın atı tökezlediği için makamından azledildiği meşhurdur. Bu olay büyük bir felaketin işareti olarak görülmüş ve onu azlederek uğursuzluğu devletin başından bir şahsın başına aktarmak istemişler.

Devamını Oku

Viyolonsel bir tutkudur kanınıza işlemişse başka bir şey çalamazsınız

22 Temmuz 2011

Eski Büyükelçi, eski AİHM yargıcı, eski köşe yazarı, yeni CHP milletvekili... Rıza Türmen’den bahsediyoruz... Ailesinin evindeki plaklardan dinlediği klasik müzik, önce dinleyici olarak tutkusu haline gelmiş Türmen’in... “O kadar doldum ki artık vermek istedim” deyip, 40 yaşından sonra viyolonsel çalmaya başlamış. Kendisi gibi amatör müzisyenlerle yurt dışında birçok konser verse de, “sizden iyisi mutlaka vardır” düşüncesiyle hâlâ öğrenmeye, ders almaya devam ediyor. Bürokrasiden gelen birisi olarak henüz siyasete alışamamış olsa da “yeni CHP”den umutlu. “Çok yakında Kılıçdaroğlu’nun şefliğinde çok iyi bir orkestra göreceksiniz” diyor. Türmen’le evinde keyifli bir sohbet yaptık.* Edebiyatçı olmak isterken neden hukuk okudunuz?Hayatım tesadüflerle dolu. Küçük hikâyeler yazıyordum. Aslında bu içimde kalmış bir şeydir, hâlâ yapmak istiyorum. Küçük hikâyeler yazmayı seviyordum, edebiyata meraklıydım. Ama sonra hukuka girdim. * Hukuk okumanızı aileniz mi istedi?Yok, hayır. Tabii edebiyatçı olmam için hiçbir teşvik görmedim. Ama hukuk okumak konusunda da bir teşvik görmedim. Liseden mezun olduğum arkadaşlarım da hukuka giriyordu, hep beraber hukuka girdik. Arkadaş etkisi oldu galiba. Tabii bir de hukuk sizi meslek sahibi yapıyor gibi şeyler... Hukuk tabii insana meslek seçiminde geniş bir yelpaze sunuyor. Hukuk okuyunca her şey olabilirsiniz. Edebiyatçı da, gazeteci de, hukukçu da olabilirsiniz. Müzik yapacaksanız müzisyenlerle olmalısınız* Hukuk fakültesine girdiğinizde, “edebiyatla da ilgilenirim” düşünceniz var mıydı, yoksa o defteri kapattınız mı?Hukukta kapandı o defter... Edebiyat bir yaşama biçimi. O yaşama biçiminin içinde değilseniz, edebiyat yapmak güç. Yani başka bir meslek yapıp, yazı yazmak o kadar kolay değil. Yazı yazacaksanız, yazı yazılan ortamın içinde yaşamak doğru. Müzik için de böyle. Müzik yapacaksanız, sizin gibi müzisyenlerle olmanız gerekir.* Peki hukuk fakültesini bitirince neden mesleğinizi yapmadınız?Bir yıl avukatlık stajı yaptım. Bu stajın bana büyük bir yararı oldu, avukat olmamaya karar verdim. “Böyle bir şey katiyen istemiyorum. Yapmak istediğim en son şey budur” dedim. * Neden?Kasvetli adliye koridorları, kalabalıklar... Eminönü’ndeki karanlık, mermer merdivenlerinin ortası çökmüş avukat hanları... Harfleri eksik daktilolar... Öğlen sefer taslarında gelen yemekler... Korkunç bir şey... Kaça kaça gittim... Dünyayı gezmek için Dışişleri’ne girdim* Tek neden “kasvetli” ortam mıydı?Bir de dünyayı görmek istiyordum. * Bu nedenle mi Dışişleri’ne girdiniz?Bu da tamamen tesadüf oldu. Avukat olmayacaktım, “Başka ne yapılır?” diye düşünüyordum... Bir gün Suadiye’de dolaşırken, bir arkadaşıma rastladım. “Siyasal’ı bitirdim, Hariciye’ye girdim” dedi. “Peki ne oluyorsun?” diye sordum. “Tayin oluyorsun, dünyayı geziyorsun” deyince, “A ne güzel ben de girebilir miyim?” diye sordum. “Fahri Armaoğlu’nun ‘Siyasi Tarih’ kitabı var, onu oku, imtihana gir, geçersen girersin” dedi. Kitap İstanbul’da yoktu, Siyasal Bilgiler Genel Sekreterliği’ne mektup yazdım. Geldi ama meğerse birçok şey çalışmanız gerekiyormuş. * Dışişleri’nde ilk hangi görevde bulundunuz?NATO Dairesi’nde başladım. Amirimiz Şükrü Elekdağ’dı. Elekdağ ile çalışmak, benim için yeni bir üniversite bitirmek gibi oldu. Dünyayı görmek için girmiştim Dışişleri’ne ama işi öğrenince sevdim, heyecan verici geldi.Büyükelçiliği sevmedim çünkü iktidarla temas şarttı* Dışişleri’nde çalıştığınız 32 yıl boyunca kaç ülkede görev yaptınız?İlk tayinim BM’e oldu. New York o yıllarda çok hareketliydi, çiçek çocuklar, hippiler, sıkı devrimciler... Oradan Pakistan’a tayin oldum. İki yıl orada çalıştım, sonra Ankara’ya geldim. Sonra Montreal’e gittim ve tekrar Ankara. Sonra Büyükelçi oldum. Singapur’da ilk Büyükelçilik görevini ben yaptım 1985’te. O zamanki en genç büyükelçi de bendim. 40 yaşındaydım. Singapur sonrası yine Ankara, sonra İsviçre’de Büyükelçilik yaptım, ardından Strasbourg’da. O sırada, 1998 yılıydı, AİHM yeniden kuruldu. Bir hâkim gerekiyordu oraya. İsmail Cem Dışişleri Bakanı’ydı, “Sen düşünür müsün?” dedi. “Ne kadar iyi olur” diye düşündüm. Sıkılmıştım çünkü Büyükelçilikten. Ben Dışişleri’ni sevdim ama Büyükelçi olana kadar.* Neden sevmediniz Büyükelçiliği?Bir kere Büyükelçi olunca siyasi iktidarla ister istemez temasınız oluyor. Siyasi iktidarın sizi sevmesi lazım. Ben hiçbir siyasi iktidarı sevmiyordum (gülüyor), iktidarı sevmiyorum aslında. İktidarla yan yana, iç içe olmak hiç hoşuma gitmeyen bir şeydi. Siyasetçilerden, siyasetten uzak kalmak istiyordum, ama büyükelçilik buna izin vermiyordu. Yani Büyükelçi olduktan sonra siyasallaşıyor bir parça. Yaptığınız iş dışında temaslarınız, siyasi iktidara yakınlığınız önemli olmaya başlıyor. Bu benim hiç hoşuma gitmedi. Bir de tabii büyükelçilik yalnız bir şey. * Yani İsmail Cem’in teklifi tam zamanında gelmiş size?Tabi tabi...Devleti savunurken, devleti yargılayan oldum* Yargıç olarak, bir anlamda esas mesleğinize de dönmüş oldunuz...Dışişleri’nde hep hukukla uğraştım. AİHM’de yargıç olmadan önce büyükelçi olarak hükümeti savundum, İnsan Hakları Mahkemesi’nde. Aynı zamanda insan haklarına bakıyordum, tüm davalar bendeydi. AİHM yargıcı olunca, duvarın öbür tarafına geçtim. Devleti savunurken, devleti yargılayan oldum. Aslında bu büyük bir geçiş dönemi istiyor, devletle göbek bağınızı koparmanız gerekiyor. Çünkü “devletin ajanı” olarak orada gözükürseniz, hiçbir inandırıcılığınız kalmaz. Söylediklerinizi dinlemezler. * Devletinizi yargılayan olarak kendinizi kötü hissettiğiniz oldu mu?Oluyor tabii. Sizin devletiniz en fazla mahkûm olan devletse, en fazla insan hakları ihlali yapan devletse, köy yakmalar, faili meçhuller gibi davalar önünüze geliyorsa, tabii ki utanç duyuyorsunuz. Eminim şimdiki hâkim de tutukluluk davalarından utanç duyuyordur. İnsanları göz göre göre tutuklu yargılamak hukuka aykırı bir şey. 10 yıl AİHM’de yargıçlık yaptım. 1998’de yargıç oldum, iki defa seçildim. Çinli bir öğretmenden viyolonsel dersleri aldım* Hayatınıza müzik ne zaman, nasıl girdi?Müzik hep vardı hayatımda dinleyici olarak. Ailemin evinde pikap vardı, büyük plaklar vardı o zamanlar, her türlü plaklar Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Münir Nurettin Selçuk, bunların yanında Beethoven, Mozart, Chopin... Sonra konserlere gitmeye başladım... Bir yerden sonra o kadar doluyorsunuz ki, siz vermek istiyorsunuz. * Bu nedenle mi viyolonsel çalmaya başladınız?Evet. Singapur’a gitmeden önce enstrüman çalmaya karar verdim. Ne çalayım diye düşündüm. Viyolonsel çalan bir arkadaşım, “Seni viyolonsele başlatayım” dedi. Ertesi gün konservatuardan bir viyolonsel bulup getirdi, derslere başladık. Singapur’a gidince, orada bir Çinli öğretmenden ders almaya başladım. Strasbourg’da bir Romen hocam vardı, çok iyi bir müzisyen, o çok teşvik etti, saatlerce çalardık. Bir de orada benim düzeyimde amatör müzisyenler vardı, onlarla beraber çaldım, konserler verdim. Onlarla da beni Romen hocam buluşturdu. Kasabalarda, kiliselerde konserler verdik. * Sonra devam ettiniz mi?Ankara’ya geldim sonra. Ankara’da bir amatör müzisyenler ortamı yok. Yine ders alıyorum. Bilkent Orkestrası’nda arkadaşlar var, onlarla beraber çalıyorum arada. Araba alacağıma viyolonsel aldım, ilk görüşte aşk gibiydi* Başka bir enstrüman çaldınız mı?Hayır. Viyolonsel bir tutkudur. O sizin kanınıza işlemişse başka bir şey çalamazsınız. İnsan sesine en yakın enstrümandır. Kendi vücudunuzdan ses çıkarıyorsunuz gibi. Diğer enstrümanlardan çok farklı. * Kendi viyolonselinizi ne zaman aldınız?Singapur’da ucuz bir viyolonsel aldım. Strasbourg’ta “Artık bunu değiştir” dediler. Orada keman, viyolonsel yapan biri vardı, ona gittim. Önüme 10 viyolonsel koydu. “Sen bunları çal, ben geleceğim” dedi. Bir saat sonra geldi, “Hangisi” diye sordu. “Tabii ki bu” dedim (şimdi çaldığı viyolonseli gösteriyor). “E tabi o, ama fiyatı da öyle” dedi. * Ne yaptınız?Tam o sırada arabam pert olmuştu, bir kaza sonucu. Sigorta “Bunu at yeni araba al” dedi. Yeni araba alacaktım. Fakat viyolonsel çıktı. Ve araba ile viyolonsel arasında tercih yapmam gerekti. * Fiyatı araba kadar mıydı?Evet. Ben de araba yerine viyolonsel aldım. İlk görüşte aşk gibiydi çünkü.* Ne kadar para ödemiştiniz?15 bin Euro. İdolüm Alman viyolonselci Emmanuel Furman* İdolünüz olan viyolonsel sanatçısı kim?Benim favori viyolonselcim, idolim Emmanuel Furman. Alman bir sanatçı. Hitler döneminde ABD’ye kaçıyor, orada çok meşhur oluyor. Kazals döneminde. Tabii o zamanlar viyolonsel tekniği de çok farklı. Ben dünyada ne kadar Furman CD’si varsa toplattım. * Notasız çalabiliyor musunuz?Maalesef. Çocukken öğrenmediğimin en büyük dezavantajlarımdan biri o. 40 yaşından sonra müzik öğrenince, o kulakla çalınmıyor. Bir de unutursam diye korkuyorum çalarken. * Sadece klasik müzik mi dinlersiniz?Caz da dinlerim, New Orleans caz çok severim. Binlerce CD’im var, odalar CD dolu. * Çalışırken klasik müzik dinler misiniz?Her zaman, her şart altında, günün her saatinde klasik müzik dinleyebilirim. Klasik müzik çaldığı zaman evimde hissediyorum kendimi. En çok New York’u sevdim“Gittiğim yerlerden en çok sevdiğim New York oldu. Hâlâ her sene gidiyorum. Oradaki dinamik, oradaki enerji dünyanın başka hiçbir kentinde yok. Ve sınırsız özgürlük. Aslında üç şehri çok seviyorum; New York, İstanbul ve Hong Kong.”Meclis’te klasik müzik çalsa o kadar kavga çıkmaz* Meclis’te klasik müzik çalsa nasıl olur?Meclis’te klasik müzik çalsa, o kadar kavga çıkmaz. Ne güzel olur, Türk siyaseti bambaşka olurdu. Ama Türkiye’de siyaset kavga demektir...* Kemal Kılıçdaroğlu nasıl bir orkestra şefi?Orkestradaki en önemli unsur, dengedir. Orkestrayı başıboş bırakırsanız, trompetler, timpaniler ve davullar, diğerlerini bastırır. Onun için orkestra şefinin ilk dikkat ettiği şey, orkestrada dengeyi kurmaktır. Siyaseti partide de denge ve uyum sağlamak çok önemlidir. * CHP orkestrasında zaman zaman timpaniler ve davullar diğer sesleri bastırıyor gibi?Böyle şeyler olabilir. Ama bunların hepsi geçmişe ait gruplaşmalar. Bunlar geçmişte kaldı. CHP geleceğin partisi. O yüzden heyecan veriyor.

Devamını Oku

Atatürk trenin camından kimin plaklarını fırlattı?

25 Haziran 2011

19 Mayıs Üniversitesi Samsun Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü Müzik Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Samsun Devlet Konservatuvarı Müdürü olan Süleyman Tarman, hiç müzik eğitimi almamış ama hayatından da müziği hiç eksik etmemiş olan Atatürk’ün bu konuda bilinmeyen ya da az bilinenlerini “Doğumunun 130. Yılında Atatürk ve Müzik” adlı kitapta topladı. Tarman’ın çok farklı kitaplardan, satır arasında kalmış bilgilerden derlediği kitapta, Atatürk’ün müzikle ilgili anıları, anektotlar yer alıyor. Tarman kitapta yer alan tüm bilgilerin “yaşanmış ve gerçek olaylar” olduğunu vurguluyor. Kitaptan bazı bölümleri derledik... Atamız, Harp Okulu’nda öğrenciyken sınıf arkadaşlarından Selanikli Tevfik Bey, Hayri Bey, Süleyman Bey, Köprülü İsmail Hakkı Bey, Arif Bey ve alt sınıftan Suat Bey ile başka gençler uygun zamanlarda okulda toplanırlarmış. Selanikli Tevfik Bey en kuvvetlileri olduğu için kendilerine eser geçer ve Hayri Bey’le Suat Bey ud, Arif Bey ney çalar, Atamız da bu amatör fasıl heyeti içinde okurmuş. Refik Ünal’dan dinleyelim: Atatürk Harbiye’de öğrenci iken okulun fasıl takımında amatör bir ses sanatçısı olarak çalışmış ve o devrin ünlü hocalarından Giriftzen Asım Bey’den müzik dersleri almıştır. Hatta bugün çoğumuzun Rumeli Türküleri olarak bildiği ‘Pencere Açıldı Bilal Oğlan, Mayadağdan Kalkan Kazlar ve Manastır’ isimli üç türküyü bizzat kendisi notaya aldırmıştır.“Memleketimizde opera olacak mı?”yı neden sordu?Mustafa Kemal’i taşıyan tren, genç askeri ataşeyi Sofya Garı’nın soğuk ve loş aydığınlığına bıraktığı vakit Kasım 1913’tü... Gelişinin üzerinden bir hafta geçmeden Sofya’nın ilk operasının açılışını haber alır ve bunu hayretle karşılar. Çünkü Osmanlı hakimiyetinden henüz kurtulan Bulgarlar, daha aradan üç beş yıl geçmeden operada rol alabilecek sanatçıları yetiştirmişlerdir... O gece sahnede Bizet’in “Carmen Operası” vardır. Bütün Sofya sosyetesi yabancı devlet temsilcileri salonda yerlerini alır. Nihayet ağır, atlas perde yavaş yavaş açılır, müzik başlar ve sanatçılar sahneyi doldurur. İlk perde oynanır. Alkışlar kesilip 15 dakikalık ara verildiği sırada yanlarına gelen bir yaver, Türk Büyükelçisi Fethi Bey ile Türk Askeri Ataşesi’nin Kral tarafından davet edildiğini bildirir, giderler. Kral, “Sanatçıları nasıl buldunuz” diye sorar. Daha önceleri operaya ayıracak zamanı olmamış bulunan Mustafa Kemal diplomatça bir tavırla, “Fevkalade ekselans, hakikaten fevkalade” yanıtını verir. İkinci perde başladığı zaman Mustafa Kemal neşesiz ve durgundur... Splendid Palas’a döndüklerinde saat gecenin 2’sine yaklaşmaktadır. Zümrezade Şakir Bey’le “İyi geceler” dileyerek ayrılırlar. Ancak aradan birkaç dakika geçmeden Şakir Bey bir gürültüyle irkilir. Mustafa Kemal’in sesini tanıyan Şakir Bey kapıyı açar. “Uyku tutmadı, biraz konuşalım” der ve içeri girer. Söze başlar: “Şakir, kim ne derse desin şimdi Balkan Harbi’nde yenilmemizin nedenini daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çoban diye bilirdim. Oysa ki baksana operaları bile var. Opera binası bile yapmışlar...”O kadar üzüntülüdür ki gözleri buğulanmıştır. Şakir Bey bu konuda tek bir kelime daha etse neredeyse ağlayacaktır... Sonra başını sallayarak şöyle der: “Ahh, bizim memleketimiz de acaba operaya kavuşacağı günleri görebilecek mi? O seviyeye çıkabilecek miyiz?”Hangi sözüyle radyolarda Türk müziği yasaklandı?Atatürk, 1 Kasım 1934’te TBMM’nin yeni dönem açış konuşması sırasında müzik konusuna değinirken şöyle der: “Bugün dinletilmeye çalışılan müzik, yüz ağırtacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleşileri toplamak, onları bir gün önce genel son müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu şekilde Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel müzikte yerini alabilir...”Atatürk’ün bu konuşmasından bir gün sonra İçişleri Bakanı Şükrü Kaya harekete geçer. Radyolarda Türk Müziği yayın yasağı 2 Kasım 1934’te “Ankara ve İstanbul Valilerine radyo programlarında alaturka musikinin yasaklandığı, sadece Batı müziğinin çalınabileceği” şeklindeki genelge ile başlar. Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda Yunus Nadi, Atatürk’e bu konudaki yakınmaları sıralar, “Paşam ne olur bizi alaturka şarkılardan mahrum bırakmasınlar...” der. Atatürk bu sözlere şöyle karşılık verir: “Alaturka şarkılardan ben de hoşlanıyorum. Fakat unutmamak gerekir ki, devrim yapan bu nesil, bazı fedakarlıklara katlanmasını bilmelidir. Ancak milli türkülere yer verilmelidir.”Bir gece Atatürk, sofrasındaki konuklar arasında bulunan bestekar Sıtkı Bey’in ud ve tamburunun, eşi Vasfiye Hanım’ın sesiyle coşarak dinletikten sonra, “Gidip İstanbul ve Ankara radyolarında birer konser veriniz” der ve böylece radyolardaki Klasik Türk Müziği yayın yasağı 6 Eylül 1936’da kalkar. Antalya’daki çobanın türküsüne karşılıklı bis yaptılarAtatürk’le Mussolini birbirlerini hiç sevmezler... İtalyan diktatör o sıralarda bir nutuk söyleyerek sözde sinirlerimizi bozmak ister. Atatürk buna bir cevap niteliğinde Antalya’ya bir seyahat düzenler. Yolda otomobiller güzel bir yerde mola verir. Bu mola sırasında Atatürk, kulağına gelen bir türküyle ilgilenir. Etrafı ararlar ve türküyü söyleyenin bir çoban olduğunu anlarlar. Çobanı bulup getirirler. Atatürk sorar: “Türküyü sen mi söylüyordun?”, “Evet” “Sesin güzel, okuman fena değil, burada da söyle de dinleyelim.” Çoban nazlanmadan ve yadırgamadan söylemeye başlar: “Demirciler demir döver tunç olur.” Türkü biter Atatürk alkışlar ve “Bis bis” der.Çoban bir şey anlamaz. Atatürk, “Bis demek, beğendik bir daha söyle, tekrarla demektir.”Çoban türküyü tekrar eder. Bunun üzerine Atatürk, cebinden bir “elli liralık” çıkarır ve çobana uzatır. Çoban paraya bakar, alır ve memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra ellerini çırparak yüksek sesle bağırır: “Bis bis.”Atatürk bu zeki cevap ve hareket karşısında o kadar memnun olmuştur ki, yanındakilere dönerek, şöyle der: “İmkan olsaydı da Mussolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı işitseydi. Hangi millete nutuk söylediğini anlardı.” Kim Atatürk’ün şarkı söylemesinden rahatsız oldu?Bir tren seyahati sırasında Atatürk, yanındaki Fahrettin Altay Paşa ile sohbet ederken kütüphanecisi Nuri Ulusu’dan gramofana bir plak koymasını ister. Nuri, plakların arasından rastgele birini seçer, gramofana Munir Nurettin Selçuk’un bir plağını koyar. İlk sesin duyulmasıyla birlikte Atatürk, hemen bunu kapatmasını ve başka bir plak çalmasını ister. Münir Nurettin Bey’in Atatürk’ün sevdiği ve takdir ettiği sanatçılardan biri olduğunu bilen 12 yıllık kütüphanecisi Nuri, bu duruma çok şaşırır, plağı Safiye Ayla ile değiştirir. Atatürk, “Tamam bu çok iyi oldu. Münir Nurettin’in ne kadar plağı varsa hepsini çıkar, bana ver” der. Nuri, bulduğu 3-4 plağı Atatürk’e verir. Herkesin gözleri önünde bu plaklar, onun tarafından tek tek trenin camından dışarı fırlatılır. Plakların tükenmesinin ardından Atatürk, “Oooh be” der, kahvesini içmeye ve sohbetine devam eder. Ankara’ya dönüşlerinin ardından, plakların neden fırlatıldığını çok merak eden çalışanları bunu kendisine sorar... Bu iş onun yanında 13 yıl boyunca geceli gündüzlü çalışan Başsofracı İbrahim Ergüven’e düşer. Bir fırsatını yakalayan İbrahim sorar: “Paşam, o gün trenden Münir Nurettin’in plaklarını neden attınız, çok merak ettik?”Gülmeye başlayan Atatürk, “Çok mu merak ettiniz, anlatayım” der: “Ters bir zamanıma denk geldi herhalde o sıralarda ona biraz kızmıştım ama yine de bunu yapmamalıydım. Siz hatırlıyor musunuz, bir gece Dolmabahçe’ye gelmişti. Sofrada güzel güzel şarkı söylerken ben de o gece çok keyifliydim. Söylediği şarkılara eşlik ediyordum ki bir süre sonra şarkısını kesti ve yanıma gelerek kimsenin duymayacağı şekilde ‘Lütfen benimle beraber söylemeyin şarkıyı bozuyorsunuz, ben de rahat söyleyemiyorum‘ demez mi? Belki kimse sezinlemedi ama o an ben nasıl kendime engel oldum ve ters bir şey söylemedim şaşarım. Ne olacaktı yani tabii ki şarkı bizim işimiz değil, ama o an keyiflenmişiz söylemeye çalışıyorduk, pek rahatsız etmişiz. Ona o gece çok kırıldım, gücendim hem de pek çok. Ve o an kendimi ikinci sınıf bir insan olarak hissettim, benim kimliğime uygun bir olay değildi. İşte olay budur. Şimdi rahatladınız mı? Yahu ne meraklı adamlarsınız.” Bu olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra bir akşam Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir davete Münir Nurettin’i de buyur eder. Ama o gece kendisinden hiç şarkı istemez. Tambura yapardıAtatürk’ün halk müziğine ve çalgılarına olan merakını kardeşi Makbule Atadan Hanım bir anısında şöyle anlatır:Eline bir tahta parçası alır, gelirdi yanıma. Bana Makbule demez Makbuş derdi... - Makbuş tut bakalım şunu. - Ne olacak? - Sen tut hele - Ne var ne yapacaksın? - Tambura yapacağız, fazla konuşma tut bakalım...Çaresiz tutardım. Tahtanın orasını burasını gıcır gıcır keser, teller takar tambura yapardı, sonra da karşıma geçer çalardı. Pek çok severdi köy türkülerini, dayanamazdı hemen kalkar oyun havasına ayak uydururdu. Bazen neşeli olduğu vakitler kendi kendine bu türküleri söylerdi. Hiç unutmam, subay olarak sürgün edildiği günlerde, Sultan Hamit’in elinden kurtularak Selanik’e kaçamak yapmıştı. Eve geldiği zaman yine bu köy türküleri vardı. Falih Rıfkı anlatıyor:“... Sesi mat, yavaş, tatlı ve cazibeliydi. Özellikle Rumeli türküleri söylerken derin ve onulmaz bir gurbet ve sıla acısı gözlerinde yaşarırdı... İyi vals ettiğini sonraları gördüm. Bazı jestleri hiç yapmazdı. O bir alafranga değil, bir Batılı, bir alaturka değil, bir Türk idi.”

Devamını Oku

Şevket’in çocuksu yanlarını abimden çaldım

11 Haziran 2011

Çok yönlü bir sanatçı Ege Aydan. Oyuncu, yönetmen, rejisör, ressam... Hiperaktif, sempatik, sıcakkanlı, sözünü esirgemeyen biri... Kendisini, “iddiasız iddialı” olarak nitelendiriyor... Son olarak, kısa sürede fenomen haline gelen Behzat Ç. adlı diziyle karşımıza çıktı Ege Aydan. Bu arada bir parantez açıp, diziyle ilgili iki haber verelim:Behzat Ç. Haziran ayı sonuna doğru sezon finaliyle ekrana “şimdilik” veda edecek. Ama ekip tatile girmeyecek, Behzat Ç. filminin çekimlerine başlayacaklar... Sıra dışı kahramanımız Behzat’ın, saf, çocuksu, heyecanlı, zaman zaman sinirli ama kardeşini hep kollayan, sevgi dolu abi Şevket Ç.’yi başarıyla canlandıran Ege Aydan’la, çekimlerin yapıldığı Ankara’da konuştuk.* Behzat Ç.’de rol almanıza ne neden oldu? Behzat Ç.’yi bana teklif ettiklerinde, başka teklifler de gelmişti. Bazen çok ince eleyip, sık dokursun ama doğru atış olmaz. Teklif geldiğinde, sadece iki isim sordum; “Kim yönetiyor” ve “Başrolde kim oynuyor?” Serdar Akar ile Erdal Beşikçioğlu dediler. Ne senaryoyu biliyordum, ne konuyu... Ama bu iki ismi duyunca (ikisi de can dostumdur) “Tamam” dedim, “Bu ekipte ben de olmalıyım.” * Behzat’ın ağabeyi rolünü oynayacağınızı öğrenince ne düşündünüz?Bu benim arayıp da bulamadığım bir roldü. Epeydir üzerime yapışan bir rol vardı; jön, zampara, güvenilmez. Romantik ama tecavüzcü Coşkun’un da bir anlamda şehir versiyonu gibi... Üst üste bu rolleri oynadım. Ve bundan artık kurtulmak istiyordum, “Bambaşka bir şey yapmalıyım” diye düşünüyordum. Bu, çok güzel denk geldi. Şevket, Behzat’ın abisi olduğu için bu konuda çok da özen gösterdim. Her zamanki çalışmamdan daha fazla enerji sarf ettim. * Dizinin başarısını neye bağlıyorsunuz?Kamera önü ve kamera arkası olarak farklılık yarattı. Teknik ekip olarak da, oyunculuklar olarak da farklı bir boyutta. Ağdalı, o bilindik dizi üslubunda değil, çok gerçekçi bir yapısı var. Kahramanımız da bir “antikahraman.” Kimi zaman başarısız da olabiliyor. Bu bir çevreyi çok etkiledi. Demek ki insanlar gerçekten buna ihtiyaç duymuş... Bu dizi furyasında Behzat Ç. çok güzel bir atış yaptı bence. Şevket aslında ‘karanlık’ bir karakter olacaktı* Şevket nasıl bir abi?Aslında Şevket karakteri bana ilk söylendiği gibi gelişmedi. Şevket, daha “karanlık” bir tip olacaktı. Belki bir MİT ajanı... * Neden olmadı?Bu sanırım benim karakterimle ilgili bir şey. Oynarken, Şevket’e kendimden de bir şeyler katıyorum. Ve bu durum, senaristle aramda, konuşmasak bile bir ilişki, paslaşma doğurdu. Şevket karakteri benim bu oyunculuğum doğrultusunda şekillendi, senarist ona göre yazmaya başladı. Yani karakter, benimle beraber geliştirildi. * Siz Şevket’e ne kattınız?Benim bu karaktere kattığım çocuksu bir yan oldu... İkisinin de hiperaktif olması gerekiyordu, öyle düşünmüştüm, Behzat Ç. ve Şevket Ç.’nin ikisi de deli olmalıydı. Abi olarak, baba olmadığı için, o sorumluluğu üzerine almış biri Şevket, Behzat’ı kendi oğlu gibi görüyor. Hayatı bir algılayış biçimi var, çocuksu, samimi. Behzat’ı sürekli o kanala sokmaya çalışıyor. Ama bunu yaparken izlediği yol belki yanlış, çok sinirli oluyor, çok bağırıyor, çağırıyor ama tabii ki bir sevgiyle oluyor, bunu seyirci de anlıyor. * Erdal Beşikçioğlu (Behzat) ile ilk kez burada çalışmıyorsunuz değil mi?Hayır, Erdal’la bir geçmişimiz var. Birçok işte beraber çalıştık. Ben onu, Şevket’in, Behzat’ı sevdiği kadar severim. Aslında ister istemez bu da yansıyor.* Şevket Ç. ne kadar Ege Aydan’la örtüşüyor? Öncelikle ben abi değil, kardeşim. Ağabeyimin çocuksu yaklaşımlarını çaldım, Şevket’e kattım. O da beni çok sahiplenir, çok sever ve kızar. Şevket’in yüzde 50’si abim, gerisi benim kattığım saf yan. Ama abim bu kadar saf değildir (gülüyor). Ben o saflığı seviyorum. Adamın hayata bakış açısındaki saflık hoşuma gidiyor. “Ege Aydan nasıl bir baba, nasıl bir eş?” dersen, oğlu ile de eşi ile de arkadaştır. * Şevket, büyük bir AVM’nin müdürü. Böyle bir işi Ege Aydan yapar mıydı?Asla yapamazdım. Bana çok uzak masa başı işler. Anlamadığım konularda yönetici olmak gerçekten çok zor. * Doğaçlama yapıyor musunuz?Evet. Aslında yapılmaması gereken bir şey ya da tadında kalmalı.Bin tane model motorsikletim var. Bunlar koleksiyoncuların topladığı motosikletler. Her ölçekte, her malzemeden... Bu konuda bir manyaklığım var. İnanılmaz biriktirdim. Ama şimdi ne yapmam gerek diye düşünüyorum. Eşim çıldırıyor ama... Göçebe hayatı yaşıyorum* İstanbul’da yaşıyorsunuz, dizinin çekimleri Ankara’da. Hayatınızı çok zorlaştırıyor mu iki şehir arası gidip gelmek?Yorucu oluyor. Genelde dizi işlerini yarım bırakmak zorunda kalıyorum. Seyirciler bu konuda internetten eleştirilerde bulunuyorlar, “çok uzun süre oynamaz”, “bir dizi bitiyorsa Ege Aydan geliyordur” gibi. Aslında bunun tek sebebi, yani bir dizide uzun süre kalamamanın nedeni, örneğin bir reji yapmam gerekiyor, bende de uçak korkusu var, uzak bir yere gideceksem diziden çıkmak zorunda kalıyorum. Bu durum çok başıma geldi. * Uçağa binmiyor musunuz?Tabii ki çok zorlanırsam biniyorum. Ama reji için uçağa binmek farklı. Çünkü iki günde bir ya da her hafta reji için gidip gelmem gerekiyor. Bir defalık bir şey değil ki. * Eskiden Ankara’da yaşıyordunuz...Eskiden beri hep iki şehirde, hatta üç şehirde; İstanbul, Ankara, İzmir’de yaşıyorum. Hayat benim için böyle gelişti. Reji yaptığımız için de bölgelere çok sık gidiyoruz. Bir gittiğinizde iki ay orada kalıyorsunuz. Yani tam bir göçebe hayatı. Biraz narsistim* Kendinizi izler misiniz?Mutlaka izlerim. Çünkü merak ederim; Ben ne yaptım, onlar nasıl montajladılar... * Başka dizileri izliyor musunuz?Sadece kendi yaptığım işlere bakıyorum. Biraz narsistim yani. Ama yabancı dizileri, özellikle bilimkurguları izlemeyi seviyorum. Eşim CSI gibi polisiyeleri sever, onlara da bakıyorum. Adamlar sadece kurguyu bizden çok daha iyi yapıyorlar. * Tiyatroya devam ediyor musunuz?İki sene önce bir trafik kazası geçirdim. Onun arazları bu sene boynumda, belimde fıtık şeklinde çıktı. O beni biraz dinlenmeye yöneltti, belki emekli olmam gerekiyor. Çünkü eski ritmimde çalışamıyorum. Oraya git, buraya git... Bu sene durdurdum. En son Trabzon’daydım, bir oyun yönettim. * Ya oyunculuk?Tiyatroda oyunculuk yapmıyorum. Herkes gibi çok çalıştım, ama benim enerjim tükendi. İki kez ses tellerinden nodül ameliyatı oldum. Sonunda öyle bir noktaya geldim ki, sahne üzerinde sorumluluğu alıp, uzun süre devam edersem, ses tellerimin bu işi kaldırmayacağını fark ettim. O yüzden yönetmenliği zaten yapıyordum, ona ağırlık verdim.Resim yapıyorum; resmini yapamadığım yerlerin de fotoğrafını çekerim* İlkokul yıllarınızdaki “bale maceranız”dan bahseder misiniz?O yıllarda bir kızı beğeniyordum, platonik aşıktım. O konservatuvarın bale bölümüne gidince ben de “balet olacağım” diye tutturdum. Hâlâ görüşüyoruz o arkadaşımla, o da bilir bunu (gülüyor). Ailem destek oldu sınava girdim. Ancak çok uzun boylu olacağımı, bu yüzden iyi bir balet olamayacağımı söylediler; okuyamadım orada. * Anneniz opera sanatçısı. Neden operayı değil de tiyatroyu seçtiniz?Çok küçük yaşta annemden dolayı tüm operaları izlemiştim. Sesim de çok iyiydi. Ama ben “oyuncu olacağım” diye kafama koymuştum. O dönem sinemada “Yumurcak” filmleri oynuyordu, çok etkilenmiştim. * Evde arya söyler misiniz?Söylerim bazen. Matrak hale de getiriyorum. * Çok güzel resimleriniz var, resim yapmaya zaman ayırabiliyor musunuz?Şöyle cevaplayayım, yaşamaya resimden vakit ayırabiliyor muyum? Bugün bile sizinle fotoğraf çektirirken kaç konu görüp, hafızama aldım. Bir ressam, resmi yaşarsa bu işin içinden çıkabilir. * Fotoğraf çeker misiniz?Genelde resmini yapamayacağım yerlerin fotoğrafını çekerim. Güzel heykel de yaparım, çok iyi karikatür çizerim, ama sadece “ressamım”. * Bundan sonraya dair projeleriniz var mı?Hem resim düşünüyorum, hem sahneye koymak istediğim bir müzikal var, Devlet Tiyatroları sahnesinde. Sergi için hazırlanıyorum. Ve dinlenmek var açıkçası...

Devamını Oku

Osmanlı’nın Wikileaks belgeleri

28 Mayıs 2011

Dünyayı sarsan Wikileaks belgelerinden hareket eden araştırmacı Muhammet Safi, Osmanlı arşivlerinde yaptığı çalışma sonucunda, “Osmanlı Elçilerinin Wikileaks Raporları” adlı kitabı yazdı. Amerika’nın bürokratları tarafından bazı devletler hakkında kaleme alınan binlerce belgenin artçıları sürerken, yayımlanan bu kitapta, Osmanlı’dan yabancı ülkelere giden elçiler tarafından kaleme alınmış geniş kapsamlı elçilik raporlarından bazıları sunuluyor. İşte Osmanlı elçilerinin Wikileaks belgelerinden ilginç anektodlar...FRANSABizim çorbacıdan da ahmaklar Halet Efendi, 1802-1806 yılları arasında daimi elçi olarak Fransa’da bulundu. İşte Fransa izlenimleri: “Frengistan, Allah hakkı için methettikleri gibi değildir. Akıl ve dirayetleri bakımından ehl-i İslam’la farkları bizim kayıkçılarla katiplerimizin farkı kadar. Hileleri ve politikaları gayet kaba, daha niyet etmeden evvel nereye yönelecekleri anlanır. Bu üstünlükleri ancak bizdeki gayretsizlikten ileri geliyor. Yoksa ne bizim gibi kahraman askerleri var ne de bizim vezirlerimiz gibi vekilleri var. Şu bizim topçu çorbacıları onlardan çok söz anlar. Bu akılda herifler, böyle acayip hayvanlar gibi asker ile bize galip olsunlar. Bu, insanın içinin yağını süzüyor.Fransa’nın efendisi kadınlarFransa’da görev yapan bir diğer elçi Yirmisekiz Mehmed Çelebi Efendi idi. Mehmet Çelebi, Fransa izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Fransa memleketinde kadınların itibarı erkeklerden üstündür. İstediklerini yaparlar, diledikleri yere giderler. Burada kadınların sözü geçer... Kadın ve erkek kimi ziyaret, kimi seyretmek maksadıyla, yemek yediğimizi görmeyi pek isterler idi. Rica edenleri defedemeyip çaresiz izin verdik. Onlar yemek seyretmeyi adet edinmişler. Kral yatağında nasıl yatar, nasıl kalkar ve nasıl giyinir, seyr ü temaşa ederlermiş. Kralın sümbül saçlarını okşadık Fransa Kralı XV. Louis çocuk denecek yaştadır. Mehmet Çelebi saraya gider, kralın huzuruna çıkar. İzlenimleri şöyledir: “Kralın lalası bizi görünce tahtından inip bize doğru döndü, buluştuk. “Kralımızın güzelliğine ne dersiniz” diye sordu, “Maşallah” dedik. “Henüz onbir yaşında, dört aylıktır” dediler. “Şimdi bu boyu posu ile hiç güzel olmaz mı? Hem saçları da takma değildir, bakın” diye kralı tutup arkasını çevirdi. Biz o sümbül saçları elimizi sürüp okşadık. Hakikaten sırma teli gibi düz ve beline kadardı. “Kral, beğendiniz mi?” diye sual eyledi. Biz de “Allah mübarek etsin” dedik.RUSYAVeled-i zinaRusya’da elçilik yapan Nişli Mehmed Ağa, Sefaretnamesinin bir bölümünde kendilerine verilen Rus tercümandan şikayet eder. Adamın adı Antonaki’dir. Elçiden sık sık olmadık isteklerde bulunduğu için ondan hoşlanmaz. Mehmet Ağa’nın onun şahsında onu görevlendirenleri ima ederek söylediği “veled-i zina” tabiri, tarihi bir bilgi olarak kaynaklara geçmiştir. Moskof elçisi kalın kafalıdırMehmet Emin Paşa 1740-1742 yılları arasında elçi olarak Rusya’da bulunur. 1739’da biten büyük ve zorlu savaştan sonra Rus ve Osmanlı savaş esirlerinin mübadelelerinin yapılacağı yer konusunda iki taraf bir türlü anlaşamamışlardı. Mehmet Emin Paşa, bu görüşmeleri yürüten Rus elçisinin takındığı tavrı “Moskof elçisinin son derece cahilliğinden ve kalın kafalılığından dolayı hileye saptığı” şeklinde mektubunda anlatır.Ruslar yalancı ve hilekârdırMehmet Emni Paşa, Rus hariciyesini şöyle eleştirir: “Çar Petro’nun, Rus adetlerini terk edip de Avrupa tarzı diplomasiyi benimsemesinden sonra Rus hariciyesi, başarıyı hileyle elde edeceğini sanıyor ve böyle davranıyor. Bundan dolayı da savaş hakkında yalan yanlış bilgi veriyorlar.”Meraklı Çariçe gözetlemedeYemekte Çariçe gizlice Osmanlı elçisini süzer, Mehmed Emin Paşa bunu şöyle anlatır: “Rus başvekilinin sır katibi gelip “başvekilin bize ziyafet vermek istediklerini” söyledi. Bütün heyetimizle Çar Sarayı’ndaki davete icabet ettik. Sır katibinin işaretiyle Çariçe’nin bizi gizlice izlediğini gördüm. Yemekten sonra da sarayın bahçelerini gezdik. Askerler gösteri yaptılar ve hünerlerini gösterdiler. Acem diyarından getirdikleri fili de oynattılar.”Emzikli fahişelerin çocuklarıRusya’da görev yapan bir diğer Osmanlı elçisi Necati Efendi, Çariçe tarafından kurulan bir yetimhane hakkında şunları yazar:“Bu karhanede (işyeri) askerler tayin edilmiş ve karakol vardır. Bu işyerinde emzikli fahişeler oturmaktadır. Dışarıda olan fahişelerin çocukları olur ise işyerine bırakırlar ve karşılığında da iki yüz akçe alırlar. Toplanan çocuklar 5-6 yaşında oldukları zaman papazlar okuma, yazma öğretirler ve oyunculuk eğitimi alırlar. Bunlar ergenleşince erkekleri askeriyeye, kızları ise saraya götürülür. Bu şekilde 5-10 senede pek çok çocuk elde edilir.”

Devamını Oku