Atatürk trenin camından kimin plaklarını fırlattı?

Atatürk’ün müzikle ilgili bilinmeyenleri “Atatürk ve Müzik” kitabında

Haberin Devamı

19 Mayıs Üniversitesi Samsun Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü Müzik Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Samsun Devlet Konservatuvarı Müdürü olan Süleyman Tarman, hiç müzik eğitimi almamış ama hayatından da müziği hiç eksik etmemiş olan Atatürk’ün bu konuda bilinmeyen ya da az bilinenlerini “Doğumunun 130. Yılında Atatürk ve Müzik” adlı kitapta topladı. Tarman’ın çok farklı kitaplardan, satır arasında kalmış bilgilerden derlediği kitapta, Atatürk’ün müzikle ilgili anıları, anektotlar yer alıyor. Tarman kitapta yer alan tüm bilgilerin “yaşanmış ve gerçek olaylar” olduğunu vurguluyor. Kitaptan bazı bölümleri derledik...

Atamız, Harp Okulu’nda öğrenciyken sınıf arkadaşlarından Selanikli Tevfik Bey, Hayri Bey, Süleyman Bey, Köprülü İsmail Hakkı Bey, Arif Bey ve alt sınıftan Suat Bey ile başka gençler uygun zamanlarda okulda toplanırlarmış. Selanikli Tevfik Bey en kuvvetlileri olduğu için kendilerine eser geçer ve Hayri Bey’le Suat Bey ud, Arif Bey ney çalar, Atamız da bu amatör fasıl heyeti içinde okurmuş.
Refik Ünal’dan dinleyelim: Atatürk Harbiye’de öğrenci iken okulun fasıl takımında amatör bir ses sanatçısı olarak çalışmış ve o devrin ünlü hocalarından Giriftzen Asım Bey’den müzik dersleri almıştır. Hatta bugün çoğumuzun Rumeli Türküleri olarak bildiği ‘Pencere Açıldı Bilal Oğlan, Mayadağdan Kalkan Kazlar ve Manastır’ isimli üç türküyü bizzat kendisi notaya aldırmıştır.

“Memleketimizde opera olacak mı?”yı neden sordu?

Mustafa Kemal’i taşıyan tren, genç askeri ataşeyi Sofya Garı’nın soğuk ve loş aydığınlığına bıraktığı vakit Kasım 1913’tü... Gelişinin üzerinden bir hafta geçmeden Sofya’nın ilk operasının açılışını haber alır ve bunu hayretle karşılar. Çünkü Osmanlı hakimiyetinden henüz kurtulan Bulgarlar, daha aradan üç beş yıl geçmeden operada rol alabilecek sanatçıları yetiştirmişlerdir...
O gece sahnede Bizet’in “Carmen Operası” vardır. Bütün Sofya sosyetesi yabancı devlet temsilcileri salonda yerlerini alır. Nihayet ağır, atlas perde yavaş yavaş açılır, müzik başlar ve sanatçılar sahneyi doldurur. İlk perde oynanır. Alkışlar kesilip 15 dakikalık ara verildiği sırada yanlarına gelen bir yaver, Türk Büyükelçisi Fethi Bey ile Türk Askeri Ataşesi’nin Kral tarafından davet edildiğini bildirir, giderler. Kral, “Sanatçıları nasıl buldunuz” diye sorar. Daha önceleri operaya ayıracak zamanı olmamış bulunan Mustafa Kemal diplomatça bir tavırla, “Fevkalade ekselans, hakikaten fevkalade” yanıtını verir. İkinci perde başladığı zaman Mustafa Kemal neşesiz ve durgundur... Splendid Palas’a döndüklerinde saat gecenin 2’sine yaklaşmaktadır. Zümrezade Şakir Bey’le “İyi geceler” dileyerek ayrılırlar. Ancak aradan birkaç dakika geçmeden Şakir Bey bir gürültüyle irkilir. Mustafa Kemal’in sesini tanıyan Şakir Bey kapıyı açar. “Uyku tutmadı, biraz konuşalım” der ve içeri girer. Söze başlar: “Şakir, kim ne derse desin şimdi Balkan Harbi’nde yenilmemizin nedenini daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çoban diye bilirdim. Oysa ki baksana operaları bile var. Opera binası bile yapmışlar...”
O kadar üzüntülüdür ki gözleri buğulanmıştır. Şakir Bey bu konuda tek bir kelime daha etse neredeyse ağlayacaktır... Sonra başını sallayarak şöyle der: “Ahh, bizim memleketimiz de acaba operaya kavuşacağı günleri görebilecek mi? O seviyeye çıkabilecek miyiz?”

Hangi sözüyle radyolarda Türk müziği yasaklandı?

Atatürk, 1 Kasım 1934’te TBMM’nin yeni dönem açış konuşması sırasında müzik konusuna değinirken şöyle der: “Bugün dinletilmeye çalışılan müzik, yüz ağırtacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleşileri toplamak, onları bir gün önce genel son müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu şekilde Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel müzikte yerini alabilir...”
Atatürk’ün bu konuşmasından bir gün sonra İçişleri Bakanı Şükrü Kaya harekete geçer. Radyolarda Türk Müziği yayın yasağı 2 Kasım 1934’te “Ankara ve İstanbul Valilerine radyo programlarında alaturka musikinin yasaklandığı, sadece Batı müziğinin çalınabileceği” şeklindeki genelge ile başlar.
Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda Yunus Nadi, Atatürk’e bu konudaki yakınmaları sıralar, “Paşam ne olur bizi alaturka şarkılardan mahrum bırakmasınlar...” der. Atatürk bu sözlere şöyle karşılık verir: “Alaturka şarkılardan ben de hoşlanıyorum. Fakat unutmamak gerekir ki, devrim yapan bu nesil, bazı fedakarlıklara katlanmasını bilmelidir. Ancak milli türkülere yer verilmelidir.”
Bir gece Atatürk, sofrasındaki konuklar arasında bulunan bestekar Sıtkı Bey’in ud ve tamburunun, eşi Vasfiye Hanım’ın sesiyle coşarak dinletikten sonra, “Gidip İstanbul ve Ankara radyolarında birer konser veriniz” der ve böylece radyolardaki Klasik Türk Müziği yayın yasağı 6 Eylül 1936’da kalkar.

Antalya’daki çobanın türküsüne karşılıklı bis yaptılar

Atatürk’le Mussolini birbirlerini hiç sevmezler... İtalyan diktatör o sıralarda bir nutuk söyleyerek sözde sinirlerimizi bozmak ister. Atatürk buna bir cevap niteliğinde Antalya’ya bir seyahat düzenler. Yolda otomobiller güzel bir yerde mola verir. Bu mola sırasında Atatürk, kulağına gelen bir türküyle ilgilenir. Etrafı ararlar ve türküyü söyleyenin bir çoban olduğunu anlarlar. Çobanı bulup getirirler. Atatürk sorar: “Türküyü sen mi söylüyordun?”, “Evet” “Sesin güzel, okuman fena değil, burada da söyle de dinleyelim.” Çoban nazlanmadan ve yadırgamadan söylemeye başlar: “Demirciler demir döver tunç olur.” Türkü biter Atatürk alkışlar ve “Bis bis” der.
Çoban bir şey anlamaz. Atatürk, “Bis demek, beğendik bir daha söyle, tekrarla demektir.”
Çoban türküyü tekrar eder. Bunun üzerine Atatürk, cebinden bir “elli liralık” çıkarır ve çobana uzatır. Çoban paraya bakar, alır ve memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra ellerini çırparak yüksek sesle bağırır: “Bis bis.”
Atatürk bu zeki cevap ve hareket karşısında o kadar memnun olmuştur ki, yanındakilere dönerek, şöyle der: “İmkan olsaydı da Mussolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı işitseydi. Hangi millete nutuk söylediğini anlardı.”

Kim Atatürk’ün şarkı söylemesinden rahatsız oldu?

Bir tren seyahati sırasında Atatürk, yanındaki Fahrettin Altay Paşa ile sohbet ederken kütüphanecisi Nuri Ulusu’dan gramofana bir plak koymasını ister. Nuri, plakların arasından rastgele birini seçer, gramofana Munir Nurettin Selçuk’un bir plağını koyar. İlk sesin duyulmasıyla birlikte Atatürk, hemen bunu kapatmasını ve başka bir plak çalmasını ister. Münir Nurettin Bey’in Atatürk’ün sevdiği ve takdir ettiği sanatçılardan biri olduğunu bilen 12 yıllık kütüphanecisi Nuri, bu duruma çok şaşırır, plağı Safiye Ayla ile değiştirir. Atatürk, “Tamam bu çok iyi oldu. Münir Nurettin’in ne kadar plağı varsa hepsini çıkar, bana ver” der. Nuri, bulduğu 3-4 plağı Atatürk’e verir. Herkesin gözleri önünde bu plaklar, onun tarafından tek tek trenin camından dışarı fırlatılır. Plakların tükenmesinin ardından Atatürk, “Oooh be” der, kahvesini içmeye ve sohbetine devam eder.
Ankara’ya dönüşlerinin ardından, plakların neden fırlatıldığını çok merak eden çalışanları bunu kendisine sorar... Bu iş onun yanında 13 yıl boyunca geceli gündüzlü çalışan Başsofracı İbrahim Ergüven’e düşer. Bir fırsatını yakalayan İbrahim sorar: “Paşam, o gün trenden Münir Nurettin’in plaklarını neden attınız, çok merak ettik?”
Gülmeye başlayan Atatürk, “Çok mu merak ettiniz, anlatayım” der: “Ters bir zamanıma denk geldi herhalde o sıralarda ona biraz kızmıştım ama yine de bunu yapmamalıydım. Siz hatırlıyor musunuz, bir gece Dolmabahçe’ye gelmişti. Sofrada güzel güzel şarkı söylerken ben de o gece çok keyifliydim. Söylediği şarkılara eşlik ediyordum ki bir süre sonra şarkısını kesti ve yanıma gelerek kimsenin duymayacağı şekilde ‘Lütfen benimle beraber söylemeyin şarkıyı bozuyorsunuz, ben de rahat söyleyemiyorum‘ demez mi? Belki kimse sezinlemedi ama o an ben nasıl kendime engel oldum ve ters bir şey söylemedim şaşarım. Ne olacaktı yani tabii ki şarkı bizim işimiz değil, ama o an keyiflenmişiz söylemeye çalışıyorduk, pek rahatsız etmişiz. Ona o gece çok kırıldım, gücendim hem de pek çok. Ve o an kendimi ikinci sınıf bir insan olarak hissettim, benim kimliğime uygun bir olay değildi. İşte olay budur. Şimdi rahatladınız mı? Yahu ne meraklı adamlarsınız.”
Bu olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra bir akşam Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir davete Münir Nurettin’i de buyur eder. Ama o gece kendisinden hiç şarkı istemez.

Tambura yapardı

Atatürk’ün halk müziğine ve çalgılarına olan merakını kardeşi Makbule Atadan Hanım bir anısında şöyle anlatır:
Eline bir tahta parçası alır, gelirdi yanıma. Bana Makbule demez Makbuş derdi...
- Makbuş tut bakalım şunu.
- Ne olacak?
- Sen tut hele
- Ne var ne yapacaksın?
- Tambura yapacağız, fazla konuşma tut bakalım...
Çaresiz tutardım. Tahtanın orasını burasını gıcır gıcır keser, teller takar tambura yapardı, sonra da karşıma geçer çalardı. Pek çok severdi köy türkülerini, dayanamazdı hemen kalkar oyun havasına ayak uydururdu. Bazen neşeli olduğu vakitler kendi kendine bu türküleri söylerdi. Hiç unutmam, subay olarak sürgün edildiği günlerde, Sultan Hamit’in elinden kurtularak Selanik’e kaçamak yapmıştı. Eve geldiği zaman yine bu köy türküleri vardı.

Falih Rıfkı anlatıyor:

“... Sesi mat, yavaş, tatlı ve cazibeliydi. Özellikle Rumeli türküleri söylerken derin ve onulmaz bir gurbet ve sıla acısı gözlerinde yaşarırdı... İyi vals ettiğini sonraları gördüm. Bazı jestleri hiç yapmazdı. O bir alafranga değil, bir Batılı, bir alaturka değil, bir Türk idi.”

DİĞER YENİ YAZILAR