Şule Türker

Şule Türker

-

Ölümleri hâlâ tartışılan müzisyenler

21 Eylül 2012

Ölümlerinin üzerinden yüzlerce yıl geçmiş olmasına rağmen bazı ünlü isimlerin nasıl öldüklerine dair iddialar hâlâ sürüyor. Can Yayınları''ndan çıkan "Mozart''ı Kim Öldürdü? Haydn''ın Kafasını Kim Kesti?" adlı kitap, bazı ünlü bestecilerin ölümlerini irdelerken, vefatlarından yüzlerce yıl sonra bile gündeme getirilen ölümlerine ilişkin iddialara da yer veriyor. Mozart zehiri aylarca aldıKimsesizler mezalığına gömülen Mozart''ı öldürmek için kimin geçerli bir nedeni olmuş olabilir? Şüpheliler listesinde başı çekenler masonlar. Mozart''ın son operası "Sihirli Flüt"le masonların gizli tutmak için elinden geleni yaptıkları kabul merasimi sırlarını ifşa ettiği ve bunun bedelini ölümle ödediği günümüze dek savunulmuş. Ancak bu yalan kolayca çürütülür. "Sihirli Flüt"ün sözleri Mozart tarafından değil, Schikaneder tarafından yazılmıştı. Masonların Mozart''ın ölümüyle uzaktan yakından ilgileri bulunmadığı şüphe götürmez... Bir başka şüphe, zehirlenmesinde İtalyan besteci Salieri''nin parmağının bulunmuş olacağıydı. Sonraki yıllarda Salieri''nin ölüm döşeğinde Mozart cinayetini itiraf ettiği dedikodusu yayıldı. Yaşamının son yılında Mozart öyle başarısız bir durumdaydı ki, kendisi ile Salieri arasında rekabetin adı bile anılmayacağı gibi, cinayete sebep olabilecek bir gerekçe de gösterilemez... Çok daha sonra Mozart''ın ölümü üzerine kafa yoran aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu bir dizi hekim, cıva zehirlenmesini teyit eder... Mozart''ın ölümünden 6 ay önce esrarlı bir biçimde biri peyda oldu ve kendisine bir ölüm missası, bir requiem ısmarladı. Mozart, "gri elçi" dediği bu kişiden pek çok kişiye bahsetti, onun yaklaşan ölümünün habercisi olduğundan, ısmarlanan requiem''in de kendisininki olduğundan emindi. Birkaç ay sonra da Requiem''inin tınıları eşliğinde hayata veda etti... Ölümünden birkaç gün önce karısına gözyaşları içinde şunları söyledi: Günlerim sayılı, bana zehir verdiler... Maria Theresia''nın özel hekiminin oğlu Gottfried van Swieten, her pazar Mozart''ın evine giderdi. Babasının geliştirdiği ve hastalarda kullandığı bir cıva preparatını arkadaşına verdi. Bir önceki yüzyılın sonlarına kadar cıva, frengiye karşı tek etkili ilaç olarak biliniyordu. Son derece zehirli olduğu için uzun zaman dilimlerine yayılarak mümkün mertebe sulandırılıp kullanılırdı. Mozart Requiem''ini tamamladıktan sonra ölmesi gerektiğine kendinden vazgeçecek derecede inandı. Son nefesine kadar Requiem''iyle uğraştı. Mozart''ı çaresizliğe ve ölüme sürükleyen "gri elçi"nin, Walsegg Kontu''nun uşağı olması, kötü bir fıkraya benzeyen olaylardan biridir. Sözü edilen Kont, ismini vermeden elçiler aracılığıyla müzisyenlere eser siparişinde bulunur, bunları ev orkestrasıyla konuklarının huzurunda seslendirirken, kendi şaheseri olarak tanıtırdı. Mozart cinayetinde üç fail vardır: Bir intihalcinin tanınmayan ayakçısı, neye yol açtığını bilmeden, "ölüm elçisi" olarak hasta kurbanı ölüme sürüklemekten suçlu bulunur. Babacan yardımseverliğiyle istemeden zehirle adam öldüren kişi konumuna düşen Gottfried van Swieten suçlu bulunur. Kendi requiem''i üzerinde çalışan ve kendine kıyacak denli sonunun geldiğine inanan kurban, Mozart suçlu bulunur. Paganini neden sustu?Orkestralarla yaptığı provalar, gizli oturumlardı. Müzisyenlere notaları provalara ramak kala dağıtır, konser bitiminde hemen toplardı. Yakışıklı değildi. Kültürsüz, cimri, kırıcı, pis kokulu ve beceriksizdi... Örümceğimsi parmaklı elleri, inanılmaza yakın bir çalma stilini mümkün kılıyordu. Aşk ve kumar masası, her şeyini feda ettiği tanrılarıydı. Bu fırtınalı yıllarında frengi kaptı, ki ölümü de bu illetten oldu... Sevgilisini öldürdüğü için pek çok yılını hapishanede geçirdi söyleniyordu. Susması, suçunu kabul etmesi olarak yorumlandı. Paganini bu sırrı beraberinde mezara götürdü. Paganini tahnit edildi ve öldüğü evin bodrum katına konuldu. İtalya''dan dostları onu görebilmek için akın akın geldi. Öyle bitmeyen bir kitleydi ki bu, sonunda resmi makamlar tabutunu kapama kararı çıkardı. Villefranche''taki askeri hastanenin yeraltı bölümünde cenaze, bir kenara konuldu. Ardından Cenova yakınlarındaki çiftliğine getirildi, oradan da 1845''te Parma yakınlarındaki Villa Gejone''ye nakledildi. Ancak 30 yıl geçtikten sonra Roma''da Parma Mezarlığı''na gömüldü.Çaykovski''yi ölüme kim gönderdi?Çaykovski 23 yaşına kadar Petersburg Adliyesinde katip olarak çalıştı. Çekingendi, aşağılık kompleksi vardı. Ne zaman kendisine hitap edilse, kekelerdi. Konservatuvar öğrencisiyle evlendi. Ömrü boyunca aşka dair tutkulu bir kelime etmedi. 6 Kasım 1893''te de öldü. Koleradan öldüğü öne sürülür, ama yanlıştır. Güncelerinde şöyle yazar: Bugün Z bana alabildiğince acı veriyor. Tanrım, nasıl da acı çekiyorum. Z''nin verdiği duygudan değil ama daha çok onun içimde varlığını sürdürmesi gerçeği yüzünden. "Z" harfiyle dile getirmek istediği, çaresizce gizlemeye çalıştığı, homoseksüellik dürtüsüydü. Kalbi, ilk piyano eserlerinden ikisini ithaf ettiği öğrencisi Vladimir Şilovski gibi genç erkeklere aitti. Yakınlık gösterdiği oğlanların arasında, bir prensin yeğeni de vardı. Genç, Çaykovski''yi bir dilekçeyle Çar''a şikayet etti. Çar bu utanç verici olayı Başsavcı Yakobi''ye iletti. Yakobi''nin karısı, Çaykovski''nin titreyerek binadan çıktığını belirtir. Ancak Çaykovski birkaç gün sonrasında hastalandı. Hekimleri yatağına yaklaştırmadı. Dört saat sonra öldü. Toplumsal düzenin Haydn''ın kafasını kim kesti?Her Alman, Joseph Haydn''ı "Alman Milli Marşı" melodisinin yaratıcısı olarak bilir. Haydn''ın kafasının kesildiğini bilen pek yoktur. Haydn, çirkin mi çirkin, utangaç biriydi. Henüz otuzundayken, herkes tarafından "Haydn Baba" lakabı kendisine reva görülmüştü. Evliliği başından beri felaketti. Bir peruk ustasının huysuz kızı, pasta yaparken Haydn''ın müsveddelerini tepsilerine sererdi. Haydn ondan yakınırdı: Kalitesiz biri. Kocası kunduracı mı yoksa sanatçı mı, umrunda değil!Tarih 31 Mayıs 1809''u gösterdiği sabah Haydn ölmüştü. Stephan Kadetrali''ndeki resmi törende, Mozart''ın Requiem''iyle Viyana, en önemli oğullarından birine daha veda etti. Haydn, Hundsthurm Mezarlığı''nda ebedi istirahgahına kavuştu. 1820 yılında, Haydn''ın ölümünün üzerinden on bir yıl geçmişti. Haydn''ın naaşı defnedildiği yerden başka yere taşınmak için çıkarıldı. Oradaki herkesi dehşete düşüren bir şey vardı ki, o da başının eksik olduğu! Biri Haydn''ın kafasını kesmişti. Tetkikler sonucunda ceset katılaşmadan birkaç gün, hatta birkaç saat önce başının gövdesinden ayrıldığı sonucuna varıldı. Deliller, Nepomuk Peter adındaki bir adama çıkıyordu. Bu adam tuhaf hobileriyle nam salmıştı, ölülerin kafataslarını topluyordu. Nepomuk Peter verdiği ifadede, definden bir hafta sonra arkadaşı Rosenbaum''la beraber Haydn''ın tabutunu açtığını belirtti. Kafatasının üzerinde birtakım ölçüm işleri yaptı. Çünkü Nepomuk Peter, bir insanın ruhsal maharetleri ile kafatası biçimi arasında dolaysız bir ilişkinin bulunduğunu savunan Franz Joseph Gall ismindeki hekimin büyük bir hayranıydı... Ancak polis, Haydn''ın başını Rosenbaum''un evinde bulamadı. Ölüm döşeğindeyken Rosenbaum, kafatasının kendisinde olduğunu itiraf etti. Bunun üzerine kafatası 1954''te Haydn''ın başı törenle yeniden gömüldü...

Devamını Oku

Muhteşem Yüzyıl’ın entrikacı paşası...

9 Eylül 2012

Muhteşem Yüzyıl kadrosuna kattığı yeni karakterleriyle Çarşamba günü seyircisiyle buluşuyor. Entrikaları ve yaptığı haksızlıklarla döneme damgasını vuran Ozan Güven’in canlandırdığı Rüstem Paşa bu sezon dizinin en çok konuşulan ismi olacak gibi... İşte tarihi kaynaklardan Rüstem Paşa...Rüstem Paşa bir devşirme... 1500 yılında bugünkü Hırvatistan’da, Skradin kasabasında doğmuş, Osmanlı topraklarına getirildikten sonra devşirilmiş ve devlet hizmetinde yer almış. Taşradaki ilk görevi rikap ağalığı olan Paşa, daha sonra Diyarbakır Beylerbeyliği’ne getirilmiş. III. Vezir görevindeyken, 1539’da Şehzade Cihangir ve Bayezid’in sünnet düğünlerinde Mihrümah Sultan ile evlenmiş. Damat Rüstem Paşa, kısa zamanda Hürrem’in en güvendiği kişi olmuş. Sadrazamlık mertebesine yükselmesi de zaten bu duruma bağlanıyor. Sadrazam Hadım Süleyman Paşa’nın azledilmesi üzerine bu göreve II. Vezir Hüsrev Paşa’nın getirilmesi beklenirken, Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın teşvikiyle bu iki ismi birbirine düşürmüş. Sultan Süleyman da bu kavga üzerine, III. Vezir görevinde bulunan Rüstem Paşa’yı sadrazamlığa terfi ettirmiş, tabii yine Hürrem Sultan’ın telkinleri sonucu... Rüstem Paşa 1544 yılında getirildiği Sadrazamlık görevine 1553 yılına kadar devam etmiş. Ancak Şehzade Mustafa’nın ölümüne sebep olmaya varan Hürrem Sultan ile “entrika ortaklığı”, sadrazamlık görevinden alınmasına yol açmış. Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın talimatı üzerine, Şehzade Mustafa’nın mührünü taklit ederek, onun ağzından İran Şahı Tahmasb’a mektup yazdı, bu mektup Sultan Süleyman’ın eline geçince, oğlunun tahtında gözü olduğu iftirasına inanan Süleyman, oğlunu katlettirdi. Hemen akabinde ise Süleyman, Şehzade Mustafa’yı çok seven ve katledilmesine öfkelenen Yeniçerilerin ayaklanma çıkarabileceği endişesiyle, bu ölümde dahli olduğu konuşulan Rüstem Paşa’yı, 1553’te sadrazamlıktan azledip, yerine Kara Ahmet Paşa’yı getirdi. Ancak bu durum da fazla uzun sürmedi. Yine Hürrem Sultan’ın girişimleriyle Rüstem Paşa yaklaşık üç yıl sonra yeniden sadrazam oldu ve 10 Temmuz 1561’de ölümüne dek sadrazamlık görevini sürdürdü.“Kehle-i İkbal” Rüstem Paşa için Osmanlı tarihçileri “Kehle-i İkbal” (ikbal biti) sıfatını da kullanmış, “Bitiyle bahtı açılan kişi” manasında. Bu lakabın takılmasının sebebi ise, Kanuni’nin, Mihrimah Sultan için Rüstem Paşa’yı damat seçeceği duyulunca hakkında çıkarılan “cüzzamlı olduğu” dedikodusu ile başlayan gelişmeler. Kanuni, damadı olacak kişinin böyle bir hastalığı bulunmasını, evlenmeye engel gördüğü için tahkikat yaptırmış, Hekimbaşını, Paşa’nın cüzzamlı olup olmadığını anlaması için Diyarbakır’a göndermiş. Bir süre sonra Hekimbaşı’ndan ulaşan “Paşa’nın çamaşırlarında bit bulunduğu, cüzzamlı kişide bit bulunmayacağı” bilgisi, Süleyman’ın da Hürrem’in de yüzünü güldürmüş. Tabii en çok da Saray’a damat olacağını öğrenen Rüstem Paşa’nın. Bir ozan bu vesileyle şu beyiti yazmış: Olucak bir kişinin bahtı kavi talii yar/Biti dahi mahallinde anın işine yarar... Yani, “Ballı adamın üzerinde bit çıksa işine yarar.” “Rüşvet Fatihi”Rüstem Paşa aynı zamanda tarihçiler tarafından “Osmanlı’ya rüşveti getiren kişi” olarak anılmış. Hatta rüşvet alma işini o kadar abartmış ki, bu işi aleni bir şekilde yapmaktan ve belli bir tarifeye bağlamaktan çekinmemiş. Bu nedenle Osmanlı kaynaklarında Rüstem Paşa’nın bir diğer sıfatı, “Ebvab-ı Rüşvet Fatihi”, yani “rüşvet kapısını fetheden kişi” olarak yer almış. Osmanlı devletin yönetiminde bozulmanın en büyük sebeplerinden birisi olarak gösterilen rüşveti Osmanlıya getiren ve yaygınlaştıran kişi olarak gösterilen Rüstem Paşa’nın mal varlığı da dillere destanmış. Padişahtan sonra en zengin kişi olduğu söylenen Rüstem Paşa’nın öldükten sonra muazzam bir servet bıraktığı da anlatılmış:815 çiftlik, 476 su değirmeni, 1.700 köle, 2.900 at, 1.106 deve, 100 gümüş eyer, 500 altın eyer, 2.000 zırh, 130 çift altın üzengi, mücevherle süslü 760 kılıç, 1.000 gümüş mızrak, 78 bin duka altını, 11.200.000 akçe değerinde nakit para. Mihrimah SultanKanuni-Hürrem çiftinin tek kızı olan Mihrimah (Farsça güneş ve ay), 1522’de doğdu. Annesinin aksine entrikalara karışmadığı yönündeki algının güçlü olduğu Mihrimah Sultan için “dinine çok bağlı, fazlasıyla hayır işleri yapmış, kardeşi III. Selim’e ve yeğeni III. Murad’a valide sultanlık yaparak, harem ve devlet idaresinde yardımcı olabilen, tek Sultan’dır” deniliyor. İstanbul’da ondan kalan ve Mimar Sinan imzasını taşıyan iki yapı bulunuyor; Edirnekapı Mihrümah Sultan ve Üsküdar Mihrümah Sultan külliyeleri. Hürrem ile Rüstem Paşa’nın ilk karşılaşmasıNaşide Gökbudak, “Mihrimah” romanında, Rüstem Paşa’nın ilk kez geldiği sarayda Hürrem Sultan ile karşılaşması şöyle aktarıyor: - “Paşam, kızımın size verilmesinde ve ikinci vezir olmanızda payımın büyük olduğunu tahmin etmişsinizdir... Umarım benden habersiz ve tasvibim olmadan bir işe kalkışmazsınız. Bu Hünkarın emri bile olsa... O mühürler verildiği hızla geri de alınabilir...”- “Sultanım, sizin zekanız ve gücünüz herkes tarafından biliniyor. Hadiselere aynı zaviyeden bakıyoruz. Söylediklerinize aynen katılıyorum.”Gerçek mi efsane mi?Bazı kaynaklar ve romanlarda Mimar Sinan’ın, Mihrimah Sultan’a büyük bir aşk beslediği belirtiliyor. Sinan’ın da Mihrimah Sultan’a itaf ettiği eserlerde bu büyük aşkı yansıttığı da yine ifade ediliyor: “Matematik dehası Sinan, Mihrimah için yaptırdığı külliyenin içinde yer alan camilere bir sır da eklemiştir. Mihrimah Sultan güneş ve ay anlamına gelen ismine ithaf edercesine, yılın sadece birkaç gününde (Nisan ve Mayıs aylarında) külliyedeki bir caminin arka cephesinden güneş batarken, diğerinden ay doğmaktadır.” Ancak günümüz tarihçileri bu aşkın kanıtlanmamış olduğunu, anlatılanların efsaneden öteye gitmeyeceğini savunuyorlar.

Devamını Oku

Zamanımız narsisizm çağı

13 Ağustos 2012

“Hüzün bize hayatın kırılganlığını, dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir”...Bu söz “Psikiyatri” denilince akla gelen isimlerden birisi olan Prof. Kemal Sayar’a ait... Sayar, hüznü “misafir” olarak kabul edip, yaşamak gerektiğini söylüyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayar, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Hüzün Hastalığı” adlı kitabında da, hüznün “insan olmanın ayrılmaz bir parçası” olduğunun altını çiziyor...Sayar, modern zamanlarla birlikte insanların “kolay incinir, kolay şikayet eder” hale geldiğini, çoğunlukla hayatındaki olumsuzlukları antidepresanla “def etme” yolunu seçtiğini belirtiyor. Sıradan bir hal olan keyifsizliğin “minör depresyon” adıyla anılıp ilaç tedavisi önerilebildiğini söylüyorsunuz. Bu durumdan, depresyon şikayetiyle psikolog ya da psikiyatristlere gidenlere boş yere ilaç tedavisi veriliyor sonucunu mu çıkartmalıyız?Bazen evet, çoğu zaman hayır. Bu durum klinisyenin hastasının içinde bulunduğu sosyal bağlamı ne ölçüde dikkate aldığına bağlı.Sıradan moral bozukluğu ve keyifsizliğin veya günlük hayatın içinde karşılaşabileceğimiz hüzün hallerinin, klinik depresyondan ayırt edilmesi gerekir. Ancak modern psikiyatri içinde, doğal ve gayet insani durumları da hastalık haline dönüştüren bir bakış açısıyla karşılaşabiliyoruz. Politik şiddet mağduru veya işsiz bir insana depresyon tanısı koymadan önce kırk defa düşünmek gerekir. Kimsenin işsizliğe neşeli bir tepki vermesi beklenemez.Çoğumuz hüznü hayatımıza sokmamaya çalışıyoruz. Siz ise hüznün yaşanması gerektiğini savunuyorsunuz, neden?Hayatı daha duyarlı yaşamak için hüznü bilmek gerek. Hayatı hep uçarı bir neşe içinde yaşamak, bizi başkalarının acılarını hissetmek sorumluluğundan kurtarıyor. Zamanımız, narsisizm veya “gemisini kurtaran kaptan” çağı. Sadece kendi küçük menfaatlerimizi kovaladığımız bir hayat, bana sorarsanız beyhudedir. Hüzün bize, ötekinin acısını ve varoluşa gizlenmiş o büyük acı ve endişeyi yakından görme fırsatı verir. Hüzünle birlikte egomuza sınır çizmeyi öğreniriz. Tevazuyu, ötekinin haliyle hallenmeyi öğreniriz. Hüzün bize bu dünyada kendi benliklerimizi aşan, çok daha önemli meselelerin olduğunu fısıldar. “Modern zamanlar tahammül duygusunu alıp götürdü. Toplumda neyin ne olduğuna uzmanlar karar veriyorlar ve onlar ızdırabın defedilmesi gereken bir şey olduğunu söylüyorlar” diyorsunuz. Bu meslektaşlarınıza bir eleştiri mi aynı zamanda?Bu sözler, ABD kaynaklı kurulu psikiyatrik düzene eleştiri. Şükür ki kendi içinden eleştirisini de çıkarabilen bir tıp dalında çalışıyorum. Modern zamanlarla birlikte incinebilirlik çok öne çıktı. İnsanların bir yüzyıl önce kolaylıkla göğüs gerdikleri zorluklar, bugün kolaylıkla travma bahsinde ele alınıyor. Sadece yirmi yıl içinde bile Batı gazetelerinde “travma” sözcüğünün kullanımında sıçrama tarzında bir artış var. Kolay inciniyor, kolay şikayet ediyoruz. Oysa aynı zorluk derecesine maruz kalan insanların bir bölümü hiç duygusal sıkıntı yaşamayabiliyorken, kimileri de kolaylıkla ruhsal sıkıntılara yakalanabiliyor. Psikiyatri bakışını biraz da insanın içindeki mukavemet unsurlarına çevirmeli. Bizi ne ayakta tutuyor? Zorluklara direnmemizi sağlayan şeyler nelerdir? İnsanın içindeki olumlu tarafı da mercek altına alabilmeliyiz. Zira bize başvuran insanların bir kısmı kendi kuvvet noktalarını hiç göremeyip, zaaflarını mutlaklaştıran insanlar.Depresyon insanı kör kuyularda merdivensiz bırakırDepresyon şikayetiyle gelen danışanlarınıza nasıl yol gösteriyorsunuz?Bakın belirtileri değerlendirerek oradan bir tanıya ulaşmak ve var olan durumu bir tanı kategorisiyle etiketlemek, mesleğimizin en kolay tarafı. Zor olan, o belirtinin neden o gün orada olduğunu anlamak. Psikiyatrın öncelikli ödevi anlamaktır. Bize başvuran insanların anlam dünyasını, onları nesneleştirmeden, olabildiğince tarafsız ve duyarlı bir biçimde keşfetmektir. Hüzünle depresyon arasındaki farkı nedir?Depresyonda insanı hayata karşı tamamen körleştiren, felç eden bir taraf var. Depresyon insanı işlevsiz bırakıyor. Oysa hüznün içinde, kendine mahsus bir enerji var. Hüzünlü insan yeni duyuşlarla, yeni düşüncelerle temas edebilir, depresyon ise insanı hissiz, bomboş, “kör kuyularda merdivensiz” bırakır.Ruhsal durumu karşılaştığı olaylar karşısında kötüleyenler ne yapmalı? Elbette hiç düşünmeksizin yardım istemeli. Ama hayatımızdaki tüm olumsuzlukları bir hapla defetme kolaycılığından da kaçmalıyız. Depresyon tedavisi yerli yerince yapılırsa hayatlar kurtarır, ancak yersiz antidepresan kullanımıyla da insanlar hayata ve çevrelerine yabancılaşabilir, hissizleşebilir. Psikiyatr veya psikologa gidenlerin sayısındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?Hasta sayılarındaki artış, modern toplumun insanı yalnızlaştıran, yabancılaştıran ve toplumsal bağları çözen yapısıyla yakından ilgili. İnsanın etrafında onu kollayan eşi dostu varsa, ruhsal sıkıntı riski çok azalıyor. Modern çağda bireyciliğin öne çıkışıyla birlikte, toplumsal destek sistemleri geriliyor. Artık mahallenin sevgilisi olan meczuplarımız yok.Televizyon insanların afyonu Çoğunluk “yalancı normallik” mi yaşıyor?Popüler TV kültürü insanları afyonluyor ve onları bir örnekleştiriyor. TV dizilerindeki karakterlerin sözleriyle konuşan yüzlerce insan görüyorum. “Televizyonun bir hayal üretme cihazı olarak, yitirilmiş sahici hayallerin yerine sentetikleri koydu” diyorsunuz. Giderek daha çok TV bağımlısı oluyoruz. Bu durum ruh dünyamızı nasıl etkiliyor? TV başında geçirilen saatler arttıkça depresyon olasılığı da artıyor. TV ve sanal ortamlar, insanların gerçek dünyadan kaçış fantezilerine hizmet ediyor. Ama gerçek hayat orada bekliyor ve sanal ile gerçek arasında bocalayan mutsuz insanlar ortaya çıkıyor.Bu durumda TV izlememek mi gerekiyor?Seçerek, dikkatli bir biçimde izlemeliyiz. Aileler TV başında geçirdikleri saatler yüzünden nerdeyse birbirleri ile konuşmayı unutur hale geldi. TV yerine eş dost toplantılarını, kitap okuma saatlerini, hayatla organik bir alışveriş içinde olduğumuz saatleri koyabilirsek, daha neşeli ve canlı insanlar oluruz.Bölgeden dönenlerde travma sonrası stres bozukluğu varSon dönemde artan terör olayları ve şehit haberleri toplumun ruh sağlığını nasıl etkiliyor? İnsanlar bu haber ve görüntüler karşısında büyük bir gerginlik hissediyor ve bir şey yapamamanın çaresizliği ile öfkeleniyorlar. Daha endişeli, daha öfkeli bir toplum haline geliyoruz. Terör, hiçbir kural, ahlak ve mukaddesat tanımadığını kutsal Ramazan ayını kana bulayarak gösterdi. Sağduyulu insanın terörist zihniyet ile bölge insanı arasındaki ayrımı yapabilmesi gerekir. Bölgede görev yapan askerler, çatışmalara girenler, yanlarındaki arkadaşlarını kaybedenler, sivil hayata döndüklerinde kolaylıkla adapte olabilirler mi? Hayır olamıyorlar. Travma sonrası stres bozukluğu belirtilerini yoğun olarak yaşıyorlar. Kabuslar, donuklaşma, en ufak seste irkilme... Özellikle beklenmedik bir zamanda çatışma yaşamış insanlarda daha fazla. Çatışmaya katıldıktan sonra günlük hayata uyum sağlamakta zorlanan çok sayıda insanla karşılaştım.‘Sosyal adaletsizliğe çözüm olarak koruyucu ruh sağlığı tedbirleri alınmalı’“Bir psikiyatristin ofisi memleketin umum manzarasını aksettiren ayna gibidir” görüşünden hareketle, Türkiye’nin şu andaki durumunu nasıl tarif edersiniz? Türkiye hoyratlaşıyor. Meşrep, dünya görüşü, sosyal sınıf ayırt etmeksizin insanlar bencilleşiyor ve sadece kendi klanının çıkarlarını savunan ben merkezci kişilikler türüyor. Çocuklarımızın ruhlarını içine soktuğumuz rekabete dayalı eğitim sisteminde eziyoruz. Sosyal adaletsizlik, toplumu içten içe zehirliyor. Aile yapısı aşınıyor, yara alıyor. O yüzden koruyucu ruh sağlığı tedbirleri alınmalı.Nedir bu tedbirler?Psikolojik destek hizmetleri yaygınlaştırılabilir. İnsanlar günümüzde işitilmek istiyor ve maalesef psikoterapi pahalı bir hizmet. Psikoterapinin daha geniş halk kesimlerine ücretsiz veya düşük ücretli ulaştırılması gerekir. Tuzla’da geçtiğimiz belediye döneminde böyle bir projenin liderliğini yürüttüm. Beş bine yakın terapi görüşmesi yapıldı ve insanlar bu hizmeti belediyenin himayesinde ücretsiz aldılar. Ama en başta topluma sinen şiddet, bencillik ve hoyratlığın tedavi edilmesi gerekir. Bunun için de insanı ve insana saygıyı esas alan, merhamet ve adalet eksenli, yeni bir toplumsal zihniyet oluşmalı. Duygularımızı ifade edemediğimizi söylüyorsunuz, bunun nedeni nedir?Şark, biraz da duyguları dile dökmeden söylemenin yeridir. Duyguların açık ifadesi bizimki gibi toplumlarda ayıp kabul edilebiliyor. Delilik bir tür protestodur bence “Geleneksel toplumlarda deliler toplum içinde ayakta tutulurlardı, horlanmazlardı. Modern toplumlarda itilip kakılıyorlar” diyorsunuz... Sokaktaki şizofreni hastasından mı korkmalıyız, yoksa dünyayı kan gölüne çeviren gözü dönmüş neo evangelistlerden mi? Dünya kollektif bir deliliğin akıl tutulmasında yaşarken, kendisinden başkasına zararı olmayan bir "delilik", bana bir tür protesto gibi görünüyor. "Sizin yalancı normalliğinize kanmıyorum" der gibi. Kapitalist ekonomi ve şehirleşmenin şizofreni hastalığının seyrini olumsuz yönde etkilediğini bugün iki büyük çalışmadan biliyoruz. Modern toplumda ruhsal rahatsızlığı dışlayan ve toplumun dışına iten tavırlar, bu rahatsızlıkların kronikleşmesine yol açıyor.

Devamını Oku

Kürtaja ilk yasak 250 yıl önce çıktı

3 Ağustos 2012

Günümüzde olduğu gibi Osmanlı döneminde de kürtaj tartışma konusu olmuş. Tanzimat Fermanı’ndan önce padişah emriyle kürtaj önlenmeye çalışılmış. Çocuk düşürten ebeler, hem para cezası hem sürgün hem de kürek cezalarına çarptırılmış...Son dönemin tartışma konularından birisi de kürtaj...Sezaryen ile birlikte kürtaj için de yasal düzenlemeler yapılacağı konuşulmaya başlandığı andan itibaren hararetli tartışmalar yaşandı...“Benim bedenim, benim kararım”, “Bedenimden elinizi çekin” diyen birçok kadın, tepkilerini sokağa çıkarak yaptıkları eylemlerle gösterdi...Hükümet, sezaryan konusunda “tıbbi zorunluluk” şartı getiren yasal düzenlemeyi yürürlüğe sokarken, kürtaja dair çalışmalar Meclis’in açılacağı Ekim ayına kaldı. Atlas Tarih Dergisi’nin Ağustos-Eylül sayısında, Osmanlı döneminde kürtaj konusunda yaşanan tartışmalar, getirilen yasaklar ve cezalar konusu işlendi. Yaşanan tartışmaların bugünden çok da farklı olmadığının da görüldüğü ilginç yazıdan bazı bölümler şöyle: Katil ebe sürüldüOsmanlı’da yoksul ailelerin istemedikleri gebeliklere son vermek için ıskat-ı cenin, yani kürtaj yolunu kullanmaları, nüfusun azalmasında önemli bir faktör olarak değerlendirildi. Tanzimat Fermanı’ndan önce padişah emriyle kürtaj önlenmeye çalışıldı. Buna yardım edenler cezalandırıldı. Osmanlı’da ıskat-ı cenininin yasak olduğuna ilişkin en eski belge, 1766 tarihli. Daha sonra 1789’da Sultan III. Selim çocuk düşürmesine neden olan ilaçların hekimler ve aktarlar tarafından satılmamasına dair ferman yayımladı. 1838’de II. Mahmud’un, çocuk düşürülmesinin önüne geçmek için yayımladığı fermanı geldi. 2002 yılında Kebikeç dergisinde Selçuk Akşin Somel’in yayımladığı 1827 tarihli belgeye göre ıskat-ı cenin ile uğraşan kadınların engellenmemeleri ve cezalandırılmaları konusunda önemli bir örnek yer aldı. Divan-ı Hümayun’dan saray başkatipliğine gönderilen belgeye göre, İstanbul’da yaşayan Yahudi kadınlardan “katil ebe” denilen İlya Makzi ile iki yardımcısı, uyarıldıkları halde çocuk düşürmeye devam ettikleri ve ibret için üçünün birden Selanik’e gönderildikleri belirtiliyor. Tanzimat Fermanı’ndan sonra da 1858’deki ceza kanunnamesindeki hükümlerle ıskat-ı cenin yasaklandı. Yasaklama kararına rağmen ıskat-ı cenini uygulayanlar ve yardım edenler için hem para cezası hem sürgün hem de kürek cezaları getirildi. Ebelerin faaliyet alanları doğumla sınırlı değildiEbeler yüzyıllardır doğum alanında faaliyet gösteren, şifacı olan, anne ve çocuğun sağlığını gözeten kadınlardı. Faaliyet alanları da sadece doğumla sınırlı değildi. Mahkemelerde güvenilir şahit, aracı veya uzman olmuş, polis merkezlerinde taciz veya tecavüz edilen kadınları muayene etmiş, yerel yönetimlere bulaşıcı hastalıkları bildirme görevini üstlenmişlerdi. Ebelerin doğum alanında rolleri sadece medikal değildi. Doğum öncesi, sırası ve sonrasında birçok ritüeli yerine getirirlerdi. Ellerinde asaları ile geceleri dahi evinden ayrılıp sokağa çıkan, bazen günlerce bir başka evde doğumu bekleyen bu kadınlara dair ayrıntılı bilgi Abdülaziz Bey’in 1910 yılında yazdığı “Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri” kitabında bulunur. Abdülaziz Bey, “ebelik, yani kabilelik gibi hayırlı bir hizmet yapan hanımlar”ı, “Saray-ı Hümayun ebesi, kibar ebesi ve ahad-ı nas (halk) ebesi” olarak üç sınıfa ayırıyordu... Saray ebelerinin konakları cariyeleri vardı“Saray-ı Hümayun’a hizmet eden kabile hanımların konakları, cariye ve uşakları bulunur ve pek kibarane bir hayat sürerlerdi. Bunların sarayca tahsis edilmiş maaşları, çiğ tayınları, ayrıca Ramazan harcı, bayram atiyyesi vardı. Kibar ebeleri de yine oldukça müreffeh yaşarlardı. Bunlar kerime ya da gelinlerden heves edenleri doğumlara beraberinde götürerek eğitir ve halka tanıtırlardı. Böylece mesleğe girenler gösterdikleri maharet ve bu meslekte pek lazım olan terbiye, nezaket ve temizliğe verdikleri önem ölçüsünde üne kavuşurlardı. Bu sınıf kabile hanımların hemen hepsi yaşlı başlı, terbiyeli, son derece temiz ve zarif kimselerdi, kazandıkları bilgi ve anılarıyla tarihe geçmiş hanımlardı.”1838’de kürtajı yasaklayan ilk yasa çıkarıldı19. yüzyılın ikinci yarısından sonra nüfus oranının, bir ülkenin ekonomik ve askeri gücü açısından hayati önemde olduğu sık telaffuz ediliyordu. Bu anlamda halk ebelerini kontrol altına almak önemliydi. Çünkü kürtaja dair bilgiye sahiptiler. Osmanlı’da 1838’de kürtajı yasaklayan ilk yasa çıkarıldıktan dört yıl sonra yayınlanan bir fermanla, ebelerin batıl inançlarıyla bebeğe zarar veren hareketlerde bulundukları için bilimsel eğitimden geçmeleri gerektiği belirtiliyordu. Osmanlı Devleti bir yandan doğum sırasında kullanılacak bilimsel metotları hastanelerde uygulamaya koydu, birçok ilacı ebelerin kullanması da yasaklandı. “Acuze, çenesi düşük pis kadınlar”1892’de İstanbul’da ilk doğum kliniği Viladethane’yi kuran Besim Ömer Akalın, Geç Osmanlı ve Cumhuriyette “modern” ebeliğin kurucusu olarak anılır. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de askeri tıpta eğitim gören Besim Ömer, eğitimine Paris’te devam etmişti. Ebeliği “hususi bir hastabakıcılık” olarak görüyordu, kürtaja karşıydı, hatta tecavüze uğramış kadınların dahi doğurmasını savunuyordu. Yaşlı ebeleri meslek dışı bırakmak için söylemlerinde onları marjinalize etti. Ebelik acuze ve bilgisiz, çenesi düşük pis kadınların elinde idi! Ona göre ebelik eskiden geleneksel tıbbın parçasıydı, fakat doğum sanatı ebelere bırakıldığı için geleneksel tıp gibi ilerleyip “modern” olamamıştı. Besim Ömer’in söylemi dönemin birçok aydınını etkiledi. Bunu yansıtması açısından, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in 1922 yılında Peyam-ı Sabah ve Alemdar gazetelerinde yayınlanan, sonradan kitap haline gelen “Bir Zamanlar İsatnbul”undaki ifadeleri önemlidir: “Eskiden okul görmüş imtihan vermiş ebeler yoktu. Mevcut ebeler yaşlı kadınlardan ibaretti. Bunların çoğunun cahillikleri yüzünden birtakım elim olaylar eksik olmazdı.”Ebeliğin yok oluşu...Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca değiştirilen ebelik eğitimi, aslında bir başarısızlık öyküsü. Erken Cumhuriyet döneminde açılan ilk köy ebe okulunu 1938’de ziyaret eden Mükerrem Kamil Su’nun sözleriyle genç ebeler, “Köylerin temiz yürekli asil kanlı Türk köylüsünün hayatına birer ışık, temizlik ve sağlık sembolü gibi karışacaklar, Türk neslinin üremesine çalışacaklar, çocuk denen en üstün kuvvetin hakiki dostu olacaklar”dı. Ancak genellikle köylerde sağlık görevlisi olarak çalıştılar ve doğum alanına giremediler. Çoğunlukla hamile kadınları doğum için en yakın sağlık kuruluşlarına yönlendirdiler. Hastanede, tıbbi hiyerarşinin en alt basamağında çalışan ebeler de doktorların güdümünde çalıştılar ya da hemşirelik yaptılar. Hastane doğumu özellikle 1980’lerden sonra “modern” olmakla eşanlamlı hale geldi ve giderek daha çok tercih edilir oldu. Anadolu’da çocuğu yıkar göbek adını koyarlardıEbeler, tarih boyunca ve tüm kültürlerde saygı duyulan kadınlardı. Osmanlı’da “kabile” denen ebelerin Türk kültüründe kökleri kadın şamanlara kadar uzanıyor. Anadolu’nun birçok bölgesinde ebelerin görevi doğumla sınırlı değildi, çocuğu yıkar, göbeğini keser, göbek adını koyarlardı. Yaşadıkları bölgede bazıları hayvan da doğurtan ebeler, aynı zamanda kırık çıkıkçı, ölü yıkayıcıydı. Anne ve çocuğun doğum sonrasında sağlığıyla ilgilenirlerdi. Çocuğun doğumundan ebeye “ebe hakkı” verilirdi. Ebeler, doğurdukları çocuklar için anne gibiydi, nişanında, düğününde bulunurdu.

Devamını Oku

Bir de mesajımız olsun dedik ‘Hakim Bey’i albüme aldık

14 Temmuz 2012

Yıllardır müzik piyasasının içinde olan bir isim Mehmet Erdem... Aralarında, “Leyla ile Mecnun”un da bulunduğu birçok dizi ile son dönemin ilgi çeken filmlerinin müziklerinde onun imzası var... Özgür Akgül ile beraber yaptığı “Deli Deli Olma” adlı filmin müziğiyle, Altın Portakal’da “En İyi Film Müziği” ödülü aldı... Yeniden düzenlediği, Sezen Aksu’nun “Hakim Bey” adlı şarkısı ise dinlenme rekoru kırıyor... “Herkes Aynı Hayatta” adını taşıyan ilk albümüyle huzurlarınızda...- İzmir Fen Lisesi, ardından Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümü. Matematik kafası var galiba?Matematik ve fiziğe kafam çalışır (gülüyor). Fen Lisesi’nde dereceye giren çocuklardandım ama aynı zamanda müzik de yapıyordum. - Ailenizde müzikle ilgilenen, enstrüman çalan kimse var mıydı?Babam klarnet çalardı. - İlk çaldığınız enstrüman neydi?Evde annemin mandolini vardı. Çocukken elime ilk tutturulan da o oldu. Dayım, konservatuarda halk oyunlarında hoca idi. O da bağlama çalardı. Sonra bağlama çaldım. Bir gün Malatya’ya Arapgir’e gittik, orada çümbüş geldi elime. Öyle, meraklana meraklana devam ettim. - Müzikle bu kadar ilgili ve seviyorken neden mühendislik okudunuz?Biraz şartlar, biraz da ailenin, “bir mesleğin olsun” kaygısından... Ama iyiki de öyle olmuş. Boğaziçi’ne gidince Kardeş Türküler’le tanıştım. - Eğitim gördüğünüz alanda çalışmayı düşünmediniz mi? Mühendisliği mesleğim olarak bile görmedim. Dolayısıyla o alanda çalışmak aklımın ucundan bile geçmedi. Mezun olduktan sonra fabrikalarda çalışan arkadaşlarım oldu. Bilimsel gelişmeler takip edilmiyor, yaratıcı hiçbir tarafı yok işin. Hep aynı şeyleri yapıyorsun, bir süre sonra da memuriyete dönüyor. Bu, bana hiç çekici gelmedi. ‘Kafam sakin çalışır ama aynı zamanda hiperaktifim’ - Leonard Cohen, Tom Waits’e benzetiliyorsunuz. Siz kendinizi örtüştürüyor musunuz bu sanatçılarla?Türkiye’de benim ses aralığımda çok ses yok. Bu benzetmeler tabii ki çok onur verici. Benzetilen isimlere bakar mısınız, konuşmaya gerek yok. n Şarkıları çok sakin söylüyorsunuz. Sakin biri misiniz? Farketmişsinizdir çok hareketliyim. Kafam sakin çalışır ama hiperaktifliğim var, elim ayağım durmaz. İçimde huzurluyum. Huzuru müzikte bulmaya çalışıyorum. - Konserini izlemek istediğiniz biri var mı?Hedefimiz, biraz büyük bir hedef ama Eylül’de Leonard Cohen’le birlikte söylemek istiyoruz. O da Sony Music’in sanatçısı. Öyle bir şey olursa, yani birlikte sahneye çıkarsam, daha ölsem de gam yemem (gülüyor).‘Filmle müziği birleştirmek çok keyifli’- Uzun yıllar Kardeş Türküler’le birlikte çalıştınız. Yollarınız nasıl kesişti?Boğaziçi’ne ilk gittiğimde, kim ne müzik yapıyor diye baktım... Ud, cümbüş, buzuki, bağlama, gitar çalıyorum. Tam grubun müziğinde kimliği olan yerde durabilecek enstrümanlar yani. Grupla tanıştık, “Doğu” albümleri yeni çıkmıştı. Bir sene içinde beraber çalmaya başladık, sekiz sene de albümlerde, konserlerde birlikte olduk. - Sonra neden ayrıldınız?Grup devam ediyor, çok iyi işler yapıyorlar; arkadaşlarım zaten görüşüyoruz. Ama ben daha başka şeyler yapmak istedim. - Film ve dizi müzikleri yapmaya nasıl başladınız?Kardeş Türküler’le beraberken, “Vizontele” ve “Vizontele Tuuba”nın müziklerini yapmıştık. O süreç çok hoşuma gitti. Film izlemeyi zaten çok severim. Bunu müzikle birleştirmek çok keyifliydi. Ben Kardeş Türküler’den ayrıldıktan sonra, Onur Ünlü “Polis” filmini çekiyordu...- Onur Ünlü ile nasıl tanıştınız?Bir arkadaşım vasıtasıyla film çektiklerini öğrendim. Yanına gittim, “Siz film çekiyormuşsunuz, ben bu filmin müziklerini yapmak istiyorum” dedim.‘Albümümdeki Yalan, Ali Altay’ın şarkısı’- Şarkı söylemeye nasıl başladınız?Kardeş Türküler zamanında geri vokal de yapıyordum aslında... Polis filminin müziklerini yaparken, “Olur Ya”yı cover’layalım dedik. Başka birine söyletmeyi düşünüyorduk, ben idareten söyledim. Onur Ünlü dinleyince, “Tamamdır, bu olmuş” dedi. Çok olumlu tepkiler aldım. Ondan sonra herkes benden şarkı söylememi istemeye başladı. Sonra Sony Müzik’ten albüm için teklif geldi. Bir ayda kaydettik.- Albümdeki “Yalan” Leyla ile Mecnun’da oynayan Ali Atay’ın parçasıymış... Dizinin geçen sezon finalinde şarkının başka bir versiyonu kullanıldı. Albümü hazırlarken Ali’ye, “Ben bu parçayı çok seviyorum, söyleyebilir miyim?” diye sordum. Çok olumlu karşıladı. n Dizi ekibiyle aranız nasıl?Normalde ben oyuncularla fazla görüşmem. Ama Leyla ile Mecnun tayfasıyla çete gibi olduk. Her yere beraber gidiyoruz. Zaman zaman Ali ile beraber çalıyoruz. ‘Sezen Aksu “Hakim Bey”i dinledi ve beğendi n Albümde yer alan şarkılar arasından sosyal medyada en çok konuşulan ve dinleneni Hakim Bey. Bunun hikayesi nedir?Albümde yer alacak şarkıları, Alper Atakan’la beraber seçtik. Tek ısrarım, “Ben Hakim Bey’i söyleyeceğim” oldu. Bu, Sezen Aksu’nun kıyıda köşede kalmış bir parçası. Daha önce de cover’lanmamış. Gerçi o nedenle değil, bir de mesajımız, lafımız olsun istedim albümde. Çünkü şarkıda sisteme sitem var. Dönem üstü bir şey bu, şu anda yaşadıklarımızdan bağımsız. Genel bir gönderme var. - Düzenlemesini yaptıktan sonra Sezen Aksu dinledi mi? Etik olarak yaptığım her işi sahibine yollarım, beğenmezse kullanmam. Sezen Aksu dinlemiş. Olumlu cevap aldık, “Ellerine sağlık, yolu açık olsun” demiş. - Hakim Bey’de, Hüsnü Şenlendirici size eşlik ediyor... Ben Hakim Bey diye tutturunca, Alper “Bu şarkıya en iyi Hüsnü’nün klarneti olur” dedi. Hüsnü’yü davet ettik, kırmadı geldi. Ama hangi şarkı için çağırdığımızı bilmiyordu.“Ailem insanların beni sevmesinden mutlu ama ‘çoluk çocuğa karışamam’ diye endişeleniyorlar”34 yaşındayım. Ailem, insanların beni sevmesinden mutlu ama diğer taraftan yaşam tarzım onları endişelendiriyor. Örneğin, bu akşam 24.00’te konsere çıkacağız, sonra yeniden yola koyulacağız. Böyle bir temponun aile yaşantısına çok uymayacağını düşünüp, çekiniyorlar. “Sen çoluğa çocuğa karışamazsın böyle” diyorlar. Ben de, “Herkes karıştı ben karışmayayım ne olacak ki” diyorum. Açıkçası kısa vadede böyle bir niyetim de yok. Ben henüz kendime yetişemiyorum.

Devamını Oku

Orkestra şefinin midesinde her zaman kelebekler uçuşur

26 Mayıs 2012

Geride bıraktığımız hafta, dünyaca ünlü orkestra şefi Gürer Aykal’ı farklı bir yönüyle gördük...Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde orkestraları yöneten Aykal, bu kez bir siyasi partide; CHP’de, politikacılara konferans verdi. Aykal, CHP’lilere özetle, “Biri sizi yönetiyorsa ona uymak gerekir” dedi... Gürer Aykal ile CHP’lilere konferans vermek için geldiği Ankara’da, torunlarıyla hasret giderdiği oğlu Kerem’in Bilkent’teki evinde konuştuk..Orkestra Şefi Olmak” başlığı altında verdiğiniz konferansta dinleyenler ne öğreniyor?Türkiye’de, yurtdışında birçok kuruluş, orkestra şeflerini davet edip, onlardan yönetim biçimini dinler. Ben de bu konferansı birçok yerde verdim. Herkes kendi birimine, pozisyonuna göre anlattıklarımdan ders çıkartıyor. - Konferans davetleri nerelerden geliyor?Daha çok kuruluşlar ve büyük holdinglerden.- Ana hatlarıyla ne anlatıyorsunuz?Önce orkestranın nasıl oluştuğunu, kuruluşunu anlatıyorum. Bu “yüce topluluk” içindeki birimleri, grup şeflerini, onların görevleri, sorumluluklarını aktarıyorum. Orkestra elemanlarının eğitimlerini (bazıları iki üniversite mezunudur) çağdaş, bilgili, donanımlı olduklarını söylüyorum. Tüm bunlardan onları yönetecek şefin nasıl olması gerektiği de çıkıyor ortaya. Dinleyen herkes kendine göre bağlantı kurup, notlar alıyor.- Orkestra şefi nasıl yöneticidir?Çok ciddi eğitimlidir bir kere. Bir orkestra çalgısını, orkestralarda çalabilecek düzeyde bilir, piyano çalabilir... Orkestra şefliği bütün bunlardan sonra başlar.- Otoriter olması şart mıdır?Orkestranın ne çaldığı ile de ilintilidir bu... Ne çalmasını istiyorsunuz orkestranın, siz bir besteci söyleyin...- Mozart...Bir kere orkestradakilerin Mozart’ı bilmeleri lazım. Varsayalım Mozart’ın 40. senfonisini çalacaklar. Bu orkestra 40. senfoniyi belki 40 kez çalmıştır, yani zaten biliyorlar. Ama orkestra şefi oraya geldiğinde, kendisinde oluşan, kendi donanımıyla yarattığı Mozart’ı almaya çalışır. Bunu yaparken sizin bütün kapasitenizi bilir, ona göre ister, yoğurur ve siz onun istediği Mozart’ı çalarsınız.- Bir besteyi her şef farklı yorumluyor yani... Eğer şefler olmasaydı, müzik çekilmez olurdu, çünkü hep aynı olurdu. Liderlerde de aynı şeyi koyabilirsiniz. - ABD’de size “No Mercy Maeistro” diyorlarmış...Bir eserin çıkışında başka türlüsü olmaz. Benim düşüncem onlar tarafından kabul edilinceye kadar ısrar ederim. Ama bu demek değil ki, boğazlarını sıkarım. O tutum, bestecinin eserini yıllar sonra en iyi şekilde yaşama getirebilmek çabasıdır... Orkestra elemanlarımın özel sorunlarını da çözerim; kız istemeye bile gittim...- Bir orkestra şefi ile bir siyasi parti liderinin örtüştüğü noktalardan biri de donanım mı?Diyelim ki orkestrada 80 kişi çalıyor. Bu 80 kişinin nasıl çalması gerektiğini, en ince ayrıntısına kadar şef söyler. Yalnız çalması da değil, onun grubuyla uyumu, grupların gruplarla uyumu... Teknik direktörler bile takımları orkestra gibi olsun ister. Neden? Çünkü orkestra, salisenin şaşmadığı bir topluluk ve anlayıştır.- Hiç aksaklık, fire olmaz mı?Olabilir. O zaman onun grup şefi, “Senin şu üyen yeteri kadar hazırlanmıyor” diye dikkati çekilir. Eğer sorun devam ederse, o kişinin orkestradan ayrılması gerekir.- Ayrılmazsa ne olur?“Kambur” oluşturur, orkestranın başarısını aşağı çeker.- Orkestra elemanlarının özel sorunlarının çözümü için devreye girer misiniz?Tabii. Çocuğunu bir okula göndermek istiyordur ama gücü yetmemiştir, siz okul müdürünü ararsınız. Yahut hastanede oda yoktur, onu ayarlarsınız...- Bir orkestra elemanınız için kız istemeye de gitmişsiniz...Evet (gülüyor), bazıları açılamıyor. Ama siz yanında olunca daha iyi hissediyor...En çok gençlerin orkestralarını yönetirken mutluyum- En çok hangi orkestralarla çalışmak sizi mutlu ediyor?Gençlerin orkestralarını yönetirken çok mutlu oluyorum. Çünkü onlara öğretebildiğimi gözlerinden görüyorum, heyecanlarından kavrıyorum... Karşıyaka Belediyesi Filarmoni Orkestrasını kurduk bir süre önce. Gelecek yıl düzenli konserlere başlayacaklar. Türkiye’de ilk kez bir belde orkestrası oldu...- Anadolu’da birçok yerde konserler yönettiniz. Halkın senfonik müziğe yaklaşımı nasıl?Son derece iyi... O konserlerde elindeki mikrofonu adamın burnuna dayayıp, “sen ne anladın” diye hakaret eder gibi soru soran görüntülü medya ile çok savaştım... Bir örnek vereyim, bir Anadolu konserindeyiz... İki ayrı kanalın mikrofonu olan birisi yanında 4-5 çocuk olan yaşlıca bir hanıma “Ne anladın, niçin geldin buraya?” diye sordu. Kadın, “Ben birşey anlamadım” dedi ve devam etti “Torunlarım öğrensin diye geldim”. Bu sözü bir kanal verirken, diğeri kesti sadece ilk söylediğini verdi, sonra da “İşte gördüğünüz gibi hiçbir şey anlamadılar” dedi. - Anadolu konserlerinde en çok hangi besteciler alkışlanıyor?Beethoven ve Çaykovski...Cem Yılmaz çok yetenekli ve zeki- Şefliğini yaptığınız Borusan Filarmoni Orkestrası’nı en son Cem Yılmaz yönetti...Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, yurtdışında okuyan ancak burs imkanı olmayan başarılı çocuklara yardımcı olmak amacıyla bu konserleri yapıyor. Bu konserlerin başka amacı yok. Bilet fiyatları fazla oluyor, zaten yönetecek olan 40 bin Euro veriyor. ABD’de o kadar çok oluyor ki bu tip organizasyonlar.- Cem Yılmaz’la ne kadar çalıştınız?3.5 ay. Cem çok yetenekli ve çok zeki biri. Ona müzik eğitimi vermedim, işin matematiğini öğrettim.- Hâlâ konsere çıkarken heyecanlanıyor musunuz?Orkestra şefinin midesinde her zaman kelebekler uçar... Önünüzdeki bir grup insana istediğiniz şeyi yaptırmaya çalışıyorsunuz. Bazısı anımsamayabilir, bazısının morali bozuk olabilir, bunlar konsere yansıyabilir. Bütün bunların olmaması sizin sorumluluğunuzdur...Eşim Amerika’da çok özlüyorum onu...- Bir ayağınız da ABD’de...Ben, ABD’den emekli oldum ama eşim orada. Açık söyleyeyim, eşimi özlüyorum. New York’ta evimiz var, gidip geliyorum. Bazı aylar orada, bazı aylar burada oluyorum. Zavallı eşim anlayış gösteriyor.- Torunlarınız da Ankara’da...En sevdiğim turneler Ankara’da olanlar. Torunlarımı çok özlüyorum. Konserler için Ankara’ya geldiğimde onları görmek için de fırsatım oluyor.- New York ile İstanbul’u kıyaslarsanız ne söylerseniz?Kıskançlıklarımı ortaya çıkartacaksınız! Oradaki orkestraları, operaları, üst düzey çalıcıları, sanatın gerektirdiği biçimde gelişmiş olan izleyicileri... Yani sanat düzeyi. Diğer ülkeler ve şehirleri sanat düzeyi ile kıskanır, takdir ederim.Ecevit’le komşuyduk güvercinlerine ben baktım- Kemal Kılıçdaroğlu ile daha önce tanışmış mıydınız?İkimiz de birbirimizi biliyorduk tabii, ama şahsen tanışmamıştık. - Oran’da otururken rahmetli Bülent Ecevit ile komşuydunuz...Evet, hem Bülent Ecevit’in hem de Alparslan Türkeş’in komşusuydum. Ecevit’i çok yakından tanırdık. O kadar yakındık ki, o Zincirbozan’a götürüldüğünde, 3. günün sonunda adresini öğrenip, mektup yazdım. Onlar güvercinleri beslerdi. “Hiç merak etmeyin, güvercinlerinize ben bakacağım” dedim. 4-5 gün sonra yanıt geldi; “Ne kadar incesiniz, çok teşekkür ederim” diye.- Ecevit sanatla çok ilgiliydi...Sanata olan düşkünlüğünden ötürü konserlere, opera ve baleye, hemen her temsile gelirdi. Bir de o yıllar kar yağdı mı Oran’da mahsur kalırdık. Birbirimizle ekmeğimizi paylaşacağımız kadar dostluğumuz vardı. - Rahmetli Alparslan Türkeş’in sanata ilgisi nasıldı? Çok sesli, senfonik müziği çok severdi...

Devamını Oku

Sıkı Ajda’cıyım; Behzat Ç. ve Beşiktaş’ın hastasıyım

5 Mart 2012

Geçtiğimiz hafta üst üste iki gün iki kurultay yapan CHP’nin yenilenen tüzüğüne giren “yüzde 33 kadın kotası” için “Kadınlar artık erkeklere rakip olacak” diyen İstanbul Milletvekili Melda Onur, “Yüzde 33 kota bile erkekleri paniğe sevk etti” diyor. * Melda Onur, CHP’nin İstanbul Milletvekili..Siyasete girmeden önce gazetecilik ve iletişim danışmanlığı yapan Onur, belki de yaptığı bu işlerde insanlarla içiçe olmanın getirdiği tecrübeden dolayı, siyasete kolay ısınmış... Aslında milletvekilinden çok bir aktivist gibi...Zira nerede bir hak arama mücadelesi varsa ön sıralarda yer alan isimlerden... En son Pozantı örneğinde olduğu gibi cezaevlerini geziyor, buradaki yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çabalıyor...HES direnişçilerine (Leyla Yalçınkaya gibi) destek veriyor...Cezaevinde vegan mahkumlara özgü yemek çıkması için uğraşmakla kalmadı, başardı...Gay ve lezbiyenlerin hakları için, anayasada yer bulabilmeleri, aktif siyasete katılabilmeleri için konuşuyor...Hayvan haklarının yılmaz savunucularından...Dünya Hayvan Hakları Günü’nde konuya dikkat çekmek için giydiği pandalı tişörtü ile Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “ekolojik anayasa” talebi, kendi partili arkadaşlarına bile ütopik geldiği için espri konusu olsa da, o inandığı yolda mücadelede kararlı...Çoğunlukla haftanın dört günü Ankara’da. Haftasonları ise ailesiyle olabilmek ve evinde geçirmek için İstanbul’da.Melda Onur’la, Kavaklıdere’deki bir oda bir salon, “bekar evi”nde konuştuk... 21. yüzyılda kadın kotası olmaz* Üst üste iki kurultay yaptınız... Muhaliflerin istediği bazı tüzük maddelerinde de değişiklik olmadı değil mi?Evet, bazı maddeler üzerinde itilaflı durumlar var. Bunlar da herhalde önümüzdeki süreçte olur. Eskiye göre tüzük daha demokratik ama benim bakışıma göre daha geliştirilebilecek çok şey var. * Ne gibi mesela?Mesela kadın kotası. 21. yüzyılda kadının yüzde 33’le temsil edilmesine karşıyım. Bunu da Parti Meclisi’nde dile getirdim, benim yüzde 50’yi savunduğum biliniyor. Ama bu ütopik geliyor insanlara. “Yüzde 50’yi Türkiye’nin her yerinde nerede bulacağız?” diyorlar.* Siz ne diyorsunuz? Türkiye’nin her yerine göre genel felsefemizi belirleyemeyiz. Ben yüzde 50’yi koyarım ama bölge bazında, nüfusa, kadın oranına, katılımına göre onu butik olarak ayarlarım. Bana göre yüzde 33 kota, büyük şehirlerde kadının önünü kesiyor. İstanbul’da yüzde 50 de çıkar, İzmir’de yüzde 70 de çıkar... Hâlâ Meclis’e girerken bana ‘Personel misiniz?’ diye sormalarından, havaalanında ‘ VIP yolcusu musunuz?’ demelerinden fenalık geldi. Yemek yapmam; peynir-ekmek yerim* Alışveriş sever misiniz?Her Türk kadını kadar (gülüyor). Pazar alışverişini çok severim. Bir de çoğunlukla valize eksik eşya koyup, gittiğim ilden ihtiyacım olan şeyi alırım. Gittiğim tüm illerden kreasyonum vardır.* Yemek yapar mısınız?Yapmıyorum. Zaten çoğu zaman dışarıda oluyorum. Akşam çay demleyip, peynir, ekmek, kahvaltı ederim. * Spor yapıyor musunuz?Siyasete girmeden önce haftanın 5 günü spor yapardım. Şimdi en çok istediğim bir spor kulübüne üye olmak. Hayatımda çok büyük bir eksiklik spor. * Ankara’da konser, tiyatro gibi etkinliklere gidiyor musunuz?Hiç kısmet olmadı. İstanbul’da konserleri takip ediyordum. Sıkı Ajda’cıyımdır. Ayrıca Duman, Manga, Mor ve Ötesi gibi yeni jenerasyon grupları dinliyorum. * Dizi izliyor musunuz?Behzat Ç.’nin hastasıyım. Onun dışında sit-com’ları izlerim. Kafa boşaltmak için iyi geliyor. Erkekler kadınları rakip olarak görmeye başladı* Partinizin erkek yöneticileri ve milletvekilleri yüzde 33 kotaya nasıl bakıyor?Yüzde 33 bile erkeklerin bir kısmının paniğe kapılmasına neden oldu. Son birkaç gündür erkeklerin, kadınları eskisi gibi “korumacı” değil, rakip olarak görmeye başladığını hissettim partide. “Bir dakika ne oluyor... Kadına o kadar ver, gençliğe ver, biz ne olacağız” havasındalar. Fakat bu iyi bir şey. Kadının siyasette hak ettiği, eşit seviyeye gelmesi demek. Bu, kadının senelerdir siyasette gasp edilmiş hakkının, kadın tarafından geri alınması demek... Erkekler, “Ön seçim olacak. Ben de ön seçime giriyorum, niye kadın kotası oluyor?” diyor. Bir nebze haklılar bunda. Ama bizim bir eşiği aşmamız gerekiyor. Bunu bir geçiş evresi olarak düşünsünler ve lütfen kusura da bakmasınlar. * Bir sonraki seçimde CHP’de daha çok kadın ve genç vekil görebilecek miyiz?Bunun için sıralama yapılırken de pozitif ayrımcılık gerekiyor. Son seçimde daha çok kadının CHP’den Meclis’e girmesini hedeflerken, çok daha azı girebildi. Nedeni sadece partinin oyunun düşüklüğü değil, yoğunluklu olarak kadınların riskli bölgelerde kalmasıydı bence.* Kemikleşmiş bir delege yapınız var. O bünye daha çok kadın ve gencin yönetimde ve vitrinde olmasını kabul edebilecek mi?Biraz sancılı olacak ama edecek. Bakın bünye, değişimi kolay kabul etmiyor. Bizim son 2 yıldır yaşadığımız da bu zaten. Sonuç olarak CHP’yi bugüne kadar taşımış kadrolar var. Ama siyaset tekamül eden bir şey. CHP, 90 yıllık tarihinde çeşitli evrelerde değişime uğramış... Genel Başkan değişiminin ardından gelen bu dönem de böyle... Genel Başkan’ın “Yeni CHP” dediği aslında daha çok kadın, daha çok genç, bütün Türkiye’yi kucaklayan, etnik, dinsel, kadın, erkek, her türlü cinsel eğilim (onu da ben sokuyorum araya).* Birçok ülkede siyasette önemli mevkilerde yer alıyorlar... Onlar kendilerini ifade edenler. Toplum içinde kendisini ifade etmeden, gizli saklı duranlar da var. Belki de vardır siyasette nereden biliyoruz? Bir dönem birçok Ermeni, isimlerini söylemezdi. Onlar nasıl ki bir noktadan sonra kendi isimleriyle toplumun önünde olmaktan artık bir korku duymadılarsa, kendi varoluşlarını topluma kabul ettirdilerse, aynı şey... Onlar da siyasi arenanın içinde olacaklardır. Bu konu diğer partiler için sorun teşkil eder mi bilmiyorum. Ama iktidar partisi için hiç de kolay hazmedilir bir şey olmayacağına inanıyorum. * CHP’de önümüzdeki seçimde türbanlı bir milletvekili olur mu?Ön seçim onun da olup olamayacağını gösterecek. * Türbanlı bir vekil sizi rahatsız eder mi?Ben rahatsızlık duymam. Önemli olan; o kişi benimle birlikte cezaevlerini gezecek mi? Taksim’de eylem yaparken yanımda yer alacak mı? Budur benim için belirleyici olan, şekli değil... Ayrıca zaten örgütlerimizde, gençlik kollarımızda, kadın kollarımızda var. Bu kişilerin bir öteye yükselmeleri, herhalde algının değişmesiyle olabilecek. Marka giymem renkli, değişik model ayakkabıları severim* Giyim tarzınız dolayısıyla haber oldunuz değil mi?Evet, yemin töreninde giydiğim ayakkabılarımı bir gazete haber yaptı. Yüksek topuklu bir ayakkabı giymiştim. Fotoğrafımı çekmişler. Ben de bunu facebook’a koymuştum. Arkadaşlarım da “Bu ne şıklık”, “Ne güzel” gibi yorumlar yazmışlardı. Bir sabah baktım, bir gazetenin ilk sayfasında ben varım, neredeyse dörtte bir sayfa! Ağladım. * Neden, kötü bir şey yazılmamıştı ki?Kötü bir şey değil ama gereksiz. Gazeteci olduğum için bu başıma gelmez diye düşünüyordum, yani magazin boyutuyla haber olmam. Bu beni inanılmaz rahatsız etti. Hemen facebook sayfamı kapadım. Ne gerek var ki böyle bir şeye? Ama sonra dedim ki, “bundan rahatsız olma, bir noktadan sonra görmezler seni”...* Ama görülmeye devam ettiniz...Evet sonra da kırmızı çantam haber yapıldı; “Meclis’te ilk sırt çantalı milletvekili” diye yazdılar. * Doğru ama daha önce Genel Kurul’a sırt çantasıyla gelen vekil de görmemiştik...Laptop taşıyorum o çantada. * Niye laptop çantası değil de sırt çantası kullanıyorsunuz?Rahat oluyor. Öbür türlü bir elim dolu oluyor, elimi kullanamıyorum. Ayrıca daha ortopedik geliyor. * Ceketin üzerine sırt çantası kullanmak zor olmuyor mu?Alışmışım... Beni ceket daha çok zorluyor, sıkıyor. O da ayrı hikaye... Mecburen giyiyoruz. * Daha önce ceket giymiyor muydunuz hiç?Daha çok evden çalıştığım için giymiyordum. Milletvekili seçilince ceket ve elbise aldım. Meclis’e gelmeden önce ceketim yoktu. * Kıyafetleriniz, aksesuarlarınız dikkat çekiyor diyebilir miyiz?Artık alışıldı. AKP’li milletvekilleri daha renkli giyiniyorlar aslında ama klasik giyindikleri için dikkat çekmiyor. Renk renk ceketlerle gelen kadınlar var. Benim dikkat çekme sebebim, tarzım farklı olduğu için. * Giydiğiniz ayakkabılarınız özellikle dikkat çekiyor...Marka ayakkabım yoktur. Renkli ayakkabı, değişik model ayakkabı severim. Ben klasikçi değilim. Ama çoğunlukla merdivenaltı üretimdir (gülüyor). Marka giymeyi sevmem, takığım yani (gülüyor).* Kadın milletvekilleri size göre bakımlılar mı?Çok bakımlı, çok şıklar. Meral Akşener mesela, çok zarif giyiniyor. İktidarın kadın milletvekilleriyle fazla sohbet edemiyoruz; kulislerimiz ayrı* Sizce kadınların siyasete ilgisi artıyor mu, azalıyor mu?Kadınlar erkeklere göre daha hedef odaklılar. Erkekler ise daha çok fikir üretmeyi, konuşmayı tercih ediyor. Siyasette işlerin tıkanması, kadınların umduklarını bulamamasına neden oluyor. Bir şey yürümeyince, kadın oradan bir tat alamıyor. Bugün gerek parlamenter demokrasinin tıkanmışlığı, gerekse Meclis İç Tüzüğü’nün ağırlığı, üretime dönük fazla bir şey olamaması, kadına heyecanını kaybettiriyor. Siyaset kadınlara, boşa çabalama olarak geliyor ki, açıkçası kimi zaman bana da öyle geliyor diyebilirim...* Meclis’teki üslup, kavgalar, yumruklaşmalar kadın vekilleri rahatsız ediyor mu, yoksa alıştılar mı?Erkekler kadar sert kadın milletvekilleri var. Dil konusunda kadınların çoğunun erkeklerden aşağı kaldığını düşünmüyorum. Çok sert söylemiyle çıkan kadınlar olabiliyor. Ama yumruklaşmalar, itişmeler tabii ki rahatsızlık yaratıyor kadın vekillerde. * Diğer partilerdeki kadın milletvekilleri ile kuliste sohbet ediyor musunuz? İktidarla muhalefet kulisleri ayrı biliyorsunuz. Bu nedenle iktidarın kadın milletvekilleriyle fazla sohbet edemiyoruz. Biz daha çok MHP ve BDP’li kadın vekillerle oturuyoruz. * Meclis kuaföründe sohbet olmuyor mu?Ben daha Meclis’in fönlü kadınlarından olamadım (gülüyor). Her defasında niyetleniyorum ama olmadı. Onun için hiç kuaför muhabbetim yok.Meral Hanım otoriter Güldal Hanım cool* Meclis Genel Kurulu’nu kadın başkanvekilleri mi erkekler mi sizce daha iyi yönetiyor?Bence iki kadın çok daha iyi yönetiyor. Onlar olduğu zaman daha az kavga gürültü oluyor. Belki de ne olursa olsun erkek vekiller, bir kadın başkan olduğu zaman daha saygılı bir dil kullanma ihtiyacı hissediyor. * Meral Hanım’dan çekiniyorlarmış gibi sanki...Meral Hanım biraz daha otoriter, Güldal Hanım da çok cool. Çok başarılılar. Bence AKP’den de iki kadın olsa... * Siyasetin hangi tarafı size cazip geliyor?İnsana dönük bir iş olması cazip. Bir de, muhalefette de olsanız, milletvekili olarak bazı sorunların çözümüne katkıda bulunabiliyorsunuz. Ben Kırıkkale Cezaevi’ndeki vegan mahkum konusunu gündeme taşıdığımda, bana partili arkadaşlarım, “Aman Melda, vejeteryan mahkumlarla mı ilgileniyorsun?” dedi. Ama işin üzerine gittik, sonuç aldık. Kırıkkale Cezaevini, İnsan Hakları Komisyonu örnek cezaevi olarak AB’ye gösterdi, “Biz vejeteryan mönü çıkarıyoruz” diye. * Sevmediğiniz tarafı nedir?Ayrıcalıklıymış gibi görünmek, beni rahatsız eden kısım. O yüzden mümkün olduğu kadar milletvekili gibi görünmemeye çalışıyorum. Zaten eğer ben yaşam tarzımdan taviz vermek zorunda kalsaydım, çok mutsuz olurdum ama vermeden de oluyormuş. Ne kılığımı kıyafetimi, ne yaşam tarzımı, hiçbirşeyimi değiştirmek zorunda kalmadım.

Devamını Oku

Tarihin akışını değiştiren minik raslantılar

11 Şubat 2012

Tuhaf ve harika olayların tarihe kayıt düşüldüğü geniş bir koleksiyona sahip olan Phil Mason’un yazdığı “Napolyon’un Basuru” adlı kitap, tarihte büyük etkiler yaratan “minik” olaylara yer veriyor. Ali Cevat Akkoyunlu’nun Türkçe’ye çevirdiği, Everest Yayınları’ndan çıkan kitapta bireylerin yaşamını ve dünyayı değiştiren ilginç olaylar anlatılıyor. HEİL HİTLER DEĞİL, HEİL “SCHICKLGRUBER” OLACAKTI: Adolf Hitler’in babası, “Alois Schicklgruber”adıyla doğar. Alois, Kuzey Avusturya’nın geri kalmış bölgesi Waldviertel’deki Strones Köyü’nden Maria Schincklgruber adlı bekâr bir köylü kadının oğludur. Bir gün Johann Georg Heidler adlı birisi Maria’yla evlenir. Ancak Alois, “Schicklgruber” kendi soyadını kullanmayı sürdürür. Heidler, öldüğü zaman dahi hâlâ bu soyadını taşımaktadır. Alois ve üvey amcasının çıkarları söz konusu olmasa, bütün yaşamı boyunca “Schicklgruber” olarak kalacak, böylelikle Adolf Hitler “Adolf Schincklgruber” olarak dünyaya gelecekti. Ancak amca Heidler sadece 3 kızı olduğundan soyadının tükenmesinden korkar. Bu yüzden Alois’e bir mektup yazarak soyadını değiştirirse mirasından pay vereceğini vaadeder. Alois öneriyi kabul eder ve adı Alois Hitler olur. SAVAŞ GÜNÜ BASURU TUTTU: Napolyon’un Waterloo’daki yenilgisinin nedeni, son anda ortaya çıkan, atına binip birliklerinin manevralarını denetlemesini engelleyen dayanılmaz basur sancısıdır ve bu yüzden ordularını istediği biçimde yönetemediği tek örnek Waterloo Savaşı’dır. Basur, Napolyon’u seferin başlangıcında da rahatsız eder. İki gün önce hekimler sancısını azaltacak sülükleri kaybeder, yanlışlıkla verdikleri afyon tentürü de etkisini savaş sabahı bile sürdürür. Yapılan bazı araştırmalar, Napolyon’un ilk saldırıyı başlatmakta gecikmesini rahatsızlığına bağlar. Başlangıçta sabah 6’da planlanan saldırı önce 9’a ertelenir, ancak öğlene kadar bir türlü başlayamaz. PARTİYE KABUL EDİLSE ABD BAŞKANI OLAMAYACAKTI: Evil Empire filminin katili Ronald Reagan’ın Amerikan Komünist Partisi’ne başvurusu sonuç vermez. Komünistlerce “fazla sığ” bulunduğu için geri çevrilir. Komünistler Reagan hakkında biraz daha olumlu düşünmüş olsaydı, yarım yüzyıl sonra bir numaralı düşmanları olarak ortaya çıkması akla bile gelmezdi. BEYZBOLCU OLACAKTI, LİDER OLDU: Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro, 1947 yılında, 21 yaşındayken Washington Senators ile çıktığı deneme karşılaşmalarında beğenilseydi, profesyonel beyzbolcu olmasını kimse engelleyemezdi. Üstelik Amerika da on yıllar süren bir “baş ağrısı” yaşanmamış olurdu. Bir diğer rakibi de yine uçak kazasında ölünce, Franco liderlik yarışında yalnız kalacaktır.İkinci kaptan anahtarı unutunca kaza olduTitanic, Nisan 1912’de Southampton’dan yola çıkmadan önce, İkinci Kaptan David Blair son dakikada gemideki görevliler listesinden çıkarılır. Blair, gözcü için olmazsa olmaz dürbünlerin bulunduğu dolap anahtarını yeni görevliye teslim etmeyi unutur. 1512 kişinin hayatına mal olan felaketten sonra hayatta kalan gözcülerden Fred Fleet, yolculuk sırasında ellerinde dürbün olmadığını doğrular ve dürbünler olsaydı buzdağını çok daha önceden fark edeceklerini belirtir. Kazadan kurtulan Blair’in yanında kalan anahtar torunları tarafından 2007 yılında 90 bin Sterlin’e satılır.GERÇEK JAMES BOND KİMDİ?: Edebiyat dünyasının en ünlü casusu James Bond, adını Ian Fleming’in tutkulu bir kuş gözlemcisi olmasına borçludur. Gerçek James Bond, Karayip Adaları’nın kuş cinsleri üzerinde uzmanlaşan genç bir üniversite araştırmacısıdır ve 1936 tarihli “Karayipler’in Kuşları” adlı çalışması bölgedeki kuş yaşamını sınıflandıran ilk eseridir. Kitap, yılın önemli bir bölümünü Jamaika’da geçiren Ian Fleming’in başucu kitabı olur. Fleming, 1952’de ilk Bond macerası olan “Casino Royale” kitabını yazmaya başladığında kahramanına isim ararken, gözü Bond’un çalışmasına takılır. “Beynimde bir şimşek çaktı. Bu kısa, romantiklikten uzak ve erkeksi isim tam aradığım gibiydi” der.Yararlı bir iletişim aracı Eyfel!Eyfel Kulesi, Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümü nedeniyle 1889 Evrensel Sergi kapsamında kurulur. Kent yetkilileri kulenin yapımcılarına araziyi 20 yıllığına tahsis eder, bu süreden sonra kulenin sökülmesi kararlaştırılır. 1909 yılı geldiğinde Fransız telgraf yetkilileri, kent yöneticilerini kulenin yararlı bir iletişim aracı olduğuna inandırınca Eyfel Kulesi yıkılmaktan kurtulur.YEDİĞİ DAYAK MEŞHUR ETTİ: Mel Gibson’ın ilk önemli rolünü Mad Max filminde almasının nedeni, deneme çekiminden bir gece önce esaslı bir dayak yemesidir. Sarhoş kavgasının ürünü görüntüsü yönetmen George Miller’ın aradığı gibidir. Miller, Gibson’dan iki hafta sonra çekimlere gelmesini ister.

Devamını Oku