Şule Türker

Şule Türker

-

Gerillaburger’den Devrimci Ayılar’a TÜRK SOLU bu sözlükte!

4 Şubat 2012

Deniz Gezmiş’le özdeşleşmiş parkasının, ona ait değil de “araklama” olduğu rivayetini duymuş muydunuz? Peki ya “Gerillaburger” ve “Devrimci Ayılar”ı bilir misiniz? Bunun gibi birçok ilginç bilgi, eski devrimci İnönü Alpat’ın “Türkiye Solu Sözlüğü”nde yer alıyor.İnönü Alpat’ın ilk kez 1998’de yayınladığı sözlük, güncel olaylar, deyimler, sözler ve terimler eklenerek yenilendi. Geride bıraktığımız hafta ölüm yıldönümünde anılan Abdi İpekçi’den Aziz Nesin’e, Can Yücel’den Ataol Behramoğlu’na, Deniz Gezmiş’ten Mahir Çayan’a, Süleyman Demirel’den Kenan Evren’e ve Hopa olaylarında hayatını kaybeden Metin Lokumcu’ya kadar birçok ismin, olayın ve sözün, az bilinenlerin yer aldığı sözlük, okuyanlara hafızalarını tazelettiriyor. Dördüncü baskı için, “İnsanın gönlünden geçmiyor değil, yüzyıl sonra gencecik bir delikanlı kitapçıdan içeri girsin ve eli sol sözlüğe uzansın” dileğini yazan Arpat’ın güncellediği kapsamlı sözlükten bir derleme yaptık. ASMAYALIM DA BESLEYELİM Mİ?: Kenan Evren, 3 Ekim 1984 tarihinde Muş’ta yaptığı konuşmada muhalefete çatarak, “Ben onları idam etmeyeceğim, ömür boyu besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?” diyerek idamları savunacaktı... Daha sonraki yıllarda idam cezası taraftarlığının bir ifadesi olarak kullanılmaya başlandı. AZİZ NESİN SEN NESİN: Siyasal duruşu öğrenmek için sorulan soru. Aziz Nesin, sol tandanslı bir yazar olmasına karşın, herhangi bir grup ya da çevreyle yakın ilişkisi yoktu. Herkese aynı uzaklıkta ve yakınlıkta durmasını bildi. Bu durumu bazı sol grupların tepkisini çekti. 1970’li yıllarda özellikle TİP’liler “Aziz Nesin sen nesin” diyerek, Nesin’i protesto ediyorlardı.BACI: Solcu erkekler tarafından cinsellikten arındırılmış kadın devrimci anlamında kullanılıyor. BANA SAĞCILAR SUÇ İŞLİYOR DEDİRTEMEZSİNİZ: Süleyman Demirel’in 1977 yılında MC hükümeti başbakanı iken, gazetecilerin artan faşist saldırılar konusunda yönelttiği sorulara karşılık verdiği yanıt. BİRİNCİ SİGARASI: 1970’li yıllarda sol çevrelerde moda olan sigara. Birinci sigarası içmek kimilerince solculukla birlikte anılıyordu. Böyle düşünenler “Yak bir birinci, ol bir devrimci” tekerlemesiyle, espriyle karışık eleştiriliyordu. ÇARŞAFLI SOSYALİZM: Dr. Hikmet Kıvılcımlı, TİP’e yönelik eleştirilerini, haftalık Sosyalist gazetede, “Çarşaflı sosyalizm” başlığı ile yayınlıyordu. DEMİREL ÖDESİN: Devrimci Yol’un zamları protesto için başlattığı kampanya. Kalabalık gruplar halinde alışveriş yapılan yerlerde lüks mağazalara giden Devrimci Yol taraftarları iğneden ipliğe kadar her maldan alıyor, birlikte kasaya yöneliyor ve “Demirel ödesin” diyerek mağazayı terk ediyorlardı.ÇORUM’U BIRAK FATSA’YA BAK: Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in, Çorum olayları ile ilgili soru soran gazetecilere verdiği yanıt. DENİZ’İN PARKASI: Rivayet odur ki, Deniz Gezmiş yakalandığında üzerinde bulunan parka, bir “araklama” sonucunda ele geçmiştir. Deniz ve bir grup arkadaşı, o günlerde gençler tarafından sık yapılan partilerden birine gitmişler ve eğlenceyi biraz erken terk etmişlerdir. Deniz, salonun girişinde asılı duran parkayı sırtına geçirip “Gemerek’e doğru yola çıkmış”tır... DEVRİMCİ AYILAR: 1960’lı yılların sonlarında devrimci gençlerle TİP yöneticileri arasındaki fikir ayrılıkları istenmeyen olaylara neden oluyor ve TİP kongrelerinde kavgalar çıkıyordu. TİP yöneticileri gençleri kongre salonlarında görmek istemiyor, gençler de kongreleri izlemelerinin hakları olduğunu ifade ediyorlardı. Devrimci gençlerin kendi aralarında oluşturdukları grup iyi kavga ediyor, dövüş sporlarını iyi biliyordu. Sağcılarla kavga için bir araya gelen bu grup TİP kongrelerine de müdahale ediyordu. Devrimci gençler biraz da şakayla karışık bu gruba “Devrimci Ayılar Birliği” diyordu. FOKOCULUK: Partili mücadeleye gerek kalmadan, askeri eylemler zemininde ortaya çıkacak örgütlenmeyle devrime ulaşma. FUKARA: Ulaş Bardakçı’nın lakabı.GERİLLABURGER: Devrimci Yol hareketi tarafından oluşturulan Ana Gerilla Birliği üyelerinin zaman zaman kendilerine yaptığı hamburgere benzer özel yemeğe verdikleri isim.Halkın Kurtuluşçularını kızdırmak için ‘söyle çekirge’ diyorlardıDİYARBAKIR GEREDE İKTİDAR NEREDE: 70’li yıllarda Ecevit’in katıldığı CHP mitingleri faşist saldırıların açık hedefi durumundaydı. Tokat-Niksar, Gümüşhane, Gerede ve Elazığ’da faşistler CHP mitinglerinde olay çıkartmıştı. Diyarbakır’da ise benzer bir saldırı Kürt solundan gelmişti. CHP’liler MC hükümetinin bu tür saldırıları engellemediğini söyleyerek hükümeti göreve çağıran “Diyarbakır-Gerede İktidar Nerede” sloganını atıyorlardı. HOCA: Özellikle Halkın Kurtuluşu grubundan insanların kullandığı bir seslenme sözü. İnsanlara “hocam” diye seslenen Halkın Kurtuluşçularını kızdırmak için 1970’li yılların ünlü TV dizisi Kung Fu’dan esinlenerek “Söyle çekirge” denilirdi.İBO’NUN KASKETİ: İbrahim Kaypakkaya kasketli fotoğraflarıyla belleklerimize kazınmıştır. Kasketin bir öyküsü vardır. İbo ve Oral Çalışlar arandıkları için saklanmaya karar verirler ve Malatya’ya giderler. Malatyalı devrimciler onları Mehmet Ali ve Hacı Özdoğan isimli köylülerin mezrasına yerleştirirler. Aynı zamanda onları kamufle etmek de gerekmektedir. İbo, ev sahibinin İranlı bir gençten alacak karşılığı rehin tuttuğu şalvar ve kasketi giyer. Kimlik düzenlemesi için fotoğraf çekilmesi gerekir. Malatya’da Foto Kemiksiz’e gidilir. İleride afişlerden hiç düşmeyecek olan o kasketli ve mahzun bakışlı fotoğraf çekilir. KIZIL PROFESÖR: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın lakabı. Kıvılcımlı’nın dört sene hapis cezası aldığı davada, son söz olarak “Bu dört sene benim kızıl profesör olmam için yeterli bir süredir” dedi. Bu sözleri onun kızıl profesör olarak anılmasını sağladı. LÜMPEN: Düzeltilmesi gereken hatalı bir tavır. Solcu olup da kimi zaaflı yönleri olan. Lümpen olarak eleştirilenler içki içmek, kızlarla arkadaşlık yapmak, küfür etmek, argo konuşmak gibi tavırlar sergiliyorlardı. ORTANIN SOLU: Bu “ortayı” kim belirlemiş bilinmiyor ama ortasında mevcut düzenin oturulduğu açık. Ortanın solu denince CHP çizgisi akla geliyor. Ortanın solundan biraz daha sola gidildikçe her kilometrede bir başka sol çizgiyle karşılaşmak mümkün ama ortaya en uzak sol noktada kim, kimler, hangi parti bulunuyor, bunu tespit etmek mümkün değil. Belki de bu yüzden faşistler “Ortanın solu, Moskova’nın yolu” şeklinde veciz bir söz türetmişlerdi. PARMAKSIZ HAMDİ: 1950’li yıllarda İstanbul’da TKP tutuklamalarını yöneten komünist masasının ünlü polis şefi. POSTAL: 1960-70’li yıllarda bir devrimciyi tanımlayan nesne. Ayakta postallar, sırtta parka ve uzun bir atkı devrimcilerin değişmez aksesuarıydı.

Devamını Oku

Türkler yılbaşını nasıl kutlardı!

30 Aralık 2011

Osmanlı’da yılbaşı, Hıristiyan vatandaşlar ve İstanbul’da yaşayan yabancılar için geçerliydi. Osmanlı devlet adamları ilk kez 1829’da Haliç’te bir gemide yapılan baloya katıldılar... Cumhuriyet döneminde ise yılbaşı, “yerli malı” eğlenceye dönüştü. Bu eğlencenin vazgeçilmezi de piyango çekilişiydi...Bugün yeni bir yıla “merhaba” diyoruz. Kimimiz evinde, kimimiz eğlence merkezlerinde karşıladı yeni yılı... Dizilerle hayatımıza yeniden giren Osmanlı döneminde yılbaşı kutlanır mıydı, merak ettiniz mi hiç? Atlas Tarih Dergisi, Aralık sayısında bu konuyu işlemiş. İşte bazı bölümler... Yatsı namazından sonra yılbaşını kutladılar Osmanlı’nın yılbaşı ile ilk teması, 1829 yılında İngiliz elçisinin Haliç’te bulunan bir gemide verdiği baloda gerçekleşir. Baloya Osmanlı devlet adamları da çağrılır. Davetliler, yatsı namazını Tersane Divanhanesi’nde kıldıktan sonra, sandallarla gemiye giderler ve sabaha kadar eğlenirler. Aradan bir çeyrek yüzyıl geçtikten sonra, 1856 yılında, bu kez bir Osmanlı padişahı, Sultan Abdülmecid, Fransız elçisi tarafından düzenlenen büyük baloya gider, dans edenleri seyreder ve saraya izlenimlerinden memnun olarak döner. Özellikle Hıristiyanların oturduğu bir semt olan Beyoğlu ise, o dönemde de eğlence yerleriyle doluydu. Yılda iki kez büyük bir şenlik havası yaşar; biri apakurya şenliklerinde, ikincisi de Noel’in devamı niteliğindeki yılbaşı gecesinde... Beyoğlu’ndaki Rum ve Levanten kesim, şehrin diğer Hıristiyanlarından farklı olarak yeniliklere ve eğlence yaşamına daha açıktır. Müslümanlar arasında Batılaşmaya yakın çevreler de, bu eğlence yaşamından nasiplenmek adına Beyoğlu’na çıkarlar. Yılbaşının daha özel bir gece haline gelmesi, İstanbul’un işgal günlerine rastlar. Bu dönemde İstanbul’a, Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar akın akın gelirler. Eğlence yaşamına damgalarını vururlar ve elbette yılbaşını da farklılaştırırlar. Refik Halit Karay bu günleri şöyle anlatır: “Mütareke yılbaşılarına kadar bizler, saat alafranga on ikiyi çalarken, ışıkların söndürülmesi düzenbazlığını bilmezdik, limandaki vapurların da bu merasime düdük çalarak katılmalarını, yine o işgal senelerinde öğrenmiştik. Esasını ararsanız, Müslüman halkı büyük sayıda Beyoğlu tarafına alıştıran da haraşolar oldu. Arkasından gelen Garblılaşma hareketi, kaç göçün kalkması, balolara rağbet bize yılbaşı geceleri sabahlama adetini de kabul ettirdi. Ama dikkat ediniz; bu adetin sadece eğlence tarafını almışızdır. Zira bizdekinin Hristiyanlardaki gibi dinle hiç alakası yoktur, hayır ve hasenat işlemekle de, hele bir hafta evvel gelen Noel ile de... Tuhaf olan şudur ki, tek geleneğimize dayanmayan bu yepyeni adete, yani yılbaşı sabahlamasına, bütün adet ve bayramlarımızdan fazla bir gayretle, dört elle sarılmış haldeyiz şimdi. Meğerse lazım imiş. Bakalım şehirden köye gidecek mi?”Miladi takvim gelince sabaha kadar eğlenildi1926 yılında miladi takvim resmen kabul edilir. O dönemde daha yılbaşını izleyen gün, yani 1 Ocak tatil değildi. Ama 1926 yılını 1927’ye bağlayan gün, tesadüf eseri hafta sonu tatiline, yani cumaya denk gelmişti. Yapılan yılbaşı eğlenceleri büyük ilgi gördü ve sabaha kadar eğlenildi. Elektrik İdaresi ilk kez o gece, saat tam 12’de kentin bütün ışıklarını bir dakika söndürme geleneğini başlattı. Ertesi yıl, İstanbul’un yılbaşı gecesi, özellikle şanslarını kumarda denemek isteyenler için özel bir önem taşıyordu. O yıl, Yıldız Sarayı, bir kumarhane olarak işletilmeye başlanmıştı. İşletmeci Senyör Maryosera bu özel gün için rulet masaları kurmuştu. 1935 yılında ilk resmi yılbaşı tatili yapıldı1935 yılında, Başvekil İnönü imzasıyla Millet Meclisi’ne sunulan “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Tasarası”nda, “31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin tatil günlerine eklenmesi” teklif edildi. Kanunun kabulüyle hem ulusal bir eksikliğimiz giderildi hem de yılbaşı geceleri sabahlayanların resmen uyuyabilmeleri sağlandı! 1938’in yılbaşında ise Atatürk ilk kez A.A. yoluyla yeni yıl tebriklerine karşı bir cevap yayınladı. Yılbaşı hediye zamanıdır!Yılbaşının sosyal yaşam üzerinde şüphesiz güçlü etkileri oldu. En önemlisi, iş yerleri ve firmalar yılbaşının ne güçlü sihirli değnek olduğunu kısa sürede anladılar. Hemen gazetelerde ilanlar gözükmeye başladı. Yılbaşı hediye zamanıdır, en iyi hediye de bizimkidir. Sabuncakis Çiçek Ticarethanesi çiçek ve çiçek ağaçlarının yılbaşı için hazır olduğunu ilan eder. Venüs müstahzaratları “en makbule gerçek hediye”nin kendi parfümleri olduğunu hatırlatır. Sümerbank Yeri Mallar Pazarı yılbaşı için “şık, güzel, ucuz, sağlam” seçenekler sunar. Öte yandan Colombia müessesesi “sene başında herkese sevinç bahşedecek bir hediye”nin ancak yeni bir plak serisi olabileceğini belirtir. Tünel’deki Elektrik Şirketi’nin ise haklı bir uyarısı vardır:“Bu müşkül zamanlarda paranızı abes hediyelerle israf etmeyiniz. Dostlarınızla tercihen mevcudiyeti ve istimali her gün sarf ettikleri kuvveti hafifletecek, evlerini güzelleştirecek şeyleri takdim ediniz.” Bunların ne olduğu ise hemen altında yer alan elektrikli eşya resimlerinden anlaşılmaktadır.Tayyare Piyangosu’nun ikramiyesi yarım milyonduLotaryo sistemimizin tarihi 1926 yılına kadar uzanır. O zamanki adı Tayyare Piyangosu olan bu şans oyunu, Türk Hava Kurumu’na gelir sağlamak amacıyla kurulmuştu. Piyangonun ilk büyük atılımı da 1931’in yılbaşında düzenlediği özel çekilişle gerçekleşir. Feridun Kandemir bu ilk yılbaşı piyangolarını şöyle anlatıyor: “Yılbaşını kutlamaya yeni başladığımız için Tayyare Piyangosu’da yarım milyon lira büyük ikramiyeli yılbaşı çekilişini yeni ihdas etmişti. Keşideler (çekiliş) de İstanbul’da Tepebaşı’ndaki Belediye Komedi Tiyatrosu’nda yapılırdı. Yılbaşı keşidesi de yeni yılın ilk saatlerinde kazananları sevindirmek için, giden yılın son saatlerinde, yani gece dokuzda başlardı. Böylece tam gece yarısında, yani yılın biri bitip ötekine girerken yüzlerce vatandaş da ikramiye müjdelerini almış olurdu... O devirde piyango bileti bayileri serbest çalışarak rekabet halinde olduklarından, kişilerle bizzat hazır bulunarak sattıkları biletlere büyük ikramiyeler isabet ettiği takdirde, hemen otomobillere atlayarak bu bilet hamilerine müjdeyi yetiştirir, hatta kazandıkları paraları verir ve bu arada kazananın sevinçle gönlünden kopan bahşişe de konarlardı.”

Devamını Oku

“Ünlü olmayı en çok annem mutlu olduğu için seviyorum”

25 Aralık 2011

Yayımlanmaya başladıktan kısa süre sonra fenomen haline gelen Behzat Ç. dizisinin baş karakterlerinden birisi de “Hayalet”... Adı Sabri, 30’lu yaşlarda, Cinayet Büro’da komiser...Ankara’daki tüm mekânları bilen, insanları tanıyan, bir “iz sürme” ustası...Behzat Ç.’nin ekibinin sessiz, oturaklı, duygusal elemanı...“Hayalet”e can veren İnanç Konukçu 26 yaşında, tiyatro eğitimi almış, “çiçeği burnunda” bir oyuncu...Canlandırdığı karakter gibi Ankaralı... Sakin, esprili, sıcak kanlı...Onunla biraz “Hayalet”i, biraz da İnanç Konukçu’yu konuştuk.* Hayaliniz oyuncu olmak mıydı?Hayır, mimar olmayı istiyordum... Üniversite sınavına hazırlanırken, bir taraftan da özel bir tiyatroda jonglörlük yapıyordum. Tiyatro sevgim o sıralarda başladı. Daha yakından bakınca bu işi yapmak istediğimin farkına vardım. Bir gün tiyatro sahibine gittim, “Beni de bir deneseler, olur mu acaba?” diye rica ettim. Deneyince daha çok sevdim. * Mimarlıktan oyunculuğa kaydı yani hayaliniz?Evet, artık oyuncu olmak istiyordum. Çalıştığım tiyatroda oyunculuk sınavlarına hazırlık kursları da veriliyordu. O kursa katıldım ve ne kadar zor olduğunu gördüm. A.Ü. DTCF Tiyatro sınavlarına girmeye karar vermiştim. Ama o kadar gözüm korktu ki, “Ben yetersizim, sınava girmeyeceğim” dedim. Tiyatronun o zamanki sahibi Mustafa (Zorver), beni kulağımdan tutup, sınava götürdü. Girdim, kazandım. * Aileniz oyuncu olma kararınıza nasıl tepki verdi?Başta zaten çatışmamız vardı; onlar mühendis olmamı istiyordu, ben ise mimar olmak. Tiyatro bölümü sınavına gireceğimi söylediğimde “Yapma” dediler. Annem sonradan itiraf etti, kazanacağıma inanmamış. Abim, “Sefil olursun, hiç gördün mü güzel bir arabaya binen, güzel bir evde oturan tiyatrocu?” diye vazgeçirmeye çalıştı. Baktı ben diretiyorum, “Aman zaten kazanamazsın” dedi. Tabii kazanınca abime -çok afedersiniz- biraz kapak oldu (gülüyor). Behzat Ç. olmasa Londra’ya gidecektim * Erdal Beşikçioğlu ile tanışmanız nasıl oldu?Okulun son senesi Erdal Abi, Dib Sahne diye bir mekan açmıştı, orada tiyatro yapacaktı. Farklı bir performans denemesi olacaktı. Yeni mezun, heyecanlı gençleri görüşmeye çağırmışlardı. Seçmelere gittim, o sırada tanıştık. İlham Yazar ile birlikte görüşmeleri yaptılar. Tam bana göre bir rol vardı, çok önemli bir roldü, “Bana sıra gelmez” diye düşünüyordum. “Mojo”. Roller açıklandı, ismim okununca kalakaldım. Beni bir korku aldı. Yapamayacağımı söyledim ama İlham ve Erdal Abi “Oğlum saçmalama, yaparsın” diye bana cesaret, verdi. Oyunu bir sene oynadık, birçok ödül aldık. * Sonra?O bittikten sonra ufak bir aramız oldu. O sırada Devlet Tiyatroları sınav açtı ama girmedim. Çünkü yurt dışında oyunculuk okumak istiyordum. Vize işleriyle uğraşıyordum. Londra’ya gidecektim. * Ama gidemediniz...O günlerde Erdal Abi aradı, “Ankara’da yeni bir proje var, Serdar Akar burada, yarın görüşmeler olacak, katılmak ister misin?” diye sordu. “Tabii gelirim” dedim. Onlarca seçmeye katıldım. Aslında çok da ümitli değildim. Bir sabah telefonum çaldı; “Yarın sizi kostüm provasına bekliyoruz” dediler. “Kostüm provası? Kostüm provası ise rolü aldım galiba?”, “Evet aldınız” dediler. “Hangi rolü aldım?”, “Hayalet”. Gollll diye bağırmışım.Hayalet benden farklı bir adam * “Hayalet” nasıl biri?Halk adamı, duygusal, arkadaşlık ilişkileri onun için çok önemli. İşini, Behzat Ç’nin yanında bulunanlar gibi çok iyi yapıyor, “Şunu bul” denildiğinde hemen buluyor. * Hayalet ile İnanç ne kadar örtüşüyor? Hayalet benden çok başka bir adam. O çok duygusal... * Siz değil misiniz?Duygusalım ama onun kadar değil. O da mahalle kültürüyle büyümüş, ben de. O da Ankaralı, ben de. Sanırım benzerliklerimiz bunlar. Ben onun gibi her gün aynı kıyafetle dolaşmıyorum. * Hayalet niye hep aynı kıyafeti giyiyor?Aslında bunun cevabını biraz gördük; babası zamanında birkaç gömlek dikmiş ona. Biraz suçluluk duygusu, biraz obsesyon durumlarından hep onları giyiyor. Aslında bu durum işime de yarıyor. Çünkü insanlar kostüm değiştirirken, ben çayımı içip, dinleniyorum... Gerçekte de polislerde, özellikle 24 saat işbaşında olan cinayet büroda öyle her gün janti giyinip işe gideyim durumları yok. * Dizide yaşınız daha büyük görünüyor? Hayalet olgun, oturaklı, 30 yaşlarında, mesleğini iyi yapan, cinayet büroda bir komiser. İnanç ise heyecanlı, enerjik, 26 yaşında bir genç. Birbirimizden çok farklıyız. * Behzat Ç. nasıl bir amir?Behzat, bir anti-kahraman. Ekibin ona saygı duymasının en büyük nedeni, işinin ehli olması, vicdanının olması, haksızlığa tahammül edememesi. Hepsi onu amir gibi değil, abi gibi görüyor. Bu nedenle aralarında kopmaz bir bağ var. Ankara lügatı ile konuşuyoruz insanlar bunu çok sevdi* Behzat Ç. başladıktan sonra polislerden nasıl tepkiler aldınız?İlk başta, “Çok küfür ediliyor”, “Alkol ön planda” gibi şikâyetler geliyordu. Ama daha sonra onlar da bunun bir kitaptan uyarlama, hayal ürünü olduğunu anladılar. * Aranızdaki konuşmalarda kullandığınız argo sözler, küfürler çok eleştirildi...Ankara lügatı bu. Senaryoya uyarlanan kitabın yazarı Emrah Serbes, Ankara’da çok zaman geçirdiği için buna çok hakim. Ankara’da yaşıyorsanız, özellikle erkekler bilir, örneğin taksiye bindiğinizde, taksici her an küfredebilir... Dizide kullandığımız dil, sokakta her daim karşılaştığımız dil... Kurulan ilişkilerin samimi olması için öyle konuşmaların olması gerekiyor. Ben şöyle polis görmedim, “Merhabalar, ifadenizi almamız lazım”, “Geç la içeri” diyoruz... Biz bunu yansıttık, insanlar da bunu sevdiler. * Polis olmak hiç aklınızın ucundan geçmiş miydi? Kafanızda nasıl bir polis algısı vardı?Hayır, geçmedi... Bu ülkede polisler hiçbir zaman sempatik görünemedi. Polislere karşı bir önyargı var...* Dizinin bu önyargının kırılmasına bir katkısı olmuş mudur?Aslında bakıldığı zaman Behzat Ç. de, Hayalet de, Akbaba da sevilesi karakterler değil. Hayalet çirkin bir adam, Akbaba sürekli ceset peşinde... * Ama sevildiler...Bence sevilmesinin nedeni, birbirlerinin arasındaki ilişkiler. Belki iddialı olacak ama, biz bu ilişkiyi samimi biçimde yansıttığımız için, insanlar “Bunlar bize benziyor, bizim gibi konuşuyor” diye empati kurup sevdi. * Yayınlanan son bölümde “Cumartesi Anneleri”ni izledik. Dizi, sosyal yaralara cesurca değindiği için de övgüler alıyor...Daha önce sanki günahmış gibi bazı konulara kimse yaklaşmamış. Senaristimiz Ercan Erdem, sanatçı duyarlılığına sahip. Böyle olduğu için, yaşadığımız lekelere değiniyor. Herkesin bunlara değinebildiği için Ercan’ı kutlaması lazım diye düşünüyorum. AİLEMİN KIYMETLİSİYDİM* Kaç kardeşsiniz?4 kardeşiz; 1 kız, 3 erkek. En küçükleri benim.* Çocukluğunuz nerede geçti?Keçiören. Bir Ankara bebesi (gülüyor)... * Nasıl bir çocuktunuz?Ben ailenin kıymetlisiydim. Ne dersem yapılıyor, ne istersem alınıyordu... Mahalle kültürüyle büyüdüm. Yani bakkala gidip, “Abi bana bir gazoz açsana, sonra annem verir” derdim, tabii bu arada burunda sümük var (gülüyor) öyle bir çocuktum, mahalle çocuğu tam... Okuldan gelir, sokakta dolaşırdım. * Anneniz bağırır mıydı camdan, “Akşam oldu eve gel” diye?Evin arkasında saatlerce top oynardık, akşam olunca annem, “Ekmek al, yukarı çık” diye seslenirdi. Yemek yapmayı beceremiyorum ama iyi temizlik yaparım* Yalnız yaşıyorsunuz, ev işleri ile aranız nasıl?Yemek yapma denemelerim oldu. Ama her seferinde, bir önceki yaptığım bir sonrakine hiç benzemedi. O yüzden eve gelen arkadaşlarım, “Ben yemek yapayım” dediğimde, “Aman ha sen bulaşma” diyor. Çok sık yapmadığım için -bu nasıl bir yalandır ya- beceremiyorum işte yemek yapmayı (gülüyor). Evin temiz olmasını severim. Temizlik yaparım. Ara sıra yardımcı geliyor ama o olmadığında girer yaparım.* Sevgiliniz var mı?Yok.* Nasıl bir sevgilisiniz, ilişki sizce nasıl olmalı?Yaş ilerledikçe ilişkiler, beklentiler değişiyor. 10 yıl önce ergen muhabbetleri oluyordu. Sinemaya gidersin, elini kızın omzuna atarsın... Dünyanın en saçma hareketidir. Zaman geçtikçe, yaş büyüdükçe başka bir adam olmaya başlıyorsun. Daha fazla emek veriyorsun. Zaten ilişki çok emek istiyor. Yorucu ama olmadan da olmuyor. Giderek öğreniyorsun. Daha fazla emek veriyor, daha fazla seviyor, daha fazla yıpranıyorsun. Saçma bir noktaya doğru gidiyor, bilmiyorum ne olacak... * Şu anda hangi noktadasınız?Yaptığım işten dolayı düzgün bir ilişki yaşayamıyorum. Çekimler nedeniyle zaman kavramı değişik bir hal aldı. Sevgilinle yemeğe gidecekken bir saat kala iptal etmen gerekebiliyor. Bu bir, iki olur. Üçüncü kez olduğunda karşı tarafın yüzü düşüyor, daha fazlalaşırsa aranızda buzlanma başlıyor... Şu anda karmaşık, çetrefil bir noktada. Set dışında da dördümüz bir aradayız * Bir bölüm çekimi ne kadar sürüyor, yorucu oluyor mu?5-6 gün sürüyor. Açıkçası bu benim ilk setim olduğu için kıyas yapamam, ama İstanbul’daki setlerde insanların çok daha fazla çalıştıklarını biliyorum. Bir de bizim şöyle bir şansımız var, Serdar Abi -çok teşekkür ediyorum- çok hızlı çekiyor, o yüzden çok yorulmuyoruz. * Set arkasını biraz anlatır mısınız, neler yaşanıyor?Şunu anlatayım; dizi başlayalı yaklaşık 1.5 sene oldu. Bu kadar zamandır beraberiz. Mesela geçen gün, çekim bitti ayrıldık. Fatih aradı, daha yeni ayrılmışız “Ne oluyor?” dedim. “Hadi şuraya gidelim”, gidiyoruz. 8 saattir birlikteydik sette, ne kadar özlemiş olabilirsin? Ama gidip oturuyoruz. Ya da üçümüz bir yere gidecek oluyoruz, Erdal Abi’yi arıyoruz; “Abi napıyosun, hadi şuraya gidelim?”, gidiyoruz. Dörtlü yine bir araya geliyor. Normalde birbirimizden sıkılmamız lazım. Ama o kadar iyi bir iletişimimiz var ki, birbirimizden sıkılmıyoruz. * Dizi dışında bir şey yapıyor musunuz?Aslında tiyatro yapmak istiyorum ama bu tempoda mümkün olmuyor. * Behzat Ç. bittikten sonra ne yapacağınızı hiç düşündünüz mü? Çok yüksek bir yerden başladınız... Açıkcası bu benim korkulu rüyam. Çok düşündüm, “Bundan sonra ne yapacağım?” diye. İyi bir işle başladım, devamında da iyi şeyler yapmak istiyorum, hem tiyatroda, hem kamera karşısında. Ama Türkiye’de oyuncuların durumu pek belli olmuyor. O kadar yetenekli arkadaşlarım var ki, yıllardır iş bekliyorlar. Bunu söylediğimde insanlar kızıyor ama, bu biraz şans ve kısmet. Hem F.Bahçe’yi hem Gençlerbirliği’ni tutuyorum* Diziyle birlikte ünlü oldunuz. Hayatınızda neler değişti? İstanbul’da insanlar çok alışmış, bir oyuncuyu görünce sadece bakıyorlar. Ankara’da şöyle bir durum var -ki bu benim çok hoşuma gidiyor- “Vay Hayalet, naber la”... Ama ünlü olmamın en çok hoşuma giden tarafı şu, annem her yere beni götürmek istiyor. Her yere! Pazara bile benimle birlikte gitmek istiyor. Bu benim çok hoşuma gidiyor, çünkü onun mutlu olduğunu görüyorum. Komşu ziyaretine bile beni götürmek istiyor. Benim ne işim var komşu ziyaretinde? “Ayşe Teyzen çok hastaymış ona bir gidelim”... Gidiyoruz, Ayşe Teyze turp gibi... * Annenizle mi yaşıyorsunuz?Kendi evim var. Ama annem yalnız yaşadığı için onun evine de gidiyorum. Abimler ve ablam yurt dışında, burada ben varım. Haliyle evin en küçüğü, bir yandan da erkeği oldum. * “Hayalet”ten kalan boş zamanınızda neler yaparsınız?Dart oynarım, film izlerim. Arkadaşlarımla zaman geçirmeyi severim. Annemle komşuluk ziyaretleri tabii (gülüyor).* Hangi takımı tutuyorsunuz?İki takım tutuyorum; FB ve Gençlerbirliği. İlk izlediğim maç Gençler’indi. Ankara takımı olmasından dolayı gönül bağım var. * Maça gidiyor musunuz? Ekiple ara sıra stada gidiyoruz, evde de her Türk erkeği gibi maç izlerim.

Devamını Oku

Kalbim, sesim ve aklım şarkı söylerken aynı anda çalışıyor

17 Aralık 2011

Albümünü dinlediğimden beri kulağımda insanın içine işleyen sesi, ağzımda “Ada Sahilleri” şarkısı var... Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin başarılı sanatçısı, soprano Selva Erdener’den bahsediyorum. 10 yıl aradan sonra ikinci albümü “Düşlerimin Toprağı”nı çıkardı. Albüm, sosyal paylaşım sitelerinde müzikseverlerin tavsiyesiyle kısa sürede tükenme aşamasına geldi. Erdener ile hem yeni albümünü hem de operayı konuştuk... * Hem Türkiye’de hem yurt dışında pek çok sahnede izleyici karşısındasınız. Ama albüm konusunda biraz “tembel” misiniz?Haklısın, birinci albümden sonra uzun zaman olmuştu. On yıl kadar uzun bir sessizlik dönemi oldu. Aslında hep istiyordum yeni birşeyler yapmak. Ama birincisi, proje konusunda epey bir zaman karar veremedim, ikincisi karar verdiğim projeler üzerinde de yoğun çalışma imkanım olmadı. * Sonuçta Türk bestecilerin eserlerini seslendirdiniz?Hem eşimin besteci olması hem de benim yeni müziğe merakım sebebiyle böyle bir karar aldım. Yeni besteler, yeni şarkılar beni çok çekiyor. Bu düşünceyle bestecilerden şarkı topladım. Mumammer Sun, Yalçın Tura, Babür Tongur, Selman Ada, Turgay Erdener, Cem İdiz, Gökhan Somel ve Hasan Uçarsu, hepsi 21. yüzyıl çağdaş Türk bestecileri. Kiminden “Bana bir şarkı verir misin?” diye birebir istedim, kimisi zaten “Şarkılarımı söyler misin?” diye önceden bana vermişti. Dosyayı önüme aldım, karıştırdım, seçmeye çalıştım, eşime danıştım. Nihayetinde 15 şarkılık bir repertuvar oluşturdum. * Neye göre seçtiniz bu 15 eseri? Kıstasım, kalbimi çarptırmasıydı, kalbimi çarptıran şarkıların olmasına dikkat ettim. * İlk albümle ikincisini kıyaslarsanız ne söylersiniz? 10 yıl sonra başka bir ruh ve kafayla şarkı söyledim. O zamanki endişelerimden, beni tutan şeylerden koptuğumu düşünüyorum, daha özgür ve içe dönük oldu bu albüm... * “Bu CD’yi dinleyin çünkü?..”İmkan olsaydı da keşke bu röportajda sesim duyulsaydı, sesimi duyabilselerdi... Ben kalbimin sesiyle şarkı söylüyorum. Kalbim, sesim ve aklım şarkı söylerken aynı anda çalışıyor. Şarkıcılığın da buradan geçtiğini düşünüyorum, yalnızca sesten değil... * Üçüncü albüm için bir 10 sene daha bekleyecek misiniz?Hiç beklemek niyetinde değilim. Zaten son dönem tek bir arzum var, kayıt yapayım... Hayatta en sevdiğim şey şarkı söylemek. * Aklınızda ne var?İki projem var. Birisi, yurt dışında konserler verdiğimiz Turkuvaz Kuartet ile kayıt yapmak. Piyanoda İbrahim Yazıcı, klarnette Ekrem Öztan, kanunda Ahmet Baran, kontrbasta Alper Müfettişoğlu. * Diğer proje?O şimdilik bende kalsın. Ama ilk iki albümdeki tarzın dışında.Eski ve yetersiz sahneler yüzünden şarkı söylerken toz yutuyoruz* Kaç yıldır operadasınız?Söyleyeyim mi? 22 yıl, çok değil mi (gülüyor) istersen sen 12 yaz! * Başladığınızdan bugüne neler değişti?Aslında bu konuda tek bir şey söylemek isterim. Bizim çok önemli bir problemimiz var, salon problemi. Çok güzel bir sahnemiz olsa, birçok sorun da ortadan kalkar. Eski ve yetersiz yerde sahneye çıkmaktan kaynaklanan sorunlar biter. O kadar zor şartlarda temsil yapıyoruz ki...* En büyük probleminiz ne? Dünyanın en tozlu sahnelerinden birindeyiz. Şarkı söylemek için ağzımızı her açtığımızda, o tozun yarısını yutuyoruz. Bu bir opera şarkıcısı için ne demek? Yurt dışındaki salonları görseniz... Salonun nemi, ısısı bile hep aynı ayarda tutuluyor. Biz bunlardan geçtik, toz olmasa bari noktasındayız... Ne sanatçı, ne orkestra, ne yaratıcı kadro olarak bir eksiğimiz olduğunu düşünmüyorum, ki biz dünya operalarına göre o kadar yeni bir operayız ki. Hepsinin geçmişi 400-500 yıllık. O kadar yetenekli genç arkadaşlarım var ki. Salon problemi çözüldüğünde bambaşka bir durum olur diye düşünüyorum. * Hangi eserler seyirciden daha çok ilgi görüyor?Ben bu sezon “Ali Baba ve Kırk Haramiler”de oynuyorum, kimse bilet bulamıyor. Uzun performanslar sırasında kuliste meyve kurusu yerim* Sesiniz güzel çıksın diye yaptığınız şeyler var mı mesela? Neler yapılıyor bir bilseniz (gülüyor). Bir arkadaşınız diyelim ki “zencefil çok iyi geliyor” dedi, haydi herkes zencefil içmeye başlar. Ben sese pek takılan biri değilim. Hayatın tadını çıkarmaktan yanayım. * Sahneye çıkmadan önce mi sonra mı yemek yersiniz?Ben temsilden 4 saat önce yemek yemiş olurum. * Birkaç saatlik performanstan sonra acıkmıyor musunuz?Aslında temsil sırasında acıkıyoruz. O zaman kan şekerini yükseltecek muz, elma, meyve kuruları yerim, çok iyi geliyor.Schubert bulunuyor Türk bestecilerinin eserleri bulunmuyor “Çağdaş Türk bestecilerimizin notaları dolaplarında gizli. Yazmışlar ama icrası zor olduğundan seslendirilememiş. Ben istedim ki bunu yapayım. Yani bir anlamda o dolapların kapağını araladım... Eskiden tek konservatuvar vardı, şimdi her yerde var. Şarkı söylemek isteyen, opera söylemek isteyen çok genç var. Birinci albümden sonra gördüm ki, benim şarkılarım çok fazla söyleniyor ve söylenmek isteniyor. Bu albümü yaparken düşündüğüm şeylerden biri de, gençlerin söyleyebileceği, onlara yol gösterebilecek bir seçki sunmaktı. Schubert şarkıları bulmakta zorlanmıyorsunuz ama Türk bestecileri şarkılarını aradığınız zaman bulunmuyor. Çünkü bir edisyon yok. Yazıyorlar, evlerinde duruyor notalar. Amaçlarımdan biri, bu CD’nin ikincisini de yapmak. Bizim klasik müzik camiası yıllardır fazla sessiz kaldı. Ben istiyorum ki bu ülkenin bestecisi varsa, bu ülkenin icracısı onu seslendirsin ve duyursun.”Medea ile Avrupalı izleyici karşısına çıkıyorBelçikalı besteci Wim Henderickx’in yeniden düzenlediği “Medea Operası” için Doğu gırtlağına sahip bir soprano arandı ve Selva Erdener seçildi. Erdener iki yıl önce eserin dünya prömiyerini yaptı ve büyük beğeni topladı. Ekipte yer alan tek Türk olan Erdener, bu yıl da 12 temsille Media karakteriyle Avrupalı izleyicinin karşısına çıkacak.

Devamını Oku

Fanusa konulmuş siyasetçi değilim okey de oynarım

4 Aralık 2011

O, ana muhalefet partisi CHP’nin en çok konuşulan ismi... Kadıköy Belediye Başkanvekilliği ve İstanbul İl Başkanlığı yaptığı dönemlerdeki “sıra dışı” uygulamaları, popülaritesi, iktidar partisine yönelik çıkışları ve parti içindeki yükselişiyle dikkatleri çekti... Kimileri onu takdir ederken, kimileri -ki bunların bir kısmı kendi partisinden oldu- ona karşı sert eleştiriler yönelittiler... CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, parti genel merkezinin 11. katındaki makam odasında başlayan, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de evinin bulunduğu Güniz Sokak’ta kiraladığı “bekâr evinde” ve Kuğulupark’ta süren sohbetimizde sorularımızı yanıtladı. Siyasete nasıl “bulaştınız”? Siyasetin içinde doğdum desem yeridir. Ağabeylerim, amcam siyaset yapıyordu. 80 öncesi siyasi hareketlerin yoğun döneminde, kendimi o mecranın içinde buldum. O yıllarda taşradaydınız, orada siyasi hareketler yoğun muydu?Ardahan’ın Göle ilçesindeydik... Aslında 14 yaşında dünyada nelerin yaşandığının çok da farkında değildim. Ayrıca taşrada sosyal yaşam da olmadığı için Türkiye’de neler olup bittiğini de göremiyorduk. Lise yıllarımda Kars’a taşındık. Orası daha hareketliydi...Çocukluğunuz Göle’de geçti. O yıllardan aklınızda kalanlar neler?Çocukluğum, bugünkü çocuklar gibi oyuncağı olan biri olarak geçmedi. Orada çocuksan, köydeysen koyuna bakarsın, enerjini orada harcarsın. Bir de iklim sert, kar çok olduğu için tahta kayaklarla kayardık. Tek ve en büyük oyuncağımız ise kartopuydu. Katıldığınız ilk mitingi hatırlıyor musunuz?Evet, Kars’ta Dev-Yol’un Filistin mitingiydi. n Siyasete girmenize neden olan olay neydi? Cemil Kırbayır bana Ulaş Bardakçı’nın hayatını anlatan bir kitap vermişti. Ondan çok etkilendim. Daha o zaman “Bir oğlum olursa adını Ulaş koyacağım” demiştim ve bunu yaptım. Sonra okuduğum kitaplar “ne oluyor”,İlk dayağımı jandarmadan yedim İlk gözaltınız?Göle’de yazları arkadaşlarımla orman işletmesinde çalışıyorduk. O yıllarda çok fazla ağaç kesimi yapılıyordu. Türkiye’nin en iyi çamları Göle’de olur. Ormanlarımızın elden gitmesini istemiyorduk. 5 arkadaş, ne yapabiliriz diye düşündük. O zaman tek bir patika yol vardı. Kesim için gelen araçlar da o yoldan geçiyor. Biz gece o yolu kazdık. Sabah araçlar geçemedi tabii. Ama hesaplayamadığımız bir şey vardı, o bölgede yaşayan sadece biz olduğumuz için Jandarma hepimizi gözaltına aldı. Önce “Yok biz yapmadık” deyip direnmeye kalktık ama üç beş tokattan sonra “Evet, biz yaptık” dedik. Sonra bölge müdürü bizi sahiplenince, bıraktılar. O köy son seçimde “Ormanlarımız kesildi, daha fazla kesilmesin” diye boş oy kullandı. Kaderin cilvesi işte...12 Eylül döneminden aklınızda ne kaldı?Acılardan başka bir şey kalmadı. Sabah kalkıyorsun, akşam birlikte çay içtiğin arkadaşının ölüm haberini alıyorsun. İktidarın tarihle yüzleşme niyeti var, o zaman yakın tarihimizle hesaplaşalım. Tarihte çok ciddi acılar yaşanmıştır ama bunun bir sonucunu almak mümkün değil. Zira yüz yıl öncekilerin hiçbiri yaşamıyor. Ama 12 Eylül’ü yaratanlar yaşıyor...Sizin aileniz bu dönemde neler yaşadı?Suçlu suçsuz herkes gözaltına alınıyordu. O günkü görevlinin insiyatifine kalmıştı. Böyle olunca biz de İstanbul’a geldik... Kaç yaşındaydınız?İstanbul’a geldiğimde 17 yaşındaydım. Üniversite?Üniversiteyi kazandım (Atatürk Üniversitesi) ama o günkü koşullar yüzünden, Kars-Erzurum arasında gidemedim. İstanbul’a geldikten sonra benim gibi Kars’tan gelen üç arkadaşımla “Nasıl para kazanırız” diye düşündük. 8 ay sonra (18 yaşındayım) Tesettürlü bir kadın AKP’li önemli bir ismin özel hayatıyla ilgili belge getirdi, yırtıp attım“Kimseye iftira olabilecek bir şey yapmadım. Kimsenin özel hayatı, ailesi ile uğraşmadım. Şahidim de var, bir gün bana bir belge geldi. AK Parti’deki önemli bir isimle ilgili. Tesettürlü bir kadın getirdi. O kişinin özel ilişkileriyle ilgili. Hiç ilgilenmedim, yırttım, attım. İnsanların en önemli şeyleri aileleridir. Aile hepimiz için çok kutsaldır. Genel Başkan’a da neler geliyor, elinin tersiyle itiyor. Bunlar siyasette kimseye bir şey kazandırmaz. Sayın Baykal’a yapılan alçaklığı hâlâ çözemediler. Bir devlet bunu çözemiyorsa, istemiyor demektir. Ayıptır bu. Ama etme bulma dünyası, ettiğinizi bulursunuz.” Annem gazete manşetini görüp dayak yediğimi sandı, çok üzüldü İstanbul’u özlüyor musunuz?Gidip geliyorum. Aileniz orada. Zor olmuyor mu?Alıştık artık...“Artık bırak” diyen var mı ailede? Yok... Ama annem -şimdi yoğun bakımda- hakkımda çıkan yalan yanlış haberlere çok üzülüyor. Sabahları namaza kalktığında gazete manşetlerini dinliyor, siyaseti takip ediyor. Bir gün 07.30’da telefonum çaldı. “Hayırdır anne?” dedim. Gazetede bir manşet okumuş; “Gürsel Tekin: ‘CHP’liler dayak yedi’...” Olay da şu. Arama konferansını anlatıyorum, ‘Her siyasi partinin yapması gerekir, çünkü farklı bir gözle bakıyorsunuz. Adeta dayak yemiş gibiyiz” dedim. Annem o manşeti duyunca, “Oğlum ne oldu?” diye aradı... Zavallı annem... Siyasette hedefiniz nedir? Hiçbir hedefim, hırsım olmamıştır. Hangi siyasetçi kendine hedef koyuyorsa yanlış yapar.n Neden, bu kötü bir şey mi?Siyasetçi o anda hangi görevdeyse, en iyisini yapmalıdır. Bunu yaptığında zaten mecra onu alır götürür.Pazardan getirdiğimiz kasaları sobada yakardık Kafe için gerekli parayı nasıl buldunuz?İmkanlarımız doğrultusunda ne yapabiliriz diye bakarken, “satılık kafe” ilanını gördük. Yaşlı bir beyefendi oturuyordu, Ahmet Bey, hiç unutmuyorum, baktı bize hepimiz çocuğuz, “Nasıl işleteceksiniz?” dedi. “İşletiriz ama siz 1700 lira istiyorsunuz, bizim 1000 liramız var, indirim yapın” dedik. 200 lira indirdi. “Kalan 500 lirayı da her ay 50’şer lira öderiz” dedik, kabul etti. Sonra işe başladık. Birimiz kasada, diğerleri serviste, kendimiz çalıştık. Kısa sürede çok sayıda müşterimiz oldu. Tekrar siyasete niye ve ne zaman girdiniz?SODEP yeni kuruluyordu. Üye olmak için gittim. İlçe Başkanı, “İlk kez bir genç böyle bir talepte bulunuyor, gençlik kolunu kurabilir misin?” dedi. “Kurarım” dedim ve Gençlik Kolu Komisyonu Başkanı oldum. 1985’e kadar bu görevi sürdürdüm. 1985’te askere gittim. Nereye gittiniz?Önce Isparta, sonra Kuleli Askeri Lisesi. Kuleli’deki komutanım o zaman Kurmay Albay olan Yaşar Büyükanıt’tı. Çok iyi bir komutandı. Beni önce yazıcı yaptılar, sonra satın almaya verdiler. İstanbul’a geri dönelim. İlk kez şehre geldiğinizde ne düşündünüz?Vallahi köyden büyük bir kente gidiyorsunuz. Aklıma ilk gelen, “Burada nasıl yaşanır” oldu. Sıfırdan gelmişsiniz, yaşamınızı sürdüreceğiniz olanaklarınız yok... Sonra iki arkadaş ev tuttuk. Pazardan kasa getirip sobada yakıp, ısınıyorduk. Kötü Talihsizliğim, uslu çocuk olmamak Siyasette sizi en çok üzen olay nedir?Benim içimi acıtan benim arkadaşlarım oldu. Bana örneğin ruhsat konusunda açılan dava sanki bir yolsuzluk belgesiymiş gibi konuşan CHP’liler var ya, onları hiç affetmeyeceğim. O çok içimi acıtmıştır. Ben uslu çocuk değilim, belki de en büyük talihsizliğim bu. İlk kez bir Belediye Başkanvekili, İl Başkanı bu kadar tanındı ve aykırı işler yaptı. Çetelerle, korsanla mücadele ettiğim için binlerce tehdit aldım...Başkanvekilliğinden neden ayrıldınız?2007 yılında ayrıldım, çünkü milletvekili adayı olmak istedim. Sayın Genel Başkan’la konuşmaya geldim. Deniz Baykal’la?Evet... “Dosyanı al git” dedi, dosyamı aldım, gittim. Üstelik, “Niye istifa ettin” diye de fırçaladı. Neden aday olmanızı istemedi?Demek ki aklında il başkanlığı düşüncesi varmış, ben farkında değilim. İstanbul’a döndüm seçimlerde çalıştım. n Ne zaman İstanbul İl Başkanı oldunuz?2007 Ağustos ayında. 2010 Mayıs ayına kadar da bu görevi sürdürdüm. Esas Bizans İstabul değil, Ankara! 2010’da İstanbul’dan Ankara’ya geldiniz. İstanbul’daki siyasetle Ankara’daki siyaseti kıyaslar mısınız?İstanbul’un adı çıkmış, asıl Bizans Ankara. Bu kadar entrikanın olduğu tek yer herhalde Ankara’dır. Ben bir insanın yüzüne söylemeyeceğim şeyi, arkasından da söylemem. Ama burada olağanüstü oluyor. Siyasetten nefret eder duruma geldim. Partime karşı sorumluluklarım olmasa, “Bu da çekilir mi” diyecek noktaya geldim. Bir şey yaparsınız, cezası olur, çekersin. Ama bir şey yokken hesap vermek zorunda kalıyorsun. CHP bu açıdan diğer partilerden daha mı farklı?Aslında hepsi birbirine çok benziyor. Niye o zaman daha çok CHP’dekiler yansıyor?“Hepimiz Osmanlı Bankası’yız” hikâyesi var ya, tüm siyasi partiler benzeşiyor. Bir kısım partilerde baskıcı zihniyet olduğu için dışarı yansımıyor, ama CHP “perdesiz ev” olduğu için her şeyini görebiliyorsunuz. Öbür partiler perdeli ev. Bir de CHP’yi dövme modası var. Çünkü bir karşılığı, cezası yok. Ama iktidarı dövmenin bedeli var. İzmir’de kongre yaptılar, birbirlerine silah çektiler, bir yerde gördünüz mü? Ama CHP’de olsa her yerde görürdünüz. CHP bir aile ise, siz bu ailenin hangi üyesisiniz?Ben bu ailenin evladıyım. Beni bu aile yetiştirdi. Övünerek söylüyorum, benim için önemli bir ocaktır CHP. Kemal Bey bu ailenin nesi?Ailenin babası. Deniz Baykal?Deniz Bey de babasıdır.İki baba mı var?Çok babamız var. Altan Bey (Öymen) var, Murat Bey (Karayalçın) var...Önder Sav?Önder Bey, bu partiye çok emek vermiş, değerli bir insandır. CHP ailesinin ağabeyidir. Hayatımda hiç rakı içmedim, tadını da bilmem...Siyasetten özel hayatınıza zaman kalıyor mu? Pek kalmıyor. Çok yoğunuz. Benim telefonlarım zaten santral gibi... Kendime çok az zaman ayırabiliyorum. Eksikliğini hissediyor musunuz?E tabii. “Üç gün bir yere kaçayım” diyorsun, ama pek olmuyor.İçki içmiyor musunuz?Çok nadir. Ama hayatımda hiç rakı içmedim. Rakının tadını bilmem. Hangi takımın taraftarısınız, maça gider misiniz?İstanbul İl Başkanı iken bir kez milli maça, bir kez de Sayın Baykal’la Fenerbahçe’nin maçına gittim. Beşiktaş’lıyım. Ama doğrusu futbol beni çok heyecanlandırmıyor. n Okeyde iddialıymışsınız? Bir kez “İyi okey oynarım” dedim, adım kumarbaza çıktı. Profesyonel kumarbaz ilan edildim (gülüyor). Siyasetçi oyun oynamaz mı?Olur mu öyle şey? Ben her şeyi yaparım. Ben o bildiğiniz fanusa konulmuş siyasetçi değilim. Öyle olmak da istemem. Ben Gürsel’im, öyle davrarınım. Şöyle giyin, şöyle otur... Hayır kardeşim... “Televizyonda şöyle dur” derler, niye durayım kardeşim? En çok hangi yönünüz eleştiriliyor?“Sert konuşuyorsun” diyorlar. Mecburen

Devamını Oku

‘Türkler eşlerine ülkedeki Hıristiyanlardan bile iyi davranırdı’

11 Kasım 2011

ABD’li gazeteci Clarence K. Streit, 1920-1921 kışında Türkiye’ye geldi. Anadolu’yu gezdi, Ankara’da 26 gün kaldı. Başta Atatürk olmak üzere birçok kişiyle tanışıp, konuştu. Mustafa Kemal Meclis Başkanı olduktan sonra onunla ilk röportajı yapan da Streit oldu. “Bilinmeyen Türkler”i anlatan Streit’in kitabı yıllar sonra Osmanlı tarihçisi Heath W. Lowry tarafından yayımlandı. Philadelphia’da çıkan “Public Ledger” gazetesinde çalışan Amerikalı gazeteci Clarence K. Streit, Türk Milli Mücadelesi’ni görmek için Ankara’ya yolculuğa çıkar. 25 yaşındaki genç gazeteci, Anadolu’da iki ay geçirir. Yüzlerce fotoğraf çeker, başta Mustafa Kemal olmak üzere yeni ülkeyi kuracak kadroyla mülakatlar yapar. Türkiye’den ayrıldıktan sonra bir ulusun mücadelesine dair röportajları derler, “Bilinmeyen Türkler” ismini verdiği kitabın taslağını oluşturur. Ancak Mustafa Kemal’i öven yazıları nedeniyle kitap, İngiltere ve ABD’de basılmaz. Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Osmanlı tarihçisi Heath W. Lowry, 1983’te Washington’da yaşarken Türk Büyükelçiliği’nde Üçüncü Sekreter olan eski öğrencisi Uğur Doğan vasıtasıyla, Clarence K. Streit’la tanışır. Sonraki görüşmelerinde Streit, Lowry’den kitabın İngilizce ve Türkçe yayımlanmasını ister. Ancak başka projeler devreye girince kitabın yayımı gecikir. 90 yıl sonra yayınlandı Heath W. Lowry’nin hazırladığı kitap, Streit’in ilk taslağından 90 yıl sonra Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. Streit’in, Milli Mücadele sırasında Mustafa Kemal ile yaptığı mülakat kitaptaki en dikkat çekici bölüm. Streit şöyle yazmış, “Bana mülakattan hoşlanmadığı söylendiği için 9 soruluk yazılı bir liste hazırladım. Cevapları Fransızca’ydı, dokuz daktilo sayfası tutmuştu. Daha sonra beni gayriresmi kabul etti ve hakiki bir Türk konukseverliğiyle kahve ve sigara ikram etti. Duyduklarımdan sonra onunla yaptığım mülakatın çok rahat geçmesi beni şaşırttı. İki saat boyunca tüm sorularıma etkileyici bir açık sözlülükle cevap verdi.” Halide Edip’in imzalı fotoğrafıHalide Edip Adıvar’ın Streit’e hediye ettiği Türkçe ve Fransızca imzalanmış bir fotoğrafı... Halide Edip, köy evinin önünde at üstünde poz veriyor... Çocuk asker Cemal“Cemal kalpağını çıkardı ve bana kafatasının kenarında içini bir kurşunun kestiği oyuğu gösterdi. Bir cerrah kurşunu çıkarmış. Yaraları artık ona sorun çıkarmıyor gibi görünüyordu. Belinde 38’lik otomatik bir Belçika tabanca taşıyordu. Bu kadar çocuk suratlı birinin silahlardan böylesine anlaması çok şaşırtıcıydı...”Ankara’da tanıştığı özgürleşmiş Türk kadınlarından biri Müfide Ferid, gazeteci Streit’in Ankara’da tanıştığı “özgürleşmiş” Türk kadınlarından biriydi. Streit, onun için “Ankara’da bazı Türk ailelerine misafir oldum, sanki hiç kadınları ayrı tutma geleneği olmamış gibi. İki kadın Avrupalı kıyafetler giymişti, peçe takmadıkları gibi başları da örtülü değildi. Başka bir Türk gururla bana kendi eşinin fotoğrafını gösterdi. O da Avrupai görünüyordu... Ankara’da kadınların günlük gazete yazılarına katkıda bulunduğunu gördüm...” diye yazdı. Ankara sokaklarında misket oynayan çocuklar“Sanırım tüm dünyada çocuklar üç aşağı beş yukarı aynı. Sıcak günlerde küçük Türk kız ve oğlanlarının Ankara sokaklarında birlikte ip atladığını gördüm. Misket oynayan erkek çocuklar gördüm. Camdan bilyeleri yoktu, hatta kilden yapılma bilyeleri yoktu. Onun yerini tutan koyunun aşık kemiklerini kullanıyorlardı.” ATATÜRK’LE RÖPORTAJ’DAN BİR BÖLÜMGürcülerin Atatürk’e hediye ettiği kılıç Atatürk’ün üstü cam kaplı masasının arkasındaki duvarda ona Gürcistan Müslüman halkının hediye ettiği bir kılıç asılı. Yanında milliyetçi askerlerin İnönü Zaferi’nden sonra ele geçirdikleri bir Yunan kılıcından sonra yapıp verdikleri kılıçlı bir baston duruyor. “Türkler bağnaz değildir”* Dini meseleler ve Cihat hakkındaki tutumunuzu daha ayrıntılı açıklar mısınız?Dini konular hakkında pek bilgim yoktur ama duyduğum kadarıyla Halife’nin İslam tehlikede olduğunda tüm Müslümanları savunma amaçlı Cihat’a çağrı hakkı var. Sultan, Balkan Savaşı’nda ve Dünya Savaşı’nda böyle bir çağrı yaptı ama bildiğiniz üzere karşılık almadı. Burada siyasetle dini meseleleri karıştırmayı düşünmüyoruz. Yardımımıza dini hissiyatı çağırmadan sadece emrimizdeki maddi birliklerle savaşıyoruz. Türkler bağnaz değildir. Elbette aramızda insanları galeyana getirmeye çalışan hocalar var, her millette olduğu gibi, ama onlara mukayyet olmamız gerekir ve olacağız da... * İslam Birliği (Panislamizm) ve Türklük Birliği (Pantürkizm) ve Turan Birliği (Panturanizm) hakkında tutumunuz nedir?Bütün Müslümanların Türk hâkimiyeti altında birleşmesi anlamına geldiği sürece Panislamizm ve üzerinde Türk ırkı yaşayan bütün ülkelerin Türklerin hâkimiyeti altında birleşmesi anlamına geldiği müddetçe de Panturanizm, İngiltere emperyalistlerinin, kendi milletlerini bize karşı daimi bir haçlı seferine sürüklemeyi temin etmek maksadı ile uydurmuş oldukları “korkuluklar”dır. Thames Nehri’nin kıyılarından bize gülünç ithamlar savuranların yapmış oldukları gibi dünyanın yarısını fethetmeye bizim herhangi bir şekilde ne niyetimiz ne de arzumuz vardır...* Türkiye’nin gelecekteki yönetim şekli, saltanat ve hilafetin yeri, kadın hakları ve doğal kaynakların kullanımıyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?Türkiye’nin gelecekteki rejimi “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” esasına dayanmaktadır ve böyle devam edecektir. Türk Milleti’nin mevcudiyeti ve kudreti saltanat ve hilafetin gerçek kaynağıdır. Biz eğitim sistemimizin geliştirilmesi için şimdiden çaba göstermekteyiz. Sulha kavuşur kavuşmaz bu konuya yeni bir hız vereceğiz. Aynı şekilde kadınların eğitimine de büyük önem atfediyoruz. Bizi zincire vuran kapitülasyonları bertaraf ettikten sonra ekonomik kalkınmamız için hararetle çalışacağız. Streit’in kaleminden:“Mustafa Kemal Paşa ile mülakat yaparken ellerinin bilinçsizce kehribar bir tesbihle oynadığını fark ettim.”Eskişehir’de vals yapan Türk çocukları “Ziyaret ettiğim okullar arasında en ilginçleri ilkokullardı. Burada küçük Türk erkek ve kız çocukları güneşli odalarda resimler ve kum tepecikleri arasında yan yana oturuyordu. Okulların birinde öğretmen, bir kız ve bir erkek çocuğunun bize konuşma yapmasını istedi. Bitirdiklerinde tüm arkadaşları onları alkışladı. Diğerinde beş erkek ve kız oldukça zor bir dans sergilediler ve hep birden şarkı söylediler. Hem adımlar hem de müzik Avrupalı’ydı ve dans erkeklere kızların çift olup vals yapmasıyla sona erdi. Ve valsin oldukça iyi olduğunu ekleyebilirim. O kadar hayran kalmıştım ki, resim çekmek için valsi baştan almalarını rica ettim. Toplandılar ama küçük bir kız partnerini bulamadı ve sızlanarak, ‘Ama kavalyem nerde?’ diye sordu. Tam o anda küçük bir çocuk ortaya çıktı, kolunu şık bir edayla uzattı: Buradayım, hanımım.”Türklerin Hamlet’i sergilemesine şaşırdım“Türkiye’deyken onca sürprizle karşılaştım ama o gece Anadolu Tiyatro Grubu’nun ‘abidevi sanat eseri’, ‘dünyanın en meşhur trajedisi’ Hamlet’i sergileyeceğini bildiren afişlerle karşılaştığım 1 Mart’taki kadar büyük sürpriz yaşamadım.”Gördüklerim “korkunç Türk” efsanesini çürüttü “Türk yetkililer Anadolu’daki ziyaretim sırasında, özellikle de Ankara’da beni istediğimi yapma konusunda özgür bıraktı. Bana çok içten davrandılar ve rica ettiğimde yapabilecekleri her türlü yardımı yaptılar. Davranışları hoşuma gitti, çünkü bir kişinin rehberliğinde tur yapmak istemiyordum. Beni çok etkileyen bir başka şey, konuştuğum Türkler’in çoğunun gösterdiği bırakın mütevazıyı, alçakgönüllü ruh haliydi... Türk karakterinin romantik yönünden edindiğim izlenim ‘korkunç Türk’ efsanesini çürütmeye ve Dr. Pomeroy’un Türkler’in eşlerine ülkedeki Hıristiyanlardan daha iyi davrandıkları iddiasını tasdik etmeye yeter. Bir Türk’ün bir kadına, Müslüman ya da Hıristiyan veya hayat koşulları ne olursa olsun bir kez olsun saygı çerçevesinde dışında davrandığını görmedim...Constitution Hotel“Şansım, şehrin en iyi oteli olan Constitution (Anayasa) Hotel’de bir oda bulacak kadar yaver gitmişti. Odam otelin han kısmındaydı, otele nazaran çok daha kötü döşenmişti. Gördüğüm tüm Türk hanları aynı şekilde inşa edilmiş, kare şeklinde ortada açık bir avlu ve odaların bulunduğu ikinci katın etrafındaki açık verandası olan bir alan. Alt kat ahır olarak kullanılıyor. Hanımızdaki bütün kapıların hepsine aynı kilit uyduğundan misafirlerin odaları için anahtarları yoktu...”

Devamını Oku

Sanatçının ‘Ben sakatlandım, oynamam’ deyip dans etmeme dönemi bitti

11 Kasım 2011

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen, geçtiğimiz günlerde, “38 yaşına kadar tüm bale sanatçılarının her sabah yapılan derslere katılmaları, 38-45 yaş arasındaki dansçıların görev verilmesi durumunda derslere katılmalarının zorunlu olduğunu, 45 yaşından sonra derse katılmayabilecekleri, ancak emekli oluncaya kadar görevlendirildikleri takdirde etkinliklerde yer almaları gerektiğini” içeren bir genelge yayımladı. Balerin ve baletlerin dans edemeyecek özel durumları var ise bunu doktor raporu ile belgelendirmeleri gerektiği de vurgulandı. Gökmen’le hem bu genelgeyi hem de üzerinde çalıştıkları düzenlemeleri konuştuk:* Neden böyle bir genelge yayımladınız?DOB bir devlet kurumu. Belirli disiplin ve çalışma ilkeleri çerçevesinde faaliyetlerini yürütür. Ancak bu ilkeler, zaman zaman tavsayabiliyor. Bunu yalnız bale için söylemiyorum. Solistler, orkestra, koro gibi değişik çalışma yöntemleri ve düzenleri olan gruplarımızın da çalışmalarının belirli ilkeler çerçevesinde olabilmesi için Çalışma Yönetmeliği üzerinde de hazırlıklarımızı sürdürüyoruz. * Genelgede bale sanatçılarının “Derslere girmekle yükümlü” olduğu belirtiliyor. Bu ne demek?Balenin her sabah, hatta tatil dönemlerinde bile yaptığı antrenman çalışması kastediliyor. Bir eserle ilgili provalar başlamadan önce o tüm bale sanatçılarının yaptığı temel fiziksel ve estetik çalışmalar. * Bu genelgeden şunu mu anlıyoruz; bazı sanatçılar bu çalışmalara katılmıyor?Böyle eğilimler olabiliyor. Çok başarılı sanatçılarımızı tenzih ederek söylüyorum, kendisine bakmamaktan oluşan sakatlıklar olabiliyor ve 30-31 yaşında baleyi bırakmaya yöneliyorlar. Kadrosu olduğu için kalıyor ama dans etmiyorlar. Oysa biz sanatçılarımızdan azami ölçüde verim almayı hedefliyoruz. Keyfi “Ben sakatlandım”, “O eserde oynamam” deyip, baleyi bırakma yaşını kendisi belirleyemez bir sanatçı. * Görev verildiği halde “Ben dans etmeyeceğim” diyenler mi oluyor?Evet... Geçen yıl tüm müdürlüklerimizin başkoreografları bir toplantı yaptı. Bu genelge, o toplantıda alınan ilke kararlarından birisi. Keyfi olarak “Ben dans etmeyeceğim” gibi yaklaşımları idare kabul edemez. Bale çok özel bir sanat dalı. Hangi yaşa kadar dans edebileceği kişiye göre değişir. Ama biz ortalama olarak 38 yaşına kadar bu derslere girmelerini, özel durumlar hariç mecburi tuttuk. Bunun dışında 45 yaşına kadar da görev verildiği zaman yapmak durumundalar. * 45 yaşına kadar dans edilebilir mi?Edilebilir. Ama tabii ki büyük fiziksel performans gerektiren rollerde değil. * Dünyada yaş skalası nasıl?Çok farklı uygulamalar var. Çoğunda dans ettiği sürece ettiriyorlar, etmediği sürece işine son veriyorlar. Tabii söz konusu ülkelerin sanatçıları kurumları dışında birçok yerde çalışabilme imkanına sahipler. * Sanatçılar emekli olmayıp 65 yaşına kadar kalıyorlar. Şu anda opera balede yaş ortalaması nedir? Bunun bir istatistiğini tutmadık ama 40’lı yaşlar daha çok.Emeklilik teşvik edilecek, gençlere daha çok yer açılacak* 65 yaşından önce emekli olmaları için bir düzenleme yapılacak mı? O konuda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Sayın Bakan’ın talimatı var, bu konunun özellikle üzerinde durulmasını istiyor. Bu yalnız bale sanatçıları için değil, tüm sanatçılara yönelik bir emeklilik düzenlemesi ve performansa yönelik bir değerlendirme sisteminin getirilmesini içeriyor. Üzerinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Sanatçıların çalıştıkları dönemle, emekli oldukları dönem arasında standartları daha birbirine denk düşen bir yaşam koşulu sağlandığı takdirde emekli olacaklarını düşünüyorum. * Bu düzenleme ne zaman hayata geçirilecek?Önümüzde bir takvim yok. Bakanlıklar ve SGK yetkilileri ile görüşmelerimiz sürüyor. 2012 yılında hayata geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. * Yeni düzenlemede neler öngörülüyor?Sanatçıların bugünkü maaşlarının yüzde 70-75 oranında bir emeklilik maaşı almaları öngörülüyor. Şimdi 25 yılını dolduran emekli olabilir ama maaşları yaklaşık yüzde 50 oranında düştüğü için herkes 65 yaşına kadar kalıyor. Yeni düzenlemeyle emekli maaşlarını yüksek tutarak, emekliliğe teşvik etmeyi, hatta bir döneme mahsus olmak üzere emekli ikramiyelerinde önemli farklılık öngörüyoruz. Maaşlarda yüzde 25 kesinti olursa, insanlar 65’ine kadar beklemez, emekli olur. Gençlere de yer açılır. * Performansa yönelik değerlendirme neyi içeriyor?Bugün devlet sanat kurumlarında rejisörden orkestraya, sanatçıya herkes aynı parayı alıyor. Yeni girenlerle tecrübelilerin arasında 200 lira fark ediyor. Bizim düşündüğümüz sistemde, devlet sanatçının sosyal güvencesini sağlayarak, asgari bir maaş ödemesi yapacak, onun ötesinde gösterdiği performansa göre sanatçıya pirim verilecek. Çok yeteneklilerle vasatlar, çalışanla-çalışmayanlar şu anda bir tutuluyor. Yeni sistemde daha çok çalışan, başarılı olan daha çok kazanacak. Daha iyi sanatçının büyük paralar kazanabilmesinin yolu açılacak. Bu bakımdan istenecek bir şey. Şu anda çalışan ve üreten sanatçının aleyhine olan, hakkaniyetsiz bir sistem var.Dönüşüm sistemi sayesinde büyük tasarruf ve verimlilik sağladık * DOB’da sizin getirdiğiniz bazı değişiklikler oldu. Bu uygulamalarla ne sağlandı?Dönüşüm sistemi, aşağı yukarı yerleşti. Çok büyük bir tasarruf ve verimlilik sağladığımızı düşünüyorum. * Dönüşüm sistemi nedir?Bir müdürlüğümüzde sahneye konulan eserin, dekor, kostüm ve reji konseptinin hiç bozulmadan, bütün müdürlüklerimize taşınması. Örneğin Ankara’da sahnelediğimiz Notre Dame’ın Kaburu, Mart’tan itibaren Antalya’ya gidiyor. Hem dekor, kostüm açısından tasarruf sağlanıyor, hem de aynı eser değişik illerde daha çok seyirciye ulaşıyor. Bir de telif haklarında tasarruf sağlıyoruz. Örneğin “Aşk-ı Memnu”nun telif haklarını 5 yıllığına aldık. Ankara’da, İzmir’de, Antalya’da oynadık. Bu sene Mersin’de oynuyoruz. Gelecek sene İstanbul ve Samsun’da oynayacağız. Böylece 5 yılda tek telif ödemesiyle birçok yerde sahnelenmiş olacak. * Havuz sistemi nedir?Özellikle solist, koreograf, rejisör, orkestra şefi gibi yaratıcı kadronun, bütün müdürlüklerimizde görev yapması diye özetleyebilirim. Bunun şöyle bir kazancı var, özellikle küçük müdürlüklerimizde 15 senedir aynı sahneye çıkan sanatçıların, değişik sahnelere çıkmasının yolunu açıyoruz. 15 senedir her rolde aynı sanatçıyı gören izleyicinin de farklı sanatçıları izlemelerini sağlıyoruz. Baletler 35 yaşına kadar askerliktenmuaf tutulmalı“Bale, 18 ile 35 yaş arasında yapılan bir meslek. Türkiye’de yaşamlarının en verimli çağında bale sanatçıları mesleklerinden kopuyorlar. Oysa baletlerin de sporcular gibi 35 yaşına kadar askerlikten muaf tutulmaları gerekir, bunu rica ediyoruz. En verimli çağda askere gidiyorlar ve 1.5-2 yıl baleden uzak kalıyorlar. ““Kilolu bale sanatçısı olmaz. Varsa hormonal bozukluklardan kaynaklanabilir. Onun dışında baleyi bıraktıklarında aşırı kilo alıyorlar. Zaten çok kilolular bale yapamaz.”Opera baleye uygun tek sahnemiz yok * Opera balede en büyük sorununuz nedir?En büyük sıkıntı, sanatçıların emekli olmaktan kaçınmaları, normal sistemin yaratılamaması, gençlerin önünün açılamaması ve performansa dönük sistem olmadığı için bunun bir kesim üzerinde memur zihniyetine dönüşmesi. İkinci sorun da mekan sorunu. Faaliyet gösterdiğimiz tüm binalar ya tahsis ya kira. Ve hiçbir şekilde bale ve opera sanatlarının yapılabileceği mekanlar değil. Kalabalık kadrolu eserleri az kadro ile sahneliyoruz. * AKM ne olacak?Sanıyorum kaynak bulunduğu zaman tadilat yapılacak. 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı bütçesine bu amaçla konulmuş bütçe kaynadı gitti. * İstanbul’da sahne sıkıntısı yaşanıyor mu?Yaşanıyor tabii. 600 kişilik Süreyya Operası var. Avrupa yakasında da Beşiktaş Belediyesi’nin Fulya Sanat Merkezi. Etkinliklerimizi buralarda sürdürüyoruz. Gelecek yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’ndeki haklarından yararlanarak, en az 10-15 gün orada temsil sergilemek arzusundayız. Sanatçı olmama rağmen bazen onları anlayamıyorum* Yönetici olmak mı zor, orkestra yönetmek mi?İkisinin de ayrı zorlukları var.* Sanatçıların olduğu bir kurumu yönetmek, başka bir yerde yöneticilik yapmaktan daha mı zor?Sanatçıların olduğu kurumda yöneticilik çok farklı. O artık yönetici değil, diplomatlık oluyor. Sanatçıların ayrı bir psikolojisi var. Ben de sanatçı olmama rağmen bazı zamanlar onları anlayamayabiliyorum. Ayakta durmaktan belimi sakatladım* Orkestra şefi olmasaydınız ne olurdunuz?Avukat olurdum. Hukuk bana çok sanatsal geliyor, yaratıcı bir yönü var. * En sevdiğiniz besteciler?Opera deyince Wagner, Puccini olağanüstüdür ama bence Verdi. Hiçbir kimse onun gibi yüreklere dokunamaz. * Kendinize kalan zamanlarda ne yaparsınız?Okurum. Ama bestseller okumam. Klasikleri ya da felsefe, tarih, psikoloji okurum. Maalesef hiç hobim yok. * Kaç fragınız var?5-6 tane. 6-7 ayda bir frag değiştiririm. * Orkestra yönetirken saatlerce ayakta kalıyorsunuz. Bu sizi yormuyor mu?Ayakta durmaktan belimi sakatladım. 3-4 saat süren provalarda ya ayakta durursunuz ya taburede oturursunuz. Bu nedenle şeflerin yüzde 90’ının belinde sorun vardır, meslek hastalığı yani.

Devamını Oku

Şiir öldü mü?

15 Ekim 2011

2011 Nobel Edebiyat Ödülü, bir şaire verildi. Nobel Komitesi, 80 yaşındaki İsveçli şair Tomas Tranströmer"in "yoğun ve şeffaf imgeleri aracılığıyla gerçekliğe yepyeni bir yol açtığı için" ödüle layık görüldüğünü açıkladı. Nobel Edebiyat ödülünün bir şaire verilmesi, şiiri de yeniden gündemimize taşıdı... Nazım Hikmet, Edip Cansever, Atilla İlhan, Cemal Süreyya, Can Yücel, Ece Ayhan"a göndermeler yaparak, "Böylesi şiirler artık yazılmıyor", "Şiir öldü" görüşünü savunanlar da var, "Hayır şiir yaşıyor", "Çok başarılı şairlerimiz var" diyenler de... Yazarlar ve şairlere "Şiir öldü mü?" diye sorduk: Şiir bir yerlere sürgüne gönderildi Zülfü Livaneli: Şiir okuyan azaldı, çünkü hayatın şiiri bitti. Eskiden milyonlarca insan Cahit Sıtkı’nın 35 yaş şiirini bilir, Orhan Veli’den ezbere dizeler okur, hatta bu genç şairin bazı dizelerini tekerleme olarak kullanırdı. Çünkü hayatın şiiri vardı ve gerçek şiir insanların yüreğine kadar ulaşabiliyordu. Şimdi şiirsiz ama manzumelerle dolu bir dönemde yaşıyoruz. Piyasa şarkılarının berbat nakaratlarıyla yetişen kuşaklar, şiiri nereden bilecek? Unutmayalım; “cahiliye” dönemini yaşıyoruz. İşin acısı, bu döneme bir aydınlanma çabasından sonra girmiş olmamız. Şiir Osmanlı"nın can damarlarından biriydi. Cumhuriyet döneminde de önemli şairler bu "can damarı"nı sürdürdüler. Ama artık şiir bir yerlere sürgüne gönderildi. Onun yerine manzume gibi satır satır yazılan, basmakalıp köşe yazıları dönemindeyiz. Kendilerine şair diyenler sorgulansınSunay Akın: Ben bu konuda söylemem gerekenleri, yapmam gereken hamleleri 1992 yılında yaptım. O yıl Kızkulesi’ni “Şiir Cumhuriyeti” ilan ederek, bir "okuma adası", şiir etkinliklerinin yapılacağı bir yer olarak önerdim. Bana o dönem en çok karşı çıkanlar şairler oldu... Biliyor musunuz, yazılı ilk aşk şiiri nerededir? Söyleyeyim, İstabul’da, bizim elimizde. Dünyada yazılı ilk aşk şiiri İstanbul’da. Ben o şiiri, Kızkulesi’ne getirmeyi düşünüyordum. Orada sergilensin istiyordum. "Şiir öldü mü?" sorusunun yanıtını o zaman bana karşı çıkan arkadaşlar versin.Şiirdeki bu tartışma müzikte de yaşanıyor. Fakat nitelikli, doğru besteler yapılıyor. Aynı şekilde şiirler de yazılıyor. Bakın süslemeci bir şiir anlayışı egemen oldu. Bu süslemeci şiir anlayışı 80’li, 90’lı yıllarda dizeyi çok önemsedi. Yani dizeleri üst üste yapıştırmak şiir sanıldı... Bu politikada şiir felsefesinde değerlendirecek olursak bugün “şiir yazılıyor, yazılmıyor” tartışmasının temel ekseni bu değil aslında. Bugünle ilgili bir şey değil bu sorun. 80’li yılların şair kuşağının neyi doğru neyi yanlış yaptığı ile ilgilidir 2000’li yılların şiiri. Bugün pek çok değerli şair arkadaşımız var. Ama eski Babıali geleneğinin olmaması... Bizim, 80’li kuşağın ustaları, Çağloğlu’ndaydı, Babıali’deydi. Edebiyat, şiir dergileri vardı... Bunları vapurlarda satardık. Yani biz eylem insanıydık, hayatın içindeydik. Kızkulesi’ni bunun için “Şiir Cumhuriyeti” ilan ettik. O yıllar özelleştirme yıllarıydı, kentin tamamıyle rant alanına dönüştürülme yıllarıydı. Buna karşı duyarlı şairlerle, sanatçılarla Kızkulesi’ni "şiir cumhuriyeti" ilan etmiştik. Ama işte bu hamleleri anlayamamakla bence birinci derecede o dönemde bize karşı çıkan, kendilerine şair diyenler sorgulansın. Bu soruların yanıtlarını onlar versin. İlgi hiç azalmadı ama...Ataol Behramoğlu: Kısa süre önce iki uluslararası şiir şölenine katıldım. Kolombiya’nın Medellin kentinde bu yıl 21"incisi gerçekleştirilen şölene neredeyse tüm ülkelerden yaklaşık yüz şair çağrılıydı. Festival açılışının yapıldığı amfi tiyatroyu dolduran 3-4 bin kişilik büyük kalabalığa, bu açılış programında şiirlerini okuyan şairlerden biri de bendim. Bu büyük kalabalık, saatlerce süren programı eksilmeyen bir ilgiyle izledi. Bütün şairler, Medellin’de ve başkent Bogota’da, bir hafta süresince çeşitli salonlarda, şiiri yine büyük bir ilgiyle izleyen topluluklar önünde şiirlerimizi okuduk. Daha sonra Fransa’nın Sete kentindeki şiir şölenine katıldım. İzleyici sayısı daha alçakgönüllü ölçülerdeydi, fakat şiir yine de yaşamın içindeydi. Ülkemize gelelim... Dünyada ve ülkede şiire ilginin azalmış olduğunu söylemem haksızlık olur. Fakat yine de şiir kitaplarının baskı sayılarındaki düşüşü 1970’lerdeki 5000’lerin günümüzde 1000’lere kadar düşmüş olmasını) görmezden gelemeyiz...Bu durumun sorumlularından biri olan internet, aynı zamanda tam tersini, şiire ilginin hiç de azalmadığını da gösteriyor... Şiir kitaplarındaki baskı sayılarının azalmış olmasındaki bir başka neden ise, yaşadığımız tüketim toplumu gerçeğidir... Şiir kitabı, okunduktan sonra çöpe de atılabilecek olan bir “çok satar” ürünü değildir, olamaz. Bu nedenle, tüketim toplumunun ve bu topluma hizmet veren bir yayın dünyasının işine gelmez. Böyle bir yayın dünyası şiire yatırım yapmak istemez. Ülkemizdeki büyük kitapevlerinde şiir kitaplarına ayrılmış bir bölüm ya yok, ya da utanılacak kadar küçük ve özensiz. Bunun sorumlusu, yayın dünyasını, kültürü ve kitabı da sadece para gözlükleriyle gören tüketim toplumu ahlâkıdır...Şiir daima hayattaNazlı Eray: “Şiir öldü” fikrine katılmıyorum. Ben Küçük İskender’e hayranım mesela, dev gibi... Murathan Mungan, Ataol Behramoğlu, Ahmet Telli, İlhan Keskin gibi, yeni kaybettiğimiz Didem Madak gibi çok iyi şairler var. Dolayısıyla “şiir öldü” diyenlere katılmıyorum. Şiir ölmüş falan değil...Değişen bir Türkiye var. Sosyolojik açıdan değişiyoruz. Bu değişen Türkiye’nin değişik şairlerinin çıkması gerekiyor, belki de var... Başbakan bile toplantılarda Necip Fazıl’ı okuyor... Bence şiir daima hayatta ve yaşıyor. ŞİİR SEVEN AHMET HAKAN’IN KÖŞESİNDEN...Ahmet Hakan: Galiba Şiir öldü Edip Cansever’i sevgiyle okuduk...Cemal Süreya’yı tutkuyla okuduk...Attila İlhan’ı hayranlıkla okuduk... Özel’i coşkuyla okuduk...Can Yücel’i hınzırca bir gülümsemeyle okuduk...Ece Ayhan’ı şaşırarak okuduk...Turgut Uyar’ı beğenerek okuduk...Sezai Karakoç’u saygıyla okuduk...Ama galiba bitti bu iş.Galiba şiir öldü.Yeni şiirler okumak istiyorum, bunun için heves ediyorum, bunun için gayret ediyorum.Fakat heyhat! Olmuyor, olamıyor. Eski bir tekniğe maruz kalıyormuşum gibi hissediyorum...Daha öncekilerin gerisinde kalmaya mahkûm metinlerle karşı karşıyaymışım gibi hissediyorum.Sanki bütün iyi şairler, bütün iyi şiirleri yazmışlar gibi...Daha da kötüsü...Sanki şiir denilen sanat miadını doldurmuş gibi...Epey bir aradan sonra Nobel’i bir şaire verdiler, şiir sanatını yeniden gündeme taşımak maksadıyla...Açık konuşacağım:Bana ‘ölü yüzü pudralamak’ gibi geldi.

Devamını Oku