Bülent Ersoy’un cenaze şovu hâlâ ve hâlâ konuşuluyor. Kimin cenazesi olduğu unutuldu bile... Bestekar Muzaffer Özpınar’a rahmet okuyanların sayısı, Bülent’in gözlüğünü, cüzdanını konuşanların sayısından çok. Türkiye’deki cenazelerin, mezarlıkların, son göreve gelenlerin kılıklarının özensizliği gerçekten çok rahatsız edici. İnsanlar sevdiklerini uğurlarken adeta acılarının büyüklüğünü göstermek için mümkün olan en bakımsız, en özensiz halleriyle gidiyorlar o cenazeye. Oysa tam tersi olmalı... Düğüne gider gibi de değil tabii ama saç hatta hafif makyaj özenli, kılık kıyafet tertipli, mis gibi durmalı...
***
Ya bizdeki mezarlıkların haline ne demeli? Hatta cenaze arabalarının sakilliği?
Bir cenazeyi toprağa verirken yanındaki yöresindeki diğer mezarların üzerine çıkanlar, toprağını, çiçeğini ezen, taşını devirenler... Mermerlerin üzerine poposunu dayayanlar, hatta üzerine oturanlar... Mezara toprak atılırken aralarında alakasız konularda tatlı talı (!) sohbet edenler...
Cep telefonunun neşeli melodisiyle hocanın son duasını bastıranlar... Telefonda uzun uzun iş konuşanlar...
‘Acıdan o kadar perişanım ki mezarlığa pijamamla geldim’i gösterenler...
***
Hepsi gidene saygısızlık... Ama tabii cenazeye özenin de bir ayarı olmalı. Öyle Azrail toprağı bizzat atmaya gelmiş gibi gelinmez mesela... Bacaklarının arasında az sonra havalanmasına yardım edecek bir süpürgesi eksik kuyu cadısı gibi de gelinmez. Özen göstermekle otunu çıkarmak arasında fark olmalı... Evet, Bülent Ersoy ünlü bestekarın cenazesini bildiğin şov malzemesi yapmış, gidenden rol çalmış, büyük ustaya son derece ayıp etmiştir.
Şu sözde ses, yetenek yarışmaları, evlendirme programları vs. izlerken bize göre eğlenceli olabilir.
Ama özellikle katılımcıların daha sonra yaşadıklarını düşünürsek, sonuçlar son derece can sıkıcı olabiliyor.
Bir kaç günlük ani şöhretin getirdiği o büyülü havadan çıkınca yaşadıkları travmayı her zaman kolay atlatamıyorlar.
Televizyon ve şov dünyası bir öğütücü...
Dişlilerin arasında, etinden sütünden faydalanılıp bir kenara atılanlar, eğer bu deneyimlerini sadece bir anı olarak saklayabilirlerse ‘yırtıyorlar’.
Ama bir de ışıklar sönüp, isimleri unutulmaya başlayınca bunu içlerine sindiremeyenler de var.
Kısacası biz bu yarışmaları izlerken gülüyoruz, eğleniyoruz, ciddiye almıyoruz ve insanların yaşamının aslında temelden nasıl sarsıldığını düşünemiyoruz.
Diyeceksiniz ki; bize ne onlar da katılmasaydı...
Magazin dünyasının tıpkı kendisi gibi basını da zaman zaman çok hoyrat olabiliyor.
Kendimi de işin içine katıyorum.
İnsan bazen ağzının ayarını bilmiyor gerçekten... Eski yazılarıma baktığımda “Allah Allah neden bu kadar sert girişmişim ki bu insana?” dediğim oluyor.
Artık o andaki ruh hali midir nedir? İnsanız sonuçta...
***
Geçen gün de “magazin turu” attıran programlardan birinde, İbrahim Tatlıses’in zar zor kabullendiği ama ısrarla nüfusuna almadığı kızı Dilan Çıtak’ın görüntülerini izlerken programa metin yazan arkadaşı bulsam bir kaşık suda boğacaktım.
Kız zaten yaralı... “Babama kızgın değilim, hatta arada görüşüyoruz” dese de çocukken onu sahiplenmeyen birine ne kadar içten “baba” diyebilir ki?
Her ne kadar bu konuyla ilgili sorular sorulduğunda işi makaraya vursa, gülse de aslında canının ne kadar yandığını tahmin etmek için psikiyatr olmaya gerek yok.
Dergi sektörünün yakından tanıdığı pek kıymetli Gamze Alpar son aylarda benim tabirimle delirdi!
Uygulaması oldukça zor bir takım kararlar aldı ve haydi canım bu kadarını da yapamaz artık diyeceğimiz ne varsa yapmaya başladı.
Çünkü kendisi gerçekten bir deli...
Benim bayıldığım cinsten, kafası ters çalışan, herkes Mersin’e giderken o tersine gitmeyi tercih eden, “siyaha beyaz dedim ve bu çok hoşuma gitti, size ne?” yi savunan çok renkli, çok pozitif, çok neşeli, çok sağlam bir kadın o...
Onu sosyal medyadan takip edenler kılığına kıyafetine, ayakkabı ve çantasına ne kadar düşkün olduğunu bilirler...
Daha doğrusu bilirlerdi!
Hemen her gün bir fotoğraf paylaşırdı hesaplarında.
Gamze o gün ne giydi, nereye gitti kiminle röportaj yaptı, o sırada ayağında hangi ayakkabı vardı; saçı nasıldı? Hepimiz bilirdik...
Adam 5 aylık hamile karısını vurup öldürüyor.
Sonra mahkemeye çıkıp klasik palavrayı sıkıp tahrik ve iyi hal indirimini alıyor.
Nedir o palavra?
Tabii ki “Başka erkeklerle yattığını söyledi” yalanı...
Bunu başka versiyonları da var. “Sen de erkek misin dedi”... “Erkekliğimle dalga geçti”... “Bilmem kim yatakta senden çok daha iyiydi dedi”... Gibi...
Bu kez katil işini daha da sağlama almış. “Kardeşimle yattığını söyledi” diyerek sıkı bir indirimi hak etmiş!
Sadece 18 yıl ceza almış.
Yatarı 12-13 yıl olur herhalde... Adam iki kişiyi öldürmüş. Hem kendi çocuğunu hem karısını... Ve hala bizim yasalarımız bu klasik tahrik palavralarını ‘yiyor’!
Ben şaka sevmem...
Şaka yapanı hiç sevmem...
İnternette dolaşan şaka videolarını asla izlemem.
İzlersem sinirim bozulur. Hiç komik gelmez, gerilirim.
Hele bir de korkutmalı şakaların neden yapıldığını, izlerken ne zevk alındığını hiç anlamam.
Bir nevi manyaklık bence...
Beyaz Show’da yer alan Oğuzhan Koç şakasını izlerken de inanılmaz rahatsız oldum.
Sanki bir işe yarayacakmış gibi bağırmak istedim: “Saçmalamayın, yapmayın bunu, adamı öldüreceksiniz korkudan!”
Sivassporlu Batuhan Karadeniz gazetecilere ateş püskürmüş. Nedeni, üç yıldır evli olan futbolcunun başka kadınlarla görüntülenirken kaçmaya çalışması ve bu sırada yediği trafik cezaları! Tam 200 bin lirayı bulmuş bu cezalar. Bu ülkede futbolcu ve çapkınlık kelimeleri her zaman yan yana anılmıştır. Futbolcu dediğin çapkın olur, etrafı kum gibi dişi kaynar, onlar da daldan dala konar. Fakat bunun yanında şöyle de bir tezat var, nedense futbolcuların neredeyse daha ergenlikten çıkmadan başları bağlanır. Hemen hemen hepsi evliliklerini çok genç yaşta gerçekleştirir. Bakın size bir kaç örnek... (İçlerinde sonlanan var malum ama konumuz bu evliliklerin bitişi değil başlangıç tarihleri)
Alpay Özalan, Cansel Özzengin evlendiğinde 25 yaşında...
Caner Erkin, Asena Atalay’la evlendiğinde 22 yaşında...
Rüştü Reçber, Işıl Reçber’le evlendiğinde 24 yaşında...
Necati Ateş, Zeynep Ateş’le evlendiğinde 19 yaşında ...
Mustafa Denizli, Juliette Aruh’la evlendiğinde 21 yaşında...
Nuri Şahin, Tuğba Şahin’le evlendiğinde 19 yaşında...
Tanju Çolak, Aysu Çolak’la evlendiğinde 20 yaşındaymış...
Tuba Ünsal rol aldığı Guguk Kuşu isimli oyundan ayrılınca ortalıkta dolaşan ‘aslında ayrılmadı, kovuldu’ söylentilerine bir yanıt verdi.
Özetle “Oyunumuz çok tutunca haftada 4 gün oynar olduk. Ben bebeleri bırakamadım. Tiyatro müthiş meşakkatli ve emek isteyen bir iş. Çocuklarımla kuliste vakit geçiriyorduk. Ama hepimiz perişan olduk. Kerem Alışık anlayışla karşıladı ve yerime birini bulduk. Ben hem çocuk hem turne olayını sanırım beceremedim. Tiyatro turnesine çıkıp çocuğunu bırakan annelere saygım sonsuz. Ben yapamadım” dedi.
‘Bunu baştan düşünecekti’ diyenler de olabilir ama gerçekten sebep çocuklarına yeteri kadar zaman ayıramayacak olması ise ben kararı alkışlıyorum. Çünkü ‘ne olursa olsun perde kapanmaz, şov devam eder’ saçmalığını hiç insani bulmuyorum. Tiyatro bir insanın hayatından daha önemli olmamalı. Böyle saçmalık mı olur Allah aşkına? Bu zihniyet artık pek kalmadı zaten.
İyi de oldu...
Hayatta hiçbir şeyi bu kadar önemsememek lazım. Kendi hayatımız, mutluluğumuz ve huzurumuzdan başka...
Hintli Özcan olmamış
Özcan Deniz’e minik bir sorum olacak müsadesiyle: “Sen ne yaptın öyle yav?”
Tam da ‘hadi hadi meleğim’ zamanındaki tipini ve kostümlerini hafızalarımızdan silmişken, kendine yakıştırdığın karizmatik Seymen Ağa kostümünü bizler de benimsemişken, o ne kıvırmak, o ne beceriksiz figürler attırmak. Sen komik olma Özcan... Sen hep ağır abi ol...