Brad Pitt'in rol aldığı TRUVA filmini henüz görmedim. Bu muhteşem hikâyenin yer aldığı Çanakkale yöresinde filmin çekimine izin verilmemiş. Gerekçeyi bilmiyorum. Ancak bizim elimizin tersiyle ittiğimiz bu fırsatı, Malta çok rahatlıkla kullanmış. Bravo! Filmin maliyeti yüz seksen beş milyon dolarmış. Malta'nın ekonomisine bu paranın esaslı bir bölümü girmiştir. Hem para kazandılar hem de reklamları oldu!Üzülmemize gerek yok. Türkiye böyle fırsatlarla dolup taşan bir ülke. Yeter ki pratik görüşlü, olumlu yöneticilerimiz olsun. Neden? Anlatayım.Herodot'u okuyanlar bilecektir ki, Helen ve Paris hikâyesinden önce, saraydan ilk kız kaçırma olayı bizim mütevazı Seddülbahir Köyümüzde gerçekleşmiştir. Tarihte burası da bir krallıkmış. Her ay gemileri satılık ürünlerle dolu tüccar korsanlar, Seddülbahir Köyü'ne gelir, (sanırım) Ertuğrul Koyu'nun kumluğuna, pazarlarını kurarlarmış. Halk da o gün bu kıyıya iner, alışverişini yaparmış.Gene bir gün pazar yeri kurulmuş ve halk alışverişini yapmış. Korsanlar tam kalan ürünlerini toparlayıp çuvallara doldurmaya başlamışlar ki, kralın kızı ve nedimeleri, geç saatte pazar yerine inmişler. İşte ne olduysa o esnada olmuş. Korsan kaptanıntayfaları, kralın kızı ve nedimelerini gemiye atıp koydan uzaklaşmışlar. Mealen naklediyorum. Herodot diyor ki: "Herkes ilk kız kaçırma olayının Truvalı Paris tarafından yapıldığını bilir. Oysa ilk kız kaçırma başka yerde oldu. Hatta bu konuda birçok dedikodu var. Kimisi diyor ki, kralın kızı kendi isteğiyle gitti, bazıları da diyor ki, korsanlar kaçırdı."Kroisis'in hikayesiTarif ettiği yer de Seddülbahir Köyü'nü çok andırıyor. Ben, yörede çok gezindiğim için bir de Çanakkale Şehitleri Abidesi'nden yukarı doğru kıyı boyunca karadan ilerledikçe, yerlerde küçük, minik seramik parçaları gördüm. Kereviz Dere diye tanımlanan, şimdi deresi kurumuş ama suyu muhteşem bir koy var. Herodot, belki de buralannı kastediyor. Hiçbir arkeolog henüz bir araştırma, çalışma yapmadığı için bilemiyoruz. Zaten ülkemiz böyle bilinmeyen yer altı zenginlikleriyle dolup taşıyor. Gelelim Lidya Kralı Kroisis'in hikâyesine. Bu kralın hikâyesini Herodot'da ağlamadan okuyabilen varsa beri gelsin.Her okuyanı çok ama çok derinden etkileyen bu hikâyeyi her okuyuşumda gözümden yaşlar dökülür ve müthiş dersler alırım.Geliniz, Kültür Bakanımızın destekleriyle bu filmi yerinde çekip dünya sinema tarihine armağan edelim. Bence yapabiliriz. Yönetmenleriniz var, aktörlerimiz var, bilgisayar gibi gerekli teknolojiyi dışarıdan temin edelim. Bence yapılabilir.TROY filmi bizde çekilmeliydi. Madem olmadı, şimdi başka benzer bir projeyi biz yapalım. Gene ele alabileceğimiz bir hikâye, Kleopatra'nın Marca Antonius'u tavladığı Antakya'nın Asi Nehri (eski Orontes) üzerindeki köprü. Antonius, köprü üzeride nehirden gelen sala bakar. Salda tüm güzelliğiyle, albenisiyle Kleoparta uzanarak köprüye doğru süzülmektedir. Yıldırım aşkı doğar.Tanışırlar, evlenirler ve balayı yaşarlar. Balayından sonra da Samandağ'ın o inanılmaz plajından gemilere binip uzaklaşırlar.Bence bu hikâyeler yılın belirli aylarında canlandırılarak turizm etkinliklerimize katılmalıdır. Çok iyi bir tanıtımla dünyayı ülkemize çekebiliriz.Okuyucu mektubuPara ödemek için 1.5 saat kuyrukta beklenir mi?* Sümer Holding, "10 gün sonra şöyle ucuzluk böyle ucuzluk" diye ilanlar verdi. Ucuzluk günü ailecek Bakırköy mağazasına gittik. Bizle ilgilenen bir Allah'ın kulu yoktu. Üstüne üstlük bir de elektrikler kesildi. Karanlıkta bir şeyler beğendik. Kasaya gelip, aldıklarımızın parasını ödeyecektik. Eniştem tam 1.5 saat, para ödemek için kuyrukta bekledi. Sümer Holding, bir adet jeneratör alamıyor mu? (Hakkı Çelik)* Çok haklısınız. Türkiye'nin her yerinde, her mağaza bir jeneratör bulundurmalı. Elektrikler hiç beklenmedik anlarda kesilebiliyor. Bir keresinde ben de IMG'nin Tünel'deki mağazasından koltuk kumaşı aldım, hem de tek bir kıytırık mum ışığında.
Yıllar boyunca, Prof. Yaşar Nuri Öztürk ile televizyonlarda program yaptığımı çoğunuz bilirsiniz. İzleyenler, stüdyoda bulunan seyircilere her mikrofon uzattığımda, sorulan soruları hatırlıyor olmalı. Bize gelen fakslar vasıtasıyla dillendirdiğim konuları da hatırlayanlar vardır.İstisnasız, tekrar ediyorum istisnasız dinimiz hakkında sorulan soruların yüzde doksan dokuzu bana göre saçma sapan konulara değinirdi. Örnekleri hatırlatayım:"Hocam konuşmalarınızdan çok faydalanıyoruz. Bundan emin olunuz. Size teşekkür ederiz.Şimdi! Diyorlar ki giydiğimiz bluzun üzerinde resim varsa bununla namaz kılamazmışım. Hocam bu doğru mu?""Hocam iyi ki varsınız. Sizden çok şey öğreniyoruz. Şimdi! Diyorlar ki, duvarınızda bir resim asılıysa, namaz kılarken tersini çevirmelisiniz. Bu doğru mu?""Hocam her hafta sizi zevkle dinliyoruz. Sağolun. Diyorlar ki gece vakti karides yenmezmiş. Hocam bu doğru mu?""Hocam bizleri çok aydınlattınız. Teşekkür ederiz. Ben dinimi daha iyi öğrenmek için bilmem kim hocaya gidiyorum. O da sizin tam tersiniz biçimde diyor ki...""Hocam sayenizde o kadar çok aydınlandık ki hayret edersiniz. Şimdi! Ben oje sürüyorum. Abdestim bozulur mu?""Hocam eskiden dinimi bilmezdim. Emin olun sizin konuşmalarınızdan çok şey öğrendim. Sağolun. Şimdi! Ben zaman zaman limon kolonyası sürüyorum. Dinimize aykırı mı? Öyle diyorlar da..."Yıllarca yaptığımız yüzlerce programda, sorulan binlerce soru arasında, dinimizin gerçek söylemleriyle bağlantılı soruların toplamı, inanınız bana 10-15'i geçmez! Eski Diyanet İşleri Başkanımızın, geçen gün köşesinde sorulan sorulara verdiği cevaplardan birisini sizinle paylaşmak istiyorum: "Yatağımın ayak ucunun kıbleye gelmemesi gerektiği doğru mu?""Saygı ifadesi..."Buyrunuz! Bir arpa boyu ilerleme yok! Aynı hamam, aynı tas! Sayın Mehmet Nuri Yılmaz Hocamız'ın cevabını da yansıtmadan edemeyeceğim: "Hadis ve fıkıh kitaplarında açık arazide tuvalet ihtiyacını giderirken farklı görüşler olmakla birlikte kişinin kıbleye saygı göstermesi, önünü ve arkasını dönmemesi, tavsiye edilmektedir. Ayakların kıbleye doğru uzatılmasını yasaklayan bir hüküm yoktur. Ancak bir saygı ifadesi olarak uzatılmayabilir."Yok kardeşim yok! Ülkemizde halkımızın dini konulara ve İslâm uygulamalarına yaklaşımları sorgulanacak olursa, bir şeylerin tepetaklak, yapayanlış, paldır küldür, boşu boşuna, yokuş yukarı kulvarlarda koşturduğunu artık bu ülke yetkililerinin kabul etmesi gerekmektedir.Sanki Yüce Yaradan, bizim ojemizle, sürdüğümüz kolonyayla, yatağımızın ayak ucunun kıble istikametinde olup olmadığıyla ilgilenirmiş gibi, ilgilenmesi gerekirmiş gibi, buna ihtiyacı varmış gibi, ayağımızı kıbleye döndürüp yatarsak, dinimize hakaret edermişiz gibi, "açık arazide tuvalet ihtiyacımızın" bu yüce inanç sistemine sığdırma heves ve heyecanıyla titrememiz gerekirmiş gibi, içler acısı bir uygulamanın içerisinde karpuz gibi oturduğumuzun farkına varıp artık karar vermemiz gerektiğine ve gerekli tedbirleri almaya başlamamızın zamanının gelip de çoktan geçtiğine dikkat çekmek istiyorum!Televizyonlarda Hıristiyanların, Türk halkını "Hıristiyanlaştırmak hevesiyle" neler yaptıklarını anlatıp duran programlar izlemekteyiz. Bu bağlamda derhal Hıristiyan dininin yanlışlarına değinilmekte, İsa'nın İncil'e göre çarmıha gerildiği bilgisinin Kur'an'a göre yapayanlış olduğu hususunun altı kalın çizgilerle çizilmekte, bir bardak suda fırtınalar kopartılarak reyting kazanılmaya çalışılmaktadır.Ben diyorum ki bırakınız başka inanç sistemleriyle uğraşmayı, kendi arka bahçemizi toparlamalıyız! Şimdi yukarıda Sayın Mehmet Nuri Yılmaz'a sorulan soruyla hocanın verdiği cevabı, "The New York Times" Gazetesi yarın yayınlasa, mübarek dinimiz İslâm'ı yerin dibine kendi ellerimizle sokmuş olmaz mıyız? Bizim akıllarımız hiç mi yoktur? Beynimizi işletmemekte niçin ısrar etmekteyiz?
İmam Hatip Liseleri Dernek Başkanı ve bir hukukçunun, "İmam hatipler bir meslek lisesi değildir. Öğrencilerin dinlerini öğrenip sonra yüksek öğretime devam etmek istedikleri bir eğitim kurumudur" sözlerini duyunca düşünmeye başladım.İmam hatiplere giden kızlanmız, erkeklerden ayrı bölümlerde ders görmektedirler. Erkek ve kızların küçük yaşta bir arada eğitim görmeleri, muhafazakâr diye tanımlanan ailelerce son derece "tehlikeli ve ahlâksızca" addedilmektedir. Kızların erkek öğrencilerle bırakın konuşmalarını, onlardan yana bakmalan bile yasaklanmaktadır. Bu öylesine keskin bir biçimde tezahür etmektedir ki, her an gençlerin üzerinde göz gezdiremeyen öğretmen ve idareciler, öğrenciler arasından adeta "ispiyoncu" şeklinde açıklanabilecek sınıf ve üst sınıf öğrencilerini kullanmaktadırlar. Bu arada "çağdaş görüşlü" öğretmenler de genç kızların içlerinde çelişkiler yaratabilmektedirler.Aynı ayrımcı yaklaşım, erkek öğrencilere de uygulanmakta, kızlarla "konuştuğu" veya kızlara "baktığı" tespit edilen erkek öğrenciler, "günah işlemişler" gibi yöneticilere hesap vermekte ve kendilerine diskurlar çekilmektedir. Kız öğrencilere, erkek öğretmenler, müdür ve müdür yardımcıları "saygı" ile yaklaşmamaktadırlar. Bazı müdür yardımcıları, genç kızlanmızı bütün kötülüklerin kaynağı olarak görmekte, erkekleri kızların yoldan çıkardığına inanmaktadırlar. Bazı erkek öğretmenler sınıflarda, "Ahhh kızlar ahhh! Ayaklarınızın dibine kibrit suyu döküp sizleri yok etmek lâzım" diyerek kız ve kadınlara karşı çarpık düşüncelerini dile getirebilmektedirler.Bu zihniyet içerisindeki görevlilere kalsa, kızlar ayrı otobüslerle gidip gelmeli, sinema, piknik, konser, tiyatro gibi aktivitelerden tecrit edilmeli, adeta üçüncü sınıf bir vatandaş gibi ezilerek, tahakküm altında, suçlu gibi inim inim inleterek yaşatılmalıdırlar.Ülkemiz, düz liseye devam eden bir genç kızın, sınıf kapısından erkek öğrenciyle yan yana geçmesini bile hazmedemeyen ailelerle doludur. Neden? Çünkü bu ailelerimizin kültür birikimlerinde böylesine endişelerin boş ve yersiz olduğunu gösterecek eğitimsel, ekonomik ve sosyal altyapı yoktur. Bu kesim, Kur'an'ın hiç dikte etmediği ama yanlış hurafelerin yönlendirdiği, kemikleşmiş ve gelenek gibi hüküm süren inançların etkisi altındadır. Buna ilaveten onlara TV'lerde durmadan gösterilen bir avuç dekolte görüntülerle dergi ve ilavelerde çıkan magazin satışlarına yönelik fotoğraflar endişe vermektedir. Bu yüzden birçok aile, ne yazık ki evde televizyon izlenmesini, gazete ve dergi okunmasını bile yasaklamıştır.Alt yapı eksikliğiBu ülkenin en önemli nüfusunu teşkil eden genç kızlarımızın bir bölümü, kendi değerlerini, başlarına örülen çorapları, arkada tutulmak istenmelerini, ezilip haklarının yenmesini henüz fark etmiş değillerdir. O kadar fark etmemişlerdir ki, erkeklerin ve muhafazakâr diye tanımlanan ailelerinin bu baskılarını gayet "doğal" karşılayanlar vardır. Hatta bazıları bu durumu müdafaa edip, yapılanlandestekleyebilmektedir.Oysa bu genç kızlarımız gerçekleri doğru pencerelerden bir görebilseler, erkeklerden hiç eksik bir yanları olmadıklarını, onlar gibi her konuda başarılı olabileceklerini, iş gücüne katılıp para kazanabileceklerini, her atacakları ileri adımda, etraflarını sarıp onları kontrol altında tutan erkeklerden ve onlara hizmet eden hanımlardan kurtulabileceklerini bir idrak edebilseler, işte siz o zaman görünüz bu ülke nerelere kadar tırmanıp, gelişebilir. Bu noktaya gelinceye kadar, kızlanmızın ve kadınlanmızın üzerlerine "çaktırmadan" basıp geçilmeye devam edilecektir. "Yeter artık. Çekilin. Ben de varım. Kur'an'da söylendiği üzere aynı siz erkeklerle eşitçe varım" diye kızlanmız düşünmedikçe, gürlemedikçe, bu hüzünlü durumlar devam edecektir.Önemli midir? Hem de nasıl! Çünkü kadın ve erkeğin, eşit şartlarda, omuz omuza vermediği hiçbir ülke kalkınamamıştır. En önemli unsur, en mühim kriter budur. Mustafa Kemal, bu gerçeği çok önce keşfettiği için bu olanakları Türk kadınına vermiştir. "Sen misin veren? Seni seni tezgah bozan! Bizler de senin aleyhine kampanyalar yapar, kızları etkiler, seni sevmemelerini sağlarız. Bunun için nice senaryolar hazırlar, kadınlara yutturur da yuttururuz." Türk erkeği ve siyasileri ve hocaları ve şeyhleri ve hacıları ve ağabeyleri ve babaları ve dayıları ve amcaları ve dedeleri ve işbirlikçi, düşüncesiz kadınları sessizce el ele vermiş, asırlardır ele geçirdikleri "gücü", kızlarla paylaşmamak için "vur abalıya" deyip durumu devam ettirmektedirler. Bizler de çağdaş ve gelişmiş ülkelere bakıp, "Yahu Türkiye neden kalkınamıyor?" diye saçma sapan sorular sorup durmakta devam etmekteyiz!
"Siz Yunanistan vatandaşısınız. Yunanistan'ın gelişmesi için çalışınız" diyen Başbakan'ı kutlamak isterim. Evet. Durum böyledir. Yurt dışına yerleşmiş her Türk asıllı vatandaş için geçerli bir söylemdir. Çok önemli bir ifadedir. Ama bu çok önemli ifade, Yunanistan Başbakan'ı Karamanlis'in Emine Hanım'ı yanağından öpmesi fırtınası içinde kaynayıp gidiyor!Karamanlis in Emine Hanım'ın yanağına bir "güle güle" öpücüğü kondurmaya kalkışması, yerleri yerinden oynatıyor. Hazımsızlık, diz boyu. İtalya Başbakanı Berlusconi de benzer bir durum yaşamıştı. Gelin hanıma saygı ifadesi olan "el öpme" hareketi, geri çevrilmişti. Emine Hanım da öbür yanağını öptürtmemiş.Benzer bir durumu, ben, elimi uzattığım Abdurrahman Dilipak ile yaşadım. Dilipak, "Ben hanımların eline dokunmam" demişti.Bu tür olumsuz yaklaşımları çağdışı kültür birikimleri olarak görüyorum ve değişmeleri gerektiğine inanıyorum. Hiç kimse de bana, "Bu İslâm'a uygun bir harekettir. Kur'an'da böyle yazıyor" demesin. Çünkü kutsal kitabımızda böyle hiçbir talimat yoktur.Asıl önemli olan, Gümülcine'de yaşayan Türk asıllı Yunan vatandaşlarına Başbakan'ın yukarıda sarf ettiği sözlerdir. İki yıl önce ziyaret ettiğim Gümülcine'de bire bir görüşme fırsatı bulduğum bu insanların, genel olarak durumlarından mutlu olduklarını görmüştüm."Durumlar eskisi gibi değil Ayşe Hanım. Yunanistan AB'ye üye kabul edildiğinden beri, bizim haklarımız çok daha eşitlikçi bir hale geldi. Eskiden Türkiye üniversitelerinden mezun olmuşlarımızın diplomaları bile kabul edilmiyordu. İş bulmakta zorluk çekiyorduk. Yeni nesil Türk asıllı Yunanlılar artık bir Yunan'dan farksız Yunancaları ile yöre üniversitelerine devam ediyorlar.Çok da başarılı oluyorlar. Burada eğitim kurumu eksikliği veya sorunları kesinlikle yok. Herkes istediği dalda eğitim alabiliyor ve iş yaşamına karışabiliyor."Ancak Yunanistan vatandaşlanyla, ortak bir şikâyetleri vardı Türk asıllı Yunanların: "Şu AB'ye girildi ya? Yaşam o kadar pahalılaştı ki, eski güzel günleri arar olduk. İnanır mısınız, bir gece içinde cebimizdeki paranın üçte biri buharlaştı, yok oldu. Her ürünün fiyatı bir gece içinde üçte bir arttı."Bunun yanında, AB'den maddi destek alabilen nice müteşebbis, Rodop Dağları eteklerine, harikulade turistik tesisleri kurabilme imkânına kavuştu. Bu da madalyonun öbür yüzüydü. Ama gelin de AB'ye girip, paranın euroya çevrilmesiyle müteessir olduklarını düşünen sade vatandaşlara. Onlar memnun değillerdi ve ağız birliği yapmışcasına, "Ahh nerede o eski günler? Acaba AB'ye üye olmakla doğru mu yaptık?" sorusunu soruyorlardı.Okuyucu mektubuTelekom mağdurlarından mesaj var■ Telekom konusuna öncülük ettiğiniz için size teşekkür ediyorum. Galiba Telekom kendi eksik ve kusurlarını vatandaşlara ödetme yoluna gidiyor. Tabii bu da bizleri zor duruma düşürüyor. Ben de Telekom mağduruyum. (S. Akarçay)* Geçenlerde bu konuda köşemde anlattığım olay üzerine Telekom'dan beni aradılar ve bir yanlışlık varsa düzeltmek istediklerini belirttiler. Bana neticeyi de bildirmelerini rica etmiştim. Bekliyorum. Öğrendiğime göre Türkiye'nin her noktasında "arama listesi makineleri" yokmuş. Bu yüzden yüksek faturalara tekabül eden "aranan numara listeleri" temin edilemiyormuş. İnşallah en kısa zamanda bu aletler her tesise yerleştirilir de vatandaş ödediği faturaların gerçekten aradığı numaralardan kaynaklandığına emin olur.
Geçenlerde CNN International' daki Larry King'in programında, 63 yaşında olmasına rağmen muhteşem bir Raquel Welch izledim. Bir nokta çok dikkatimi çekti. Dördüncü eşinden de boşanan Welch, bir hayli hüzünlü ve düşünceleri dağınık bir biçimde Beverly Hills'in virajlı yokuşlarından birisinden Mercedes marka otomobiliyle inerken, dikkati iyice dağılmış olmalı ki, karşıdan gelen bir cipin altına girmiş."Karşıdan gelen otomobille kaçınılmaz bir kaza olacağını anlamıştım. Tam çarpışacağımız anda sol kolumu, yüzümü korumak için kaldırmıştım ki, direksiyondaki hava yastığım açıldı. Aynı anda sol kolumda büyük bir acı hissettim. Cipe hiçbir şey olmamıştı. Derhal bir ambulans geldi ve acile gittik. Sol kolum, dirsekten elime kadar paramparça olmuştu. Hava lastiği, içerideki kemiğimi çıtır çıtır kırmış, derimi sıyırmış, beni de tarifi imkânsız bir ıstıraba sokmuştu. Doktorlar kemiklerimi temizlediler ve elimi, dirseğime çelik çubuklarla bağladılar."Welch, uzun tedaviler sonucu artık elini kullanabiliyor. Ancak ağırlık kaldırması henüz mümkün değil. Şimdi hikâyenin en ilginç yerine geldim. Bakın daha neler anlattı Welch:"O karmaşa, gürültü ve acı içerisinde çok hoş, rahatlatıcı ve yumuşak bir hanım sesi duydum."Neler diyordu bu kadın? Hayal mi görüyor diye merak ettim."Yumuşak ses bana diyordu ki: Merak etmeyin bayan Welch. Şu anda bir otomobil kazası geçidiniz. Bulunduğunuz yer Beverly Hills'in Canyon Drive sokağı. Sakin olun. Kımıldamayın. Ambulansa haber verildi bile. Çok kısa zamanda yanınızda olacak. Acınızı dindirecek doktor ve hemşireler sizi derhal hastaneye götürecekler. Telaşlanmayın, panik yapmayın, her şey kontrol altında."Bu sesin kendisine ne kadar iyi geldiğini, nasıl güven verdiğini heyecanla anlatan güzel yıldız, konuşmasına devam ediyor:"Mercedes marka arabaların içinde bulunan en son sistemmiş bu. Ben farkında bile değildim. Meğer otomobilimde hava yastığı açılır açılmaz, haber otomatikman elektronik mesajla bir merkeze gidiyormuş. Bulunduğum yerin tam adres belli oluyormuş. Aynı saniyede hastane ambulansına da haber gidiyormuş ve yardımcı ekip yola çıkıyormuş."Gördünüz mü şu sistemi sevgili okuyucular? Şimdi düşünüyorum tabii. Farz edelim bende de Raquel'in Mercedes'inden bir tane var. Yavaş yavaş Tahtakale'nin tepesine doğru çıkıyorum. Trafik yoğun mu yoğun. Karşıdan inen eski bir kamyon, freni patlamış üzerime kayıyor. Çarpışıyoruz ve benim hava yastığım da açılıyor. Gelsin bakalım bizim ambulans o yokuşta yaralı biçimde kalakaldığım o noktaya. Mümkün değil! Etrafta plastik oyuncakçılar, kovacılar, süpürgeciler. Arkam yılan kuyruğu gibi dolu. Zaten tek arabalık geçiş yönü. Mümkün değil vallahi!Haluk'a söyledim bunları. "Ayşeciğim sen de Raquel Welch kadar güzel ve alımlı olsaydın, Tahtakale yokuşlarına tırmanmazdın. Ya Paris'in geniş caddelerinde, ya Roma'nın Via Venetto'sunda, ya da Washington'un 1600 Pennsylvania Caddesi'nde (Beyaz Saray'ın adresi!!) olurdun. Tüm ambulanslar da sana anında yetişirdi. Üzülme ama istersen Tahtakale Yokuşu'na da bir daha çıkma" dedi.Okuyucu mektubuHP, size mutlaka yardımcı olacaktırGaziantep'te İrfan Bilgisayar adlı bir aracı kuruluştan, "HP Photosmart 23" marka digital fotoğraf makinesi aldım. Ancak kılıf vermediler. Makine üç hafta sonra çalışmadı. Aldığım yere götürdüm. Onlar da beni HP'ye gönderdiler. Gelen cevapta, "İçine su kaçmış. Tamir için 220 dolar gerekiyor" diyorladı. Kılıf vermemeleri onların hatası değil mi? Ayrıca makineye hiç su kaçırmadım. (Adı bende saklı bir okurum)HP, dünyanın sayılı şirketlerinden biridir ve müşteri memnuniyeti konusunda çok dikkatlidir. Hiçbir fotoğraf makinesini "eksik" satmaz. Bence burada bir yanlış anlama var. HP size yardım edecektir. Bundan eminim. Keşke kılıfsız almasaydınız.
Geçen cuma günü ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ve ekibi, hem Senato hem de Temsilciler Meclisi'nin Silahlı Kuvvetler Hizmet Komitesi'ne hesap verdi. Savaş mahalliyle hükümet arasındaki bağlantıyı sağlayan General Smith, tüm endişeli bakış ve tutumuyla izleyenlere şu mesajı veriyordu: "16 Ocak 2004'te fotoğrafları gördüm."Oysa Rumsfeld durmadan ne söyledi: "Olayı raporda okumakla fotoğrafları bizatihi görmek arasında çok fark var. Ben bu fotoğrafları ancak dün gece saat 19.30'da gördüm. Medyadaki görüntüleri hariç tutuyorum. Midem döndü! Etkileyiciydiler."General Smith, bu fotoğrafları 16 Ocak'ta görünce midesi dönmedi mi? Koşup Genelkurmay Başkanı Orgeneral Myers'a göstermedi mi? Midesi dönmesi beklenen Myers, koşup bunlan Rumsfeld'e göstermedi mi? Bunlan görüp midesi dönen Rumsfeld hemen koşup aynı fotoğrafları Başkan Bush'a göstermedi mi? Böyle bir zincir var.Hillary Rodham Clinton soruyor: "Durumu araştırıp önümüze konan Taguba Raporu'nu okuyunca da benim midem döndü. Fotoğraf görmeme gerek yoktu. Sizin mideniz fotoğraflan görünce mi döndü?"Demokrat bir senatör, Myers'a soruyor: "Siz bir ordu mensubusunuz. Nasıl oluyor da sivil bir medya kanalına telefon edip, fotoğrafları ekranda göstermemeleri için baskı yapıyorsunuz? Burası demokratik bir ülkedir. Hangi hakla kontrol, geciktirme, bastırma eylemleri yapabiliyorsunuz? Size bunu yapmanız için kim emir verdi? Bu yaklaşımınızın demokrasiye aykırı olduğunu bilmiyor musunuz?"Başka bir senatör Rumsfeld'e soruyor: "Suçlular cezalanacak mıdır?"El cevap: "Mağdurlar tazminat alacaklardır. Miktar belli değildir ancak tazminatlandırma yapılacaktır. Tabii ki davalar sürmektedir ve kimse kayırılmadan suçlular divan-ı harp yasalarıyla cezalandırılacaklardır..."Bir senatör Rumsfeld'e diyor ki: "Çukura girmiş durumdayız. Çukura düşen, kazmayla deliği daha fazla derinleştirmemeli."Rumsfeld çukurun derinliğinin daha artacağını belirtiyor ve diyor ki: "Daha çok fotoğraf var. Bir de sadist işlemleri gösteren video var. Çukur derinleşecektir, hazır olun."Demokrat Senatör Benjamin Nelson diyor ki: "Bugüne kadar ABD'nin sembolü, elindeki meşaleyle Özgürlük Heykelimizdi. Artık kafasına külah geçirilmiş, kolları iki yana açılmış çırılçıplak bir Iraklı esirin görüntüsü ABD'nin sembolü oldu. Bu görüntüyü yıllarla temizleyenleyiz. İnsan hakları konusunda artık dünya üzerinde hangi ülkeyi eleştirebiliriz?"Üç kez Rumsfeld'in istifasının şart olduğu belirtildi. Üçünde de Rumsfeld bu konuyu zaman zaman düşündüğünü, şayet ülkesine faydalı olamayacağına inanırsa istifa edebileceğini ancak siyasi bir komplonun içine itildiğine inandığını belirtti.Bir senatör soruyor: "Geçen sefer karşımıza geldiğinizde asker adedinin yeterli olduğunu, istediğiniz azami parayı da verdiğimizi biliyorsunuz. Simdi 20 bin asker daha istiyorsunuz. Para talebiniz varmış. Amerikan halkı nasıl dayanır bu sürpriz gelişmelere?"Temsilciler Meclisi'nde de şu soruluyor: "Kitle imha silahları var dediniz, çıkmadı. Irak'a demokrasi getireceğiz dediniz, getiremiyorsunuz. Rumsfeld, biz neden Irak'tayız? Bize bunu izah eder misiniz?"Bir zincir var. General Smith, General Myers, Rumsfeld ve Başkan Bush. Rumsfeld'in istifası demek hepsinin gitmesi demek. Bu soruşturmada benim gördüğüm bu.Myers ve Rumsfeld, Başkan Bush'u korumak zorunda kaldılar çünkü hiçbir konuda tam açıklama yapmadılar. Rumsfeld, siyasi komplo teorisine sarılmış gibiydi. Birisinin istifası, tüm kulenin yıkılması demek olacak. Bush'un kasım seçimlerini kazanması çok zorlaştı.Okuyucu mektubuBir de psikologa görünün* Nefes alırken bir tıkanma hissediyorum. Doktorlar, "Her şey normal, bir şeyiniz yok" diyorlar. Sigara ve içki de kullanmıyorum. Acaba bana bir tavsiyede bulunabilir misiniz? (F. K.)* Doktorlar sizin fiziki olarak bir sorununuzun olmadığını belirtmişler. Böyle rahatsızlıkların daha çok ruhsal ve sinirsel gelişmelerden ileri geldiği belirtilir. Ancak bunlara mutlaka doktorun karar vermesi gerekir. Benim önerim bir psikologa görünmenizdir.
Maliye Bakanımız Sayın Kemal Unakıtan'ın eşleri Sayın Ahsen Unakıtan, Anneler Günü münasebetiyle bana çok hoş bir hikâye göndermiş. Ben de bunu sizlerle paylaşmak istiyorum: Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk varmış. Bir gün yüce Tanrı'ya sormuş:"Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler. Fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?""Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana hergün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.""İnsanlar bana bir şey söylediklerinde dillerini bilmeden söylediklerini nasıl anlayacağım?""Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel sözcükleri söyleyecek. Sana konuşmayı sevgiyle öğretecek.""Peki, ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım?""Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.""Dünyada kötüler de varmış. Beni onlardan kim koruyacak?""Meleğin seni kendi hayatı pahasına da olsa koruyacak.""Fakat ben seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.""Meleğin sana hep benden söz edecek ve ulaşmanın yolunu öğretecek."O sırada cennette bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Çocuk, gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar:"Şimdi gitmek üzereysem benim meleğimin adı ne?""Meleğinin adının önemi yok. Sen onu "ANNE" diye çağıracaksın."Gerçekten çocuklarımız, biz anneler için çok kutsal varlıklardır. Onları sevgi, saygı ve derin anlayışlarla büyütüp eğitmek zorunda olduğumuzu insiyaki olarak biliriz. Bizler için hiç zor değildir bu yaklaşım. Şefkatli kucaklarımızda nice yaşlar kurutulmuş, üzüntüden bitap olmuş gözler, kahkahaya dönüşmeden kucağımızdan ayrılmamıştır. Çocuklarımız bizi üzse bile affedileceklerini bilirler. Bu, biz anneler için çok kolaydır. Bizim sevgimiz, üzüntülerle yıkılacak hafiflikte değildir. Bizler, çocuklarımız üzerine sağlam, geniş, koruyucu ve destekleyici kanatlarımızı gereriz. Ancak bu destek, çocuklarımızın kendi kanatlan oluşup, tek başlarına uçabilinceye kadar sürer. Ondan sonra kenara çekilir, çocuklarımızla gurur duyar, sevindiklerinde sevinir, üzüldüklerinde iki misli üzülürüz.Biz anneler bugün hediyeler beklemiyoruz. Uzaktaysak, telefon açıp, "Annem seni çok özledim, seni kucaklıyor ve seni seviyorum" demek yeterlidir. Yanımıza gelebilenlerin bir gülücüğü, bir sanlısı bize en pahalı mücevherden, en nadide kürk ve eşyadan çok daha değerlidir.Bugün biraz da çalışan annelere seslenmek istiyorum. Doğamız icabı çalışan anneler olarak vicdan azabı duyarız. Evden ayrılırken yavrularımızın o "gitme anne" bakışları, yüreğimizin ortasına gelip saplanır. İşe giderken, çalışırken içimizi bir üzüntü, bir vicdan azabı kavurur. Bu konuda bir anımı da paylaşmak isterim sizlerle...Bilirsiniz, kışın hava erken kararır. Kızım Canan, üst kattaki yatak odası kaloriferinin üzerine bir yastık yerleştirir, yoldan geçen arabaların ışıklarına bakar, "Bu araba annemin. Olmadı, şu araba annemin" diye hüzünle yolumu beklerdi. Büyüyüp de fikirleri gelişince bana dedi ki: "Anne, iyi ki beni dinleyip, işini bırakmamışsın. Böylece çok daha bilgili, görgülü, deneyimli ve bize daha faydalı bir anne oldun sen!"Buyrunuz. Bu sözleri duyduğum gün o kadar sevinmiştim ki! Çalışan kadın, zihinsel ve deneyimsel zenginliklerle doludur. Çocuklarını yaşama daha donanımlı hazırlar. Yalnız iş hayatinizin dışında çocuklarınızla olan beraberliğiniz yüzde yüz değil, yüzde yüz onbeş olmalıdır! Bütün bu bilgiler, "Annelik Deneyimlerim" adlı kitabımda mevcuttur.Yanında olunuzÇocuk, her anne ve baba için özel bir hediyedir. Yakın olmanın belirli bir süresi vardır. Yavrumuz gelişmiş bir birey olarak topluma katılınca anneler ve babalar kenara çekilip yavrularını uzaktan izlemeye hazır olmalıdırlar. Fikir ve yardım istenince hemen verilmeli, bunun dışında anne ve babalar çocukların dünyalarına çok karışmamalıdırlar. Çocuğunuzun hata yapmak üzere olduğunu gördüğünüz zaman bir ikazda bulunabilirsiniz.Bu önerinizi benimsemiyorsa, bildiğini yapmak istiyorsa yapacağınız bir şey kalmayacaktır. Gireceği fırtınada yanında olunuz, suçlamayınız. O dersini alacaktır. Hatanın altını çizmeyiniz. Aynı hataya tekrar düşmemesi, anne ve babalar için en mükemmel basandır.Anneler için manevi tatminin yanında dünyada para, pul ve madde son derece önemsizdir. Gelişmiş toplumlarda yaşadığım dönemlerde, bizde hâlâ var olan, oralarda çoktan terk edilmiş çok önemli eksiklikler saptadım. Anne ve babası yaşlanan her kişi en kısa zamanda onları bir yaşlılar evine yerleştirmekte, bundan sonra da kapılarını yılda bir kez çalmaktadır. Kullanılıp, faydalanılıp bir köşeye atılma hissini bilir misiniz? İşte gelişmiş toplum yaşlılan bu konumdadır. Bizlerde henüz yerleşmemiş bu alışkanlıkların yer etmesinden çok korkmaktayım.En kutsal meslekNeticede, hepimiz gelmişiz bu dünyaya ve çekip gideceğiz. Sağlık problemi olmayan yaşlılarımızı, mekânımız mümkün kılıyorsa yanımıza alalım, coşkumuzu onlar da paylaşabilsinler.Anne olmak isteyip de olamayanlara da bir çift sözüm olacak...Dünyanın en kutsal mesleği anneliktir. Tıbben bir yavru sahibi olamıyorsanız, lütfen evlat edininiz! Soğukta kalmış bir yavruya sıcak yuvanızı açınız. Onun size sağlayacaktan, sizin vereceğinizden fazla olacaktır. "Kendi kanım... Kendi kanım..." sözlerine takılmayınız. Tıbben imkân yoksa evlat edinmenizi öneriyorum.Bugün tüm annelerin yakınları tarafından anılmasını, aranmasını, ziyaret edilmesini diliyorum. İş icabı ziyaret edemeyen çocukları da hiçbir annenin suçlamayacağını biliyorum. Ahsen Unakıtan Hanım'a da tekrar teşekkür ederken hepinizin Anneler Günü'nü kutluyorum!
Ahmet Hakan'a geçen günkü, "Saç kontrolü 'Hair' filmi vs." başlıklı yazısı için teşekkür etmek istiyorum. İmam hatip lisesi deneyimlerini köşesinde anlatırken çok iç burkan, hüzünlendiren, insanı umutsuzlandıran itiraflarda bulunmuş. Cesaretini kutlarım. Hakan'ın bu yazısından birkaç alıntı yapmak istiyorum."İmam hatipte okuyordum. Her sabah 'haşin ve gaddar müdür yardımcısı'nın elindeki makasla yaptığı 'uzun saç' denetimini kazasız belâsız atlatabilmek için dua ediyordum.Kurtulamadığımda, 'hoyrat bir makasla oyulmuş saçlarımı' saklayarak ve kendimi alabildiğine aşağılanmış hissederek berberin yolunu tutuyordum. 'Kızlarla konuşmak' adını verebileceğimiz bir suç vardı o okullarda. Açıp kayıtlara bakalım. Kaç imam hatiplinin 'kızlarla konuşmak' suçu nedeniyle disiplin kurullarında nedamet dolu ifadeler verdiğini saptayalım...Hep bir yarış halinde oldular çünkü onlardan 'imam hatip farkı'nı göstermeleri isteniyordu. Okula gittiler ayrı bir dünya, sokağa çıktılar ayrı bir dünya. Sinemaya gitmeleri takip edildi. Müdür odalarında sinemaya gitmenin hesabını verdiler."Kimbilir daha neler var? Yaşamadığımdan bilmiyorum. Kimse de açıklamıyor. Ahmet Hakan'a buradan tekrar teşekkürler. Keşke bir de kız öğrenci dinleyebilsem. Cesur bir biçimde, o da isyanlarını, yasaklara kızgınlıklarını dile getirebilse. Kimbilir neler anlatırdı? Uygar ülkelerin yaptığı bilimsel araştırmalara yüz seksen derece ters yönde bir uygulama! Bireyin kişiliği, yeteneği, yaratıcılığı besleneceğine, tam tersine bastırılarak, ittirilerek, kaktırılarak, dal tazeyken, olgunlaşamadan, farkına bile varamadan, bir tahakküm, bir ısrar, bir kontrol...Ceza neye yararBu doğru olamaz! Hiç kimse benim karşıma geçip bu usul ve yordamın doğru olduğunu iddia etmesin. Bu ısrarcı tutumun, çocuk ruhunda ne gibi hasarlar yaratacağı bilinmez mi bu okullarda? O genç yaşlarda açılan gediklerin, yıllar ilerledikçe bambaşka mecralarda, alakasız durumlarda, nasıl derin kişisel sorun ve sosyal dengesizlikler meydana getireceğini kimse bilmiyor mu imam hatip yönetimlerinde?Yasaklanan, cezalandırılan her tutumu, gençler daha büyük ısrarla arzular ya! Mantıksız baskılardan için için kavrulur ya! Sinema yasakmış! Neden? Gerekçe? Garanti tiyatro da yasak! Belki televizyon da zararlı? Kim karar veriyor? Nerede yazıyor? Kim bu karar verenler? Hangi hakla?Sırada tutmak için mi? Sıradan dışarı çıkılmasın diye mi? Bari oldu olacak gözleri de bağlayın. Kulaklara da birer tıpa!Buna karşın, elinize sağlık Sayın Gani Müjde. İşte "Hayat Bilgisi" dizisi. Kahkaha, neşe, ders, öğretmen, hortumlama, soygun, cazibe, müzik, disiplin tek kelimeyle yaşam kardeşim, yaşam! Her rengiyle, her hatasıyla, her fırtınasıyla, her sevgisiyle, coşkusuyla, üzüntü ve kahkahasıyla yaşam!Ahmet Hakan yazısında, "Şimdi o güzel çocuklar, bunca yıldır yaşadıkları çile yetmezmiş gibi bu kez de anlayışsız bir kavganın figüranı haline geldiler" diyor. Katılıyorum. Öğrencilerin karşılaştıkları bu çile karşısında Hakan devam ediyor: "Bırakıp, gidemediler okullarını çünkü imam hatipler, onlar için taşranın da taşrasından kurtulmanın aracıydı. Çaresiz katlandılar."Bunca hükümetin ülkeyi kalkındıramamışlılığı da mı imam hatipler yoluyla çocuklarımızın başına yıkılıyor? Büyüklerin küçüklere hazırladığı çapsız ve yanlış şu plana bakın, bakın da ağlayın!