Dünyanın her köşesindeki insanlar, uzmanların tavsiye ettiği hava kalitesinin çok daha altında soluyor. Bu, İsviçreli hava kalitesi teknolojisi şirketi IQAir’in yıllık raporunda yer alan çarpıcı bir bulgu. 138 ülkenin değerlendirildiği rapora göre, sadece yedi ülke, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) PM2.5 olarak bilinen zararlı küçük partiküller için belirlediği güvenli sınırları aşmıyor.Avustralya, Yeni Zelanda ve Estonya dışında birkaç küçük ada devletleri bu sınırlara uyan örneklerden. Bu ülkeler, dünya çapında ciddi hava kirliliği sorunuyla mücadele eden çok küçük bir grup. Zira Çad, Bangladeş, Pakistan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Hindistan gibi ülkelerde, hava kalitesi o kadar kötü ki, PM2.5 seviyeleri DSÖ’nün önerdiği limitlerin 10 katına kadar çıkıyor. Hatta Çad’da bu oran, korkunç bir şekilde 18 katını buluyor.HAVA KİRLİLİĞİ ÖLÜM RİSKİNDE İKİNCİ SIRADA!PM2.5, vücuda sızabilen ve organlara zarar verebilen son derece ince, zararlı partiküller. Uzmanlar, bu partiküllerin sağlığı ne denli tehdit ettiğini sıklıkla söylüyorlar ve hâlâ “güvenli” bir seviyenin bulunmadığını da belirtiyorlar. Hava kirliliği, kalp hastalıkları ve yüksek tansiyon gibi hastalıkların hemen ardından, ölüm riskinde ikinci sırada yer alıyor.IQAir CEO’su Frank Hammes, hava kirliliğinin etkilerinin anında görülmediğini, uzun vadede 20-30 yıl sonra bile ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini söylüyor. Ancak doğru politikalarla bu felaketten kaçınılması mümkün. Gerçek şu ki, hava kirliliği, insanların en çok ihmal ettiği ve göz ardı ettiği sağlık sorunlarından biri.TÜRKİYE’NİN DURUMU NASIL?Ülkemiz ise hava kirliliğinde 67’nci sırada yer aldı. Rapordaki haritaya göre Türkiye’nin en temiz ili Kırşehir. Ancak ‘Havası en kirli şehirler’ listesinde Kırşehir, 8 bin 954 kent arasında 4 bin 409’uncu. Yani orta sıralarda bulunuyor. Havası en kirli ilimiz ise bu listede 660’ıncı olan Düzce... Eskişehir Hekimdağ, Aydın, Gaziantep Şehitkamil ile Bilecik Bozüyük de dünyada en kirli havası olan ilk 1000 yer arasında bulunuyor. BİRKAÇ UMUT VERİCİ GELİŞME DE VARTüm bunlarında dışında IQAir’in raporunda dikkat çeken birkaç umut verici gelişme de var. Hindistan’da hava kalitesi, 2023 yılı ile 2024 yılı arasında yüzde 7 oranında iyileşti. Çin ise 2013-2020 yılları arasında kirlilik oranlarını yarı yarıya azaltmayı başarmıştı, bu eğilim 2024’te de devam etti. Pekin’deki hava kalitesi, neredeyse Bosna-Hersek’in Saraybosna şehriyle aynı seviyeye geldi. Dikkat çeken bir diğer gelişme ise Saraybosna’nın Avrupa’nın en kirli şehri olmaya devam etmesi.Hava kirliliği sadece büyük endüstriyel ülkelerle sınırlı değil. Doğu Avrupa ve Balkanlar gibi bölgelerde de ciddi kirli hava problemleri yaşanıyor. Kopenhag Üniversitesi’nden çevre epidemiyoloğu Zorana Jovanovic Andersen, Doğu Avrupa ve AB dışındaki Balkan ülkelerinin, kıtanın en kirli havasını soluduğuna dikkat çekiyor. En kirli ve en temiz şehirler arasındaki farkın ise tam 20 katı bulabildiğini belirtiyor.Günümüzde hükümetler, hava kalitesini iyileştirmek adına yenilenebilir enerji projelerine yatırım yapıyor, toplu taşımacılığı teşvik ediyor ve bisiklet yolları gibi altyapı projeleriyle yeşil ulaşımı destekliyor. Fakat hava kalitesi ölçüm verileri, birçok bölgede eksik veya yetersiz, özellikle de gelişmemiş ülkelerde! Bu da hava kirliliğiyle mücadelede büyük bir engel teşkil ediyor.
İklim değişikliğiyle mücadele, dünya genelinde giderek daha acil bir hale geliyor. Bu mücadelede ağaç dikmenin önemi ise her geçen gün daha fazla vurgulanıyor. Ülkeler, sera gazlarını azaltmak ve küresel ısınmayı sınırlamak amacıyla milyarlarca ağaç dikmeyi taahhüt ettiler. Ancak bu devasa projelerin başarısı, hangi tür ağaçların hangi bölgelere dikileceği gibi karmaşık sorulara dayanıyor.Örneğin İngiltere, 2025 boyunca 30 bin hektar ağaç dikmeyi ve bu oranı 2050’ye kadar korumayı taahhüt ederken, Avrupa Komisyonu 2030’a kadar üye ülkeler genelinde 3 milyar ağaç dikmeyi planlıyor. ABD ise 1 milyar ağaç dikmeyi hedefliyor. Ancak bu büyük projelerin başarıya ulaşabilmesi için doğru türlerin doğru yerlerde dikilmesi gerekliliği, bu taahhütlerin en büyük zorluklarından biri. Peki, hangi ağaç türleri hangi iklim koşullarında en iyi sonucu verir? Gelecekteki belirsiz iklim koşulları göz önünde bulundurulduğunda, bu soruya doğru yanıt vermek oldukça zor.İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nden çevre ekonomistlerinin yaptığı bir çalışma ise bu sorunun yanıtı için ilginç bir çözüm öneriyor: Yatırım portföyü yaklaşımı. Finans dünyasında, yatırımcılar riskleri minimize etmek için hisse senetleri, tahviller ve emtialar gibi varlıkları seçerken portföy çeşitlendirmesi yaparlar. Ağaç dikimi projelerine de benzer bir yaklaşım uygulanması gerektiği savunuluyor. Bu, ağaç türlerinin ve dikim yerlerinin çeşitlendirilmesi ile sağlanabilir.Bu stratejinin ana amacı, belirli ağaç türlerinin ve dikim alanlarının yanlış iklim koşullarında başarısız olması durumunda, diğer ağaç türlerinden ya da bölgelerden elde edilecek yüksek getirilerle dengelenmesi... Exeter Üniversitesi’nden doktora mezunu ve çalışmanın başyazarı Frankie Cho ise bu yaklaşımı şu şekilde açıklıyor: “Gelecekteki iklimin nasıl olacağı belirsiz. Eğer iklim değişikliği aşırı olursa, bazı ağaç türleri en verimli şekilde karbon giderimi sağlasa da bunlar aynı zamanda verimli tarım arazileri üzerinde yer alıyor. İklim değişikliği daha hafifse, daha az verimli arazilere iğne yapraklı ağaçlar dikmek daha mantıklı olabilir. Ancak bu türlerin hangi iklimde en iyi sonuç vereceğini kestirmek çok zor.”Sonuç olarak büyük ölçekli ağaç dikimlerinin başarılı olabilmesi için hem iklimsel hem de ekonomik belirsizliklerin göz önünde bulundurulması gerekiyor. Yatırım portföyü yaklaşımı, ağaç dikimi projelerinin uzun vadede başarılı olmasını sağlayarak bu alandaki riskleri azaltabilir. Bu, sadece iklim değişikliğiyle mücadelede bir adım daha atmamıza yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına da katkıda bulunacak.
Mikroplastikler, modern yaşamın görünmeyen ama etkili bir parçası haline gelmiş durumda. Gıda sistemimizde, içme suyunda, deniz ürünlerinde ve hatta meyve-sebzelerde yaygın olarak bulunan bu küçük parçacıklar, sağlığımıza potansiyel tehditler oluşturuyor. Günlük yaşantımızda bu mikroplastiklere maruz kalmamız kaçınılmaz olsa da bu durumdan nasıl etkilenebileceğimiz ve bu etkileri nasıl azaltabileceğimiz konusunda farkındalık geliştirmek hayati önem taşıyor. Mikroplastiklerin sağlığımız üzerindeki olumsuz etkileri hakkında artan araştırmalar, bu konunun ciddiyetini gözler önüne seriyor.Mikroplastiklere karşı atılacak adımlar, yaşam tarzımızda yapacağımız küçük değişikliklerle başlayabilir. Tamamen kaçınmak zor olsa da maruziyeti azaltmak mümkün…1- AHŞAP, PASLANMAZ ÇELİK VEYA SERAMİK GİBİ DAHA GÜVENLİ ÜRÜNLERİ KULLANMAK GEREKİYOR?Mikroplastikler, deniz ürünleri, su, meyve, sebze, et ve özellikle yüksek oranda işlenmiş gıdalarda bulunuyor. Plastik mutfak eşyaları da evde önemli bir kirlenme kaynağı. Yapılan araştırmalara göre, ortalama olarak yılda 3,8 milyon mikroplastik tüketiyoruz; bu miktarın çoğu gıda yoluyla vücudumuza giriyor. Mikroplastik maruziyetinin sağlık etkileri üzerinde pek çok araştırma bulunuyor. Özellikle bazı çalışmalar kalp krizi, felç ve diğer sağlık sorunlarıyla ilişkili olabileceğini gösteriyor. Bilim insanları, maruziyeti azaltmak için adımlar atılması gerektiğini vurguluyor.Bu durumda, ne yaparsanız yapın, yemeğinize neredeyse kesinlikle biraz plastik girecektir. Bu nedenle kimyasallardan kaçınmak için atabileceğiniz en kolay adımlara öncelik verin. Örneğin, plastik mutfak gereçlerini ahşap, paslanmaz çelik veya seramik gibi daha güvenli alternatiflerle değiştirmek, atılacak basit ama etkili bir adım. Eğer evinizde plastik bir kepçe varsa, paslanmaz çelikten yapılmış olanını deneyin; bu basit değişiklik bile mikroplastik maruziyetinizi azaltabilir.2- PLASTİĞİ ISITMAKTAN KAÇININPlastikler, 16 binden fazla kimyasal içerebilir ve bu kimyasallar, ısıtıldıklarında veya sıcak ya da asidik yiyecek ve içeceklerle temas ettiklerinde çok daha yüksek oranlarda sızabilirler. Örneğin, yakın zamanda yapılan bir araştırma, tek kullanımlık kâğıt kahve bardaklarının sıcak sıvı eklendiğinde trilyonlarca plastik parçası dökebileceğini gösterdi. Çay poşetleri de benzer bir şekilde milyarlarca parçacık salabilir. Mikrodalgaya girebilen plastikler, sıcak tavalarla kısa süreli temas eden plastik kaplar da risk taşıyor. Bu nedenle, yeni ve güvenli kap kacaklar edinerek bu durumu en aza indirmeye çalışmalıyız.3- AMBALAJ SEÇİMLERİNİZİ GÖZDEN GEÇİRİNMikroplastik maruziyetini azaltmanın bir diğer önemli yolu, ambalaj seçimlerinizi gözden geçirmek. Çoğu gıda ürününün ambalajları genellikle plastik içerir ve bu da mikroplastiklerin gıdaya sızmasına neden olabilir. Mümkünse, taze ve organik ürünleri tercih edin ve ambalajsız ya da minimal ambalajla satılan ürünlere yönelin. Yerel pazarlardan alışveriş yapmak hem sağlıklı gıdalar tüketmenize hem de plastik ambalajlardan kaçınmanıza yardımcı olabilir.4- SU FİLTRELEME SİSTEMLERİNİ DEĞERLENDİRİNaSu, günlük yaşantımızda en çok tükettiğimiz maddelerden biri ve mikroplastiklerin suya sızma riski oldukça yüksek. Bu nedenle, evde kullanabileceğiniz bir su filtrasyon sistemi kurmak, mikroplastik maruziyetinizi azaltmanın etkili bir yolu. Filtreler, suyunuzdaki zararlı maddeleri temizlerken, aynı zamanda mikroplastikleri de ortadan kaldırabilir. Böylece hem suyunuzun kalitesini artırabilir hem de sağlığınızı koruyabilirsiniz.
Günümüzde çevre kirliliği, insan sağlığını tehdit eden en önemli sorunlardan biri haline geldi. Özellikle mikroplastikler, doğada ve insan vücudunda yaygın olarak bulunan küçük plastik parçacıkları olarak, sağlık üzerinde ciddi riskler taşıyor. Son dönemde bu konuya dair yapılan araştırmaların sayısı da oldukça arttı.Örneğin, bir önceki yazımda Wuhan Üniversitesi’nden bir ekibin gerçekleştirdiği çarpıcı bir çalışmadan bahsetmiştim. Bilim insanları, atık sulardaki mikroplastikleri ortadan kaldırma potansiyeline sahip, doğa dostu bir ‘biyolojik sünger’ geliştirdiler. Geçtiğimiz ay yayımlanan bu araştırma, söz konusu süngerin sulama suyu, gölet suyu, göl suyu ve deniz suyu gibi farklı örneklerde mikroplastiklerin yüzde 99,9’unu temizleme başarısını gösterdiğini ortaya koydu.Şimdi ise yeni bir hakemli araştırma, meyve ve çiçeklere canlı renklerini veren antioksidanların, mikroplastiklere maruz kalmanın üreme sistemi üzerindeki bazı tehlikeli etkilerini etkisiz hale getirebileceğini gösteriyor. Bu çalışma, mikroplastiklerin üreme toksisitesine ve doğurganlık üzerindeki olumsuz etkilerine ışık tutarken, antosiyaninlerin potansiyel tedavi seçenekleri olarak öne çıktığını vurguluyor. Araştırma, fındık, meyve ve sebzelerde yaygın olarak bulunan antosiyaninlerin, mikroplastiklerin neden olduğu hormon dengesizliklerine ve doğurganlık sorunlarına karşı koruyucu etkiler gösterdiğini ortaya koyuyor. Antosiyaninler, testosteron ve östrojen seviyelerindeki azalma, sperm kalitesindeki düşüş ve erektil disfonksiyon gibi sorunlarla mücadelede umut verici sonuçlar sunuyor.Finlandiya-Çin Gıda ve Sağlık Ağı’ndaki araştırmacılar, “Bu zararlı etkileri ortadan kaldıracak doğal bileşiklerin araştırılması devam ediyor ve antosiyaninler bu konuda umut vadeden bir aday olarak ortaya çıkıyor” ifadesini kullanıyor. MİKROPLASTİKLER, 16 BİNDEN FAZLA PLASTİK KİMYASAL İÇERİYORMikroplastikler, tüketici ürünlerine kasıtlı olarak eklenen veya daha büyük plastiklerin parçalanmasıyla oluşan küçük partiküller. Bu parçacıklar, insan sağlığına ciddi tehditler oluşturan 16 binden fazla plastik kimyasal içeriyor.Mikroplastiklerin insan vücudunda, özellikle de üreme sisteminde yaygın olarak bulunduğu pek çok kez gözlemlendi. Erkeklerde, bu parçacıkların kan-testis bariyerini geçme yeteneği, iltihaplanmaya yol açarak sperm kalitesini olumsuz etkileyebiliyor. Araştırmalar, bazı antosiyaninlerin bu bariyerin bütünlüğünü koruyarak sperm sayısını artırdığını ve spermatogenezi iyileştirdiğini gösteriyor.Yapılan deneylerde, mikroplastiklere maruz kalan ve antosiyaninlerle tedavi edilen farelerin sperm kalitesinde ve hareketliliğinde artış gözlemlendi. Ayrıca, bazı mikroplastiklerin testosteron seviyelerini düşürdüğü, ancak antosiyaninlerin bu olumsuz etkiyi tersine çevirmeye yardımcı olduğu bulundu.Kadınlarda ise, mikroplastiklerin yol açtığı iltihaplanma, yumurtalık dokusunu etkileyerek östrojen seviyelerini düşürüyor. Araştırmalar, antosiyanin tedavisinin yumurtalık dokusunu koruyarak hormon seviyelerini normale döndürdüğünü ortaya koyuyor. Bilim insanları, “Antioksidan özellikleri yumurtalık fonksiyonunu korumaya ve potansiyel olarak doğurganlığı korumaya yardımcı olur” diye belirtiyor.Sonuç olarak, meyve ve sebzelerde bulunan antosiyaninlerin mikroplastiklerin zararlı etkilerine karşı koruyucu potansiyeli, üreme sağlığı açısından umut verici bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Bu doğal bileşiklerin, gelecekte mikroplastik kaynaklı sağlık sorunlarına karşı tedavi geliştirilmesinde önemli bir rol oynayabileceği düşünülüyor.
Mikroplastikler, çağımızın en zorlu çevresel sorunlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Dağların zirvelerinden okyanusların derinliklerine kadar, bu küçük plastik parçaları her alanda kendine yer buluyor. Everest Dağı’nın tepelerinde, denizlerin en derin çukurlarında hatta insan plasentalarında bile bu parçacıklara rastlamak mümkün. Tüm bu durum hem ekosistemlerimizi tehdit ediyor hem de insan sağlığını riske atıyor. Bu kirliliğin temizlenmesi ise karmaşık yapısı nedeniyle oldukça zor bir mücadele haline geliyor.Dünya genelindeki bu sorun ise bilim insanlarını harekete geçirdi. Çinli araştırmacılar, kalamar kemikleri ve pamuktan ürettikleri biyolojik olarak parçalanabilen bir sünger ile bu kirliliğe yenilikçi bir çözüm sundular. MİKROPLASTİKLERİN YÜZDE 99,9’UNA KADARINI TEMİZLEYEBİLME BAŞARISINI GÖSTERDİ Wuhan Üniversitesi’nden bir ekip, atık sulardaki mikroplastikleri ortadan kaldırma potansiyeli taşıyan bu malzeme ile doğaya dost bir alternatif geliştirdi. Geçtiğimiz ay yayımlanan araştırmaya göre, bu sünger, sulama suyu, gölet suyu, göl suyu ve deniz suyu gibi farklı örneklerde, mikroplastiklerin yüzde 99,9’una kadarını temizleyebilme başarısını gösterdi. Bu sonuç belki de umudun yeniden yeşermesi için bir fırsat da sunuyor. Ancak bu çözümün tek başına yeterli olup olmayacağı, önümüzdeki yılların en büyük sorularından biri.DAHA ÖNCEKİ YÖNTEMLER GENELLİKLE PAHALI VE KARMAŞIKTI, ŞİMDİ İSE DÜŞÜK MALİYETLİ OLMASI HEYECANLADIRIYOR Daha önceki çalışmalarda, mikroplastikleri su yüzeyinden temizlemek için geliştirilmiş yöntemler genellikle pahalı ve karmaşık olma eğilimindeydi. Bu da bu tür çözümlerin ölçeklenebilirliğini kısıtlıyordu. Wuhan’daki araştırmacıların geliştirdiği sünger hem kalamar kemiğinin hem de pamuğun düşük maliyeti ve yaygın olarak bulunabilmesi sayesinde, karmaşık su kütlelerinden mikroplastik çıkarma potansiyelini artırıyor.Avustralya’daki Griffith Üniversitesi’nde mikroplastikler üzerine çalışmalar yapan öğretim görevlisi Shima Ziajahromi, bu yeni yöntemin “umut verici” olduğunu ve bunun “yüksek riskli ve savunmasız su ekosistemini temizlemenin” etkili bir yolu olabileceğini belirtiyor. Ancak Ziajahromi, süngerin sularımızdaki mikroplastiklerin çoğunluğunu oluşturan tortulara batan mikroplastikleri temizleyip temizleyemeyeceği konusunda belirsizlik olduğunu da vurguluyor. Ayrıca, süngerlerin uygun şekilde bertaraf edilmesi gerektiğini hatırlatıyor; çünkü emdiği mikroplastiklerin çevreye zarar vermemesi için dikkatli bir yönetim gerektiriyor.Sonuç olarak, plastik kirliliğini en aza indirmenin ilk etapta “en önemli öncelik” olarak kalması gerektiği konusunda tüm bilim insanları aynı fikirde. Mikroplastik sorunu, yalnızca doğayı değil, aynı zamanda insan sağlığını da tehdit ediyor. Wuhan'dan gelen bu inovatif çözüm, belki de bu sorunu çözme yolunda önemli bir adım. Ancak, bu tür buluşların etkili olabilmesi için küresel bir bilinç ve kararlı bir eylem şart. Mikroplastiklerin karanlık gölgeleri arasında kaybolmamak için, hepimizin üzerine düşeni yapması gerekiyor.
Avrupa Birliği’nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi (C3S), bu yılın Ocak ayının kayıtlardaki en sıcak Ocak ayı olduğunu açıkladı. Dünya genelinde ortalama hava sıcaklığı 13 derece olarak ölçüldü; bu değer, 1991-2020 yılları arasındaki ortalamanın 0,79 derece üzerinde. Uzmanların belirttiğine göre, bu olağanüstü sıcaklıkların arkasında yatan temel sebep iklim değişikliği!C3S’nin müdür yardımcısı Samantha Burgess, “Ocak 2025, son iki yıldır gözlemlenen rekor sıcaklıkların devamı niteliğinde, korkarım Şubat ayı da buna eklenecek” diyerek durumu özetliyor. En kötüsü ise, geçtiğimiz Aralık, Kasım, Ekim ve Eylül ayları da sırasıyla o aylar için en sıcak aylar arasında yer aldı. Ayrıca 2024 yazı, kayıtlara geçen en sıcak yaz oldu ve 2024, tarihin en sıcak yılı olarak da hafızalara kazındı. OCAK AYI ENDÜSTRİ ÖNCESİ DÖNEMİN SICAKLIK ORTALAMASININ 3,15 DERECE ÜZERİNDE ÖLÇÜLDÜ!Ocak 2025, endüstri öncesi dönemin sıcaklık ortalamasının 3,15 derece üzerinde ölçüldü. Bu, insanların fosil yakıtları kullanmaya başlamasıyla atmosferde meydana gelen değişikliklerin etkisini de en net şekilde gözler önüne seriyor.Tüm bu durum yalnızca Avrupa ile de sınırlı değil. Kanada’nın kuzeydoğusu, Alaska, Sibirya, Güney Amerika’nın güneyi ve Avustralya gibi birçok bölgede sıcaklıklar ortalamanın üzerinde seyrediyor. Öte yandan, ABD’nin bazı bölgelerinde ve Orta Doğu’da ise kuraklık koşulları gözlemlendi. Bu durum, tarım ve su kaynakları üzerinde de ciddi baskılar oluşturuyor.DENİZ SUYU SICAKLIKLARI DA KORKUTUYORC3S, Ocak 2025'te küresel ortalama deniz yüzeyi sıcaklığının da 20,78 derece olarak kaydedildiğini belirtiyor. Bu, Ocak ayı için kayıtlardaki en yüksek ikinci değer. Daha sıcak hava koşulları, Arktik deniz buzu seviyelerinin de düşmesine neden oluyor; bu durum, iklim değişikliği ile mücadelede atılacak adımların aciliyetini artırıyor.Artık iklim değişikliğinin etkilerinin daha fazla hissedilmemesi için, bireylerden devletlere kadar herkesin sorumluluk alması gerekiyor. Sıfır emisyon hedefleri, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş ve doğanın korunması gibi adımlar, bu krizin üstesinden gelmek için kritik öneme sahip. Geleceğimizi korumak adına atılacak adımlar, insanlığın varlığı için hayati bir önem taşıyor. Unutulmamalı ki, iklim değişikliğiyle mücadele, sadece bilim insanlarının değil, her birimizin ortak sorumluluğu…
Küresel ısınma, dünya genelindeki doğal yaşamı ve şehir yaşamını derinden etkileyen önemli sorunlar arasında yer alıyor. Bu değişimlerin sonuçları, yalnızca sıcaklıkların artmasıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda şehirlerdeki ekosistem dengelerini de alt üst ediyor. İnsanların yaşam alanlarının genişlemesi ve iklimin elverişli hale gelmesi, birçok canlı türünün, özellikle de kemirgenlerin popülasyonlarında beklenmedik artışlara yol açıyor.Bu doğrultuda, şehirlerde artan fare nüfusu hem sağlık hem de yaşam kalitesi açısından ciddi tehditler oluşturuyor. Bu durumun arka planında yatan nedenlerin anlaşılması ve etkili önlemlerin alınması, şehir yönetimleri ve toplumlar için büyük bir önem taşıyor. FARELERİN İSTİLASINA UĞRAYAN ŞEHİRLER Science Advances dergisinde yayımlanan yeni bir çalışmaya göre, Washington DC, San Francisco, Toronto, New York City ve Amsterdam gibi şehirler, bu kemirgenlerin en çok artış yaşadığı yerleşimler.Verilere göre, son 10 yılda Washington DC’de fare sayısı yüzde 390, San Francisco’da yüzde 300, Toronto’da yüzde 186 ve New York’ta ise yüzde 162 oranında artmış durumda. Bu durum, şehirlerdeki yaşam kalitesini tehdit eden ciddi bir sorun haline geldi. Toronto’da, artan nüfusla birlikte “mükemmel bir fare fırtınası” yaşandığı belirtiliyor. Dünya genelinde haşere kontrol hizmetleri sunan bir şirket olan Orkin’in baş böcek bilimcisi Alice Sinia’nın aktardığına göre de sokaklarda yürüdüğünüzde ayaklarınızın altında farelerle dolu bir dünya görüyorsunuz. SADECE ABD DEĞİL DÜNYANIN PEK ÇOK ÜLKESİNDE DE BENZER DURUMLAR GÖRÜLECEKAraştırmanın başındaki Jonathan Richardson ise bu artışın sadece ABD’de değil dünyanın pek çok şehirlerinde Türkiye de dahil olmak üzere benzer şekilde devam edeceğini vurguluyor. Fareler, her yıl binalara sızarak milyonlarca dolarlık hasara neden oluyor ve insanlara 60’tan fazla hastalık taşıyor. Ayrıca, şehirlerdeki ekosistem üzerinde de olumsuz etkiler yaratıyor. Araştırmalar, sık sık farelerle karşılaşan kişilerin ruh sağlığının daha zayıf olduğunu da gösteriyor.Özetle, çöpleri torbalarla sokağa atmak yerine konteynerlerde saklamak, daha etkili bir yolu olabilir. Şehirlerimizdeki yaşam kalitesini korumak ve bu sorunla başa çıkmak için daha fazla bilinçlenmeye ve proaktif önlemlere ihtiyacımız var. Zira, fareler sadece bir haşere değil, aynı zamanda iklim değişikliğinin ve şehirleşmenin somut bir yansıması.
2024, kayıtlardaki en sıcak yıl olarak tarihe geçti ve son on yılda kaydedilen en sıcak on yılın hepsi de bu dönemde gerçekleşti. Son yıllarda yapılan çalışmalar, sıcaklıkların yükselmesiyle felaket hava koşullarının ve kitlesel yok oluşların kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Günümüzdeki sıcaklık artışının, geçmişte gördüğümüzden çok daha hızlı olduğunu belirtmekte fayda var. Özellikle bu hafta, ocak ayında olmamıza yurdumuzun büyük bölümünde Afrika sıcaklarının yaşanıyor olması da bunun en açık göstergesi…KÜRESEL ISINMA NEDEN ARTIYOR? Küresel ısınmanın başlıca nedenleri arasında fosil yakıt emisyonları yer alıyor. Bu emisyonlar, atmosferimizin kimyasını değiştirerek güneş ışığının dünyaya ulaşmasını sağlarken, ısının uzaya salınmasını engelliyor. Bu durum, dünyanın bir sera gibi sıcak kalmasına yol açıyor.Özellikle karbondioksit, atmosferdeki en yaygın sera gazı ve tüm iklim ısınma kirliliğinin yaklaşık yüzde 75’ini oluşturuyor. Petrol ise gaz ve kömür üretiminin yan ürünü; ayrıca kereste ya da tarım için temizlenen arazilere de katkıda bulunuyor. Metan ise, karbondioksitten 25 kat daha güçlü bir sera gazı ve tarım, petrol üretimi ve çöplüklerden yayılan atıklardan kaynaklanıyor.Küresel ısınmanın etkileri ise oldukça çarpıcı. Özellikle kutup bölgeleri ve dağ buzulları üzerindeki etkileri, Arktika’nın gezegenin geri kalanından dört kat daha hızlı ısındığını gösteriyor. Bu durum, kritik buz habitatlarını tehdit ediyor ve dünya çapında daha öngörülemez hava olaylarına yol açıyor.Ayrıca, sıcaklıkların artmasıyla birlikte yağışlar da aşırı hale geliyor. Hava her derece yükseldiğinde, atmosfer yaklaşık yüzde 7 daha fazla nem tutuyor; uzmanların açıklamalarına göre bu durum ani seller, yıkıcı kasırgalar ve daha güçlü kar fırtınalarına neden olabiliyor.Dünyanın önde gelen bilim insanları, bu konuda araştırmalar yaparak düzenli raporlar yayınlıyorlar. Son yayınlanan raporlar, iklim değişikliğinin ne kadar yıkıcı olabileceğini gözler önüne seriyor. Örneğin, mercan resifleri artık büyük bir tehlike altında; yüksek sıcaklıklar mercanların renkli alglerini dışarı atmasına neden olarak, onları daha hassas bir hale getiriyor.KÜRESEL ISINMAYI SINIRLAMAK TEORİK OLARAK MÜMKÜN MÜ? Küresel ısınmayı sınırlamak teorik olarak mümkün olsa da politik ve ekonomik zorluklar bu süreci karmaşık hale getiriyor. Fosil yakıt emisyonlarını azaltmak için rüzgâr ve güneş enerjisi gibi net sıfır emisyon teknolojilerine yönelmek gerekiyor. Ayrıca, ulaşım sistemlerinin elektrikli araçlar ve toplu taşıma gibi sürdürülebilir seçeneklerle güçlendirilmesi büyük önem taşıyor.Sonuç olarak, küresel ısınmanın getirdiği zorluklarla başa çıkmak için doğayı onarmak da kritik bir adım. Ağaçlar ve diğer ekosistemler fazla karbondioksiti emmede önemli bir rol oynuyor. Ancak, bu doğal kaynakları kaybetmek, iklim değişikliğiyle mücadele potansiyelimizi de azaltıyor.Gelecekte, artan sıcaklıklara uyum sağlamak için dayanıklı yapılar inşa etmek ve sıcak hava dalgaları sırasında evlerin verimliliğini artırmak zorundayız. Aksi takdirde, bu tehlikeli gidişatın sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacağız.