Vicdanlar kör kalpler kara!

16 Ekim 2017

Geçici olduğu aşikar bir deliliğin içinde, yani hayatta, üstüne üstlük her şeyin anlamsızlaşıp, kolayca buharlaşıp uçup gittiği bir dönemde yaşıyoruz. Yaşamaya çalışıyoruz. Hiçbir şeyin o eski damakta kalır tadı yok artık. Sanattan, toplumsal değer yargılarından, insan ilişkilerinden, aşklardan, evliliklere kadar, her şeyi içine alan bir değişimin ortasında buluverdik kendimizi. Klişeleşmiş tabiriyle ‘tüketim toplumu’nun içinde numaralanmış insanlarız ve 7’den 70’e ruhen tarumar olmuş gibiyiz.

30’larının sonunda biri olarak belli bir çizginin öncesi ve sonrasının eksisi ve artısına dair ucundan da olsa bir değerlendirme yapabilecek kadar hayatı koklamış olmalıyım. Aksi halde bir değer sahibi olmanın kıymetli olduğu zamanlara özlem duymazdım.Şimdilerde maalesef dünya herkesin birbiriyle yarıştığı bir yer haline geldi. Ruhu boş bir insan yığınının içinde karakteri ve yüreği kaliteli kadına/erkeğe hasretiz. Sevgi ve insanlık anlamını yitirdi ve bu vasıflara sahipler kuytuda kaldı. Devir ambalaj devri oldu. Bir işi kitabına uydurmaktır gidiyor. Uysun da ne kadar iğrençleştiğimizin önemi yok kafasını yaşıyor büyük çoğunluk. Daha da kötüsü öylesine kanıtsanmış ki bu, vicdani bir körlüğe varılmış. Ünlüsü, ünsüzü yolu nasıl aldığına değil, vardığı noktaya odaklı. Yolda onurlarıyla yürümeyi tercih edenlerin esamesi okunmazken, yan yollara sapıp, peşine şakşakçı sığ bir sürüyü katıp, yolun sonunda kralı/kraliçeyi oynayan sözde insancıklardan geçilmiyor ortalık. Bizim ‘toplum nazarı’ dediğimiz şeyin görüş açısı öyle dar ki, bir insanı önemli kılanın, değer ölçütünün ne olduğuna dair doğru çıkarımlar yapmalarını beklemek aptallık olur.

“Prim için” prim!

Her gün bir şekilde magazine malzeme olan insanlara bakıyorum da, bana korkunç geliyor bazı şeyler. Örneğin, Demet Akalın 33 bin TL bir çizmeye veriyor da, öz kuzeninin beyin kanseri olan oğluna yardım etmeyi çok görüp, çocuğun görme yetisini kaybetmesine göz yumabiliyor. Anneannesinin cenazesine gelmemiş olmasının cezasını kesiyor kuzenine. Küçük bir çocuğun hayatını değiştirme imkanı varken, buna sırtını dönebiliyor. Çok yazık... Aynı Demet Akalın şampiyon olan Ampute Milli Takımı’na tam da gereken ameliyat parası kadar kendi söylemiyle ‘prim’ veriyor. Ne denebilir ki? Mide bulandırıcı bir sahtelik.

Öte yandan, ‘her şeyden önce ben bir anneyim’ tayfasından Gülben Ergen’in eşini aldatmış olduğu haberleri gündemi meşgul ederken, Hülya Avşar programında her zaman yaptığı gibi konuğuna doğru düzgün konuşma fırsatı vermeden “Erkekler eğer arada bir eşlerine çaktırmadan bir şeyler yaparlarsa o evlilikler yürür ve bir yastıkta yaşlanabilirler. Bir erkek arada bir karısına çaktırmadan yapmak zorunda” diyebiliyor. Sonuçta hayatta her şey ortam ve koşullarla gelişiyor. Avşar’ın evliliğinde yıllarca aldatılmaya göz yummuş olması ve boşanmayı ancak bu durumun kıvrılamayacak bir şekilde basına malzeme olmasının ardından mecburen gerçekleştirmiş olmasından kaynaklı olsa gerek, her fırsatta erkeğin aldatışını ve kadının bunu görmezden geliyor oluşunu olağanlaştırma ihtiyacı hissediyor. Neden? Çünkü o zamanında buna göz yumdu. Bir nevi kendini kendi içinde aklamaya çalışırken ve bu kabullenişini bir kılıfa sığdırma ihtiyacı duyarken, buna öylesine inanmış ki, erkektir yapar, insan tek eşli değildir gibi klişe argümanlarla haklılık iddiasında olması ekstra vahim.

Son derece üzücü!

Aldatmak doğru bir davranış şekli değilse ki değil, bu yanlış kendi yolunda ilerlerken, onun karşısında durmamak, pasif kalmak, o yanlışın gelişmesinde rol oynamaktır. Bunun da iyi bir eş, zeki kadın, fedakar anne gibi sıfatlarla taçlandırılacak bir yanı yok. Acziyet içeren, belli çıkarlar nedeniyle, baştan boyun eğmiş, inisiyatif kullanmak istemeyen ve hatta doğruyu düşünme sorumluluğundan dahi kaçınan bir kadın profilinden başka bir şey değil. İlişkilerde erkeği/ kadını aldatmaya doğru eviren ve ona zemin hazırlayan tam da bu tutum. Hande Bermek için de bu sınıfa giren kadınlardan diyebiliriz. Kendisini öz yeğeniyle aldatan Murat Başoğlu’nun boşandığı eşi Bermek’in geçtiğimiz gün yaptığı açıklamalar gerçekten insanın ağzını açık bırakacak cinsten. Gerçekleri inkar eden ve tırnak içinde ‘çocuğum için’ mesajı veren açıklamaları bir yanıyla insana pes dedirtse de, daha çok üzüntü verici. Ben eminim ki hiçbir çocuk annesinin veya babasının sadece onu düşündüğü için böylesine onur kırıcı bir durumu, hele ki toplum önünde acınası şekilde göğüslemesini istemez. İstediği kadar pişmanım desin. Bir erkeği karısının veya sevgilisinin nezdinde gözden düşürebilecek sebeplerden biri de, öncesinde değil, yakalandığı ve baskı altında olduğunda geri adım atmasından başka nedir ki? “Hiçbir ilişki mükemmel değildir. Sadece birlikte olduğunuz insanın ne olursa olsun savaşmaya değer olduğunu içten içe bilmeniz yeterlidir.” diye bir söz var. Kesinlikle katılıyorum. Ancak merak ediyorum, aldatıldığını bildiği halde, parası ve gücü olmasına rağmen ilişkisinin devamı için savaşan kadınların motivasyonu nedir? Kimse sevgi demesin, zira gülünç oluyor!

Devamını Oku

Parıltılı evlilikler ve sesi para dolu kadınlar

26 Eylül 2017

Evlilik nedir? diye sormuşlar Melih Cevdet Anday’a, “Eskiden, kız tarafının ve oğlan tarafının ailesi bir araya gelir, yeni çiftin kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır, yeni ev düzülürdü. Tabii o zamanlar evler genelde bahçe içinde müstakil evlerdi. O yüzden buna “evlenmek” denirdi. Şimdi ise yeni evliler apartman dairelerinde yani katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik “katlanmaktır” demiş...

Şu sıralar evlenenler, evliliğin eşiğinden dönenler, boşananlar, aldatanlar, aldatılanlar, zengin evli erkeklere kancayı takanların haberleriyle dolup taşıyor gündem. Tabii magazine malzeme olan bu ilişkiler Melih Cevdet’in “katlanmak” olarak tanımladığı evliliklerden farklı bir ‘level’da seyrediyor.

Geçtiğimiz günlerde Acun Ilıcalı’nın, sekiz yıllık sevgilisi ve kızının annesi Şeyma Subaşı ile olan tantanalı düğünü her yerde gözümüze çalındı. Ilıcalı aşağı yukarı 15 yıl gibi kısa bir süre içinde füze rampasıyla tepeye fırlatılmışcasına ani bir yükseliş gösteren ve bizlere “nereden nereye” dedirten üç beş insandan biriyken, “nereden nereye” cümlesi son yıllarda Şeyma Subaşı için de sık kullanılır oldu. Televizyonculuğa muhabirlik ile başlayıp 2002’de “Acun Firarda” programıyla ekranda görmeye başladığımız Ilıcalı, şimdilerde TV8’in sahibi olarak karşımızda boy gösteriyor. Allah “yürü ya kulum” dedi, o da parmak arası terlikleriyle iyi yol aldı doğrusu... Peki Şeyma Subaşı? Onun rampası da haliyle Ilıcalı oldu. 2009’da katıldığı “Var Mısın Yok Musun” yarışmasıyla hayatı değişti. O sıralar evli olan Acun Ilıcalı ile yaşadığı aşk, onu kısa sürede ortalama bir hayattan, görünürde birçoklarınca imrenilesi bir yaşama taşıdı.

Ilıcalı’nın programlarının gördüğü ilgiye bakılırsa halk tarafından oldukça fazla sevildiği aşikar. Ancak yeni eşi Şeyma Subaşı ile ilgili aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Yapılan yorum ve eleştirilere baktığımda, sebep olarak gösterilebilecekler, verdiği röportajlarında da göze çarpan, tek vasfı zengin bir adamın sevgilisi ve çocuğunun annesi olmak olan ergenliğinden çıkamamış bir kadın profili çizmesi. Aynı zamanda görgüsüzlüğe varan derecede “parayı buldum, yaşıyorum” mesajı kokan varlığını sergileme çabası olsa gerek...

Dolayısıyla, Subaşı’nın evlilik hazırlıkları ve düğününü de abartılı bir boyuta taşımaması şaşırtıcı olurdu. Kime ne, bize ne? elbette... Gelin görün ki, insan iki kişilik bir mutluluğun taçlandırılması söz konusu olunca damatta da aynı çoşkuyu görebilmeyi istiyor. Ancak, sosyal medyada yapılan “Şeyma kendi kendine evlendi!” yorumlarına katılmamak mümkün değil. Maalesef Acun Ilıcalı bütün bu tantananın ortasında göze damat değil de, “kızının her türlü aşırılığına göz yuman bir baba figürü” gibi yansıdı. Dünyada da bir çok örneğinin bulunduğu şahane hayatlar tablosu bir çeşit Amerikan Rüyası gibi değil mi? “Hayatınızı, satabileceğiniz bir şey haline getirmek.” diyor, Chuck Palahniuk, Tekinsiz isimli kitabında Amerikan Rüyası’nı tanımlarken. Şeyma Subaşı’nın yaptığı da bu... Fakat Acun Ilıcalı tablonun biraz dışında kalıyor...

Öte yandan Amerikan Rüyası deyince Fitzgerald tarafından kaleme alınan “Muhteşem Gatsby” romanını anımsadım. Bazılarınız bu eseri yönetmenliğini Baz Luhrmann yaptığı başrollerinde ise Leonardo DiCaprio, Tobey Maguire, Carey Mulligan gibi isimlerin paylaştığı sinema uyarlamasından hatırlayabilir.

1925 yılında yayımlanan romanda, materyalist dünyalarında söz konusu Amerikan Rüyası koşullarında yaşamaya devam edebilmek için evliliklerini mantık ekseninde sürdüren bir çiftin hikayesine tanık oluyoruz. Güzel olduğu kadar sığ, derinliği olmayan bir kadın Daisy ile zengin kocası Tom’un evliliklerinde onları birbirlerine bağlayan şey ne aşk, ne mutluluk. Önemli buldukları tek şey sosyal statüleri. Günümüz dünyasında da sıkça karşılaştığımız bir evlilik şekli. Yazının başında evlenenler, aldatanlar, aldatılanlar, evli erkekleri ayartanların haberleriyle kaynıyor gündem demiştim. Paranın olduğu yerde, her şey önemini yitiriyor büyük bir kesim için. Bu bir gerçek! Kitaba adını veren Gatsby karakteri, yıllarca unutamadığı, uğruna kısa yoldan zengin olmak için yasa dışı işlere giriştiği, hatta aşkı uğruna canından olduğu Daisy için “Sesi para doluydu” diyor... Ne güzel bir tanımlama!

Devamını Oku

Şarkı söylemek bir yas tutma şeklidir!

14 Eylül 2017

Geçtiğimiz günlerde bir şarkıcının babasının ölüm haberini almış olmasına rağmen konserini iptal etmeyip, sahneye çıkması sosyal medyada çok konuşuldu. Bu durumu yadırgayanlar, ağır ihtamlarda bulunanlar çoğunluktaydı. Bizim insanımızı düşünürsek bu tepkiler hiç şaşırtıcı değil. Bu konu aklıma yıllar önce magazin gündemini meşgul eden “Bir yakınını kaybedenler aynı gün sahneye çıkar mı?” tartışmasını getirdi. Özellikle eski tiyatrocular “Show must go on!” diyordu bu konuda. Ama asıl gündem olan Haluk Bilginer’in yaklaşımıydı. “Babam öldü ama hâlâ sahneye çıkarım’ yavşaklığına inanmam. Ben babam ölürse sahneye filan çıkmam, k.çımı yesin herkes.” diyerek büyük tepki toplamıştı.

Böyle derin mevzularda net bir çizgi çizebilmek mümkün değil. Tek doğru buymuş gibi “şov devam eder”i savunanları tasvip etmiyorum bu tartışılır. Ancak babasının ölüm haberini alıp sahnede şarkı söylemeyi tercih eden birini anlayabilirim. Bu bir his meselesidir. Müzik insanın her duygusuna sızmaz mı? Öyleyse bir saat sahnede ağlayıp şarkı söylemek de bir yas çeşididir diyebilirz. Bırakın herkes kendi doğurusunu yaşasın.

Edebiyata mütevazı bir sıçrama

Her konuyu edebiyata bağlamaktan vazgeçmeyen biri olarak buradan hemen o tarafa sıçramak istiyorum. Fakat çok yüzeysel bir sıçrama. Konu: Sorunlu babalar!

“Bir sabah çok erken vakitte, annem odama geldi, ‘Sanırım baban öldü’ dedi. ‘Yine mi... ‘ dediğimi hatırlıyorum. Kalkmak istemiyordum, yorgundum ve yorganın altına girdim. Babamı o kadar kör kütük sarhoş görmüştüm ki, gerçek bir ölüyle kör kütük sarhoş biri arasındaki farkı bilemiyordum. Sonra babam doktordu ve bir doktor ölemezdi. Annem, ‘Bu seferki gerçek. Hadi kalk’ dedi. Kalktım. Odasına gittim. Yatağın yanı başına düşmüş ağzı kan doluydu. Beni azarlamadı, gerçekten ölmüştü” diye anlatıyor, babasının ölüm haberini alışını Jean-Louis Fournier “Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam” isimli otobiyografik kitabında. Edebiyata yansımış çok sayıda baba imgesi arasında Fournier’in bu kitabının ayrı bir tadı var. Bu farklılığın sebebi 79 sayfadan oluşan kitabın kısacık tek sayfalık anlatılarla, sorunlu, şakacı, alçakgönüllü, kahraman bir baba imgesini bir çocuğun gözünden okuyucuya yansıtıyor olması. -Evet bu bir tavsiye-

Baba-oğul ilişkisi üzerine edebiyatta sayısız örnek mevcut. Örneğin Dostoyevski’nin eserlerinde zor çocukluğunun yansımalarını görebilmek güç değil... Herman Hesse’nin “Ne zaman Dostoyevski okumalıyız?” sorusuna cevabı: “Ancak tükenmişsek artık, acı çekme yetimizin sonuna değin acı çekmişsek ve yaşamın bütününü kor gibi yakan tek bir yara olarak duyumsuyorsak, eğer çaresizlik soluyorsak ve umutsuzluğun ölümlerini ölmüşsek işte o zaman okumalıyız Dostoyevski’yi.” diyor. Durum bu denli ciddi anlayacağınız...

Bitmeyen suçluluk duygusu yapmışlar

Yüzü gülmemiş yazarımız Dostoyevski’nin çocukluğu sert ve genellikle sarhoş bir baba ile geçer ve ondan hayatı boyunca nefret eder. Hatta zaman zaman babasını öldürme isteği bile duyar. Babasının öldürülmesinin -köylüler tarafından olduğu söyleniyor- ardından ise “babasının ölümünü istemiş olduğu” için büyük bir suçluluk duygusuna kapılır. İlk epilepsi nöbetini de, sokakta gördüğü bir cenaze alayının ardından geçirir. Hiç tanımadığı bir cenaze ona ölümü ve babasını hatırlatmıştır.

Devamını Oku

“Ah Bartleby! Ah İnsanlık!”

31 Temmuz 2017

Abartılı bir düzen tutturmuş şu yaşamda, yapmamayı tercih ettiğimiz halde tercihimiz yönünde hareket edemeyip, çarkın dişlilerinden biri olmaktan kendimizi kurtaramadığımız ne kadar çok alan var. Doğduğumuz andan itibaren, en basitinden en komplikesine, sistemin birer parçası olarak hayatın içinde debelenip duruyoruz. Örneğin güneşin tepede parladığı böyle bir yaz gününde gazetede şu satırları yazıyor olmaktansa, doğayla iç içe bir ortamda yazmayı tercih ederdim. Gelin görün ki, pek çoğumuz gibi istediğim şeyi yapmak yerine, yapmak zorunda olduğum şeyi yaptığım için, ofiste yazıyorum yazımı. Ancak benim yerimde olsa “yapmamayı tercih ederim” diyebilecek birini tanıyorum: Katip Bartleby. Kimdir bu Bartleby? Amerikan edebiyatının köşe taşlarından biri kabul edilen, Moby Dick’in yaratıcısı Herman Melville’in “Katip Bartleby” adlı novellasının kahramanı.

Saygı duyulası bir direniş!

Edebiyat tarihinin en sıra dışı karakterlerinden bu genç adam, mottosu “Yapmamayı tercih ederim!” olan pasif bir direnişçi. Ekonominin kalbi Wall Street’te bir hukuk bürosunda katip olarak işe başlıyor Bartleby. Biz onun hikayesini patronu olan beyaz yakalı avukatın ağzından dinliyoruz. Bartleby ilk başlarda mükemmel çalışıyor. Diğer katiplerden daha fazla, daha özenli. Tıpkı tıkır tıkır işleyen bir makine gibi. Ancak bir gün patronu kendisinden işinin dışında bir şey yapmasını istediğinde “Yapmamayı tercih ederim!” cevabını alıyor ve böylelikle kahramanımızın pasif direnişinin de ilk adımı atılmış oluyor. Daha önce böyle bir tepkiyle karşılaşmamış olan avukat ne yapacağını bilemiyor. Bir yandan kızmak istese de içten içe bu genç adama saygı duymaya başlıyor. Ancak onun kayırdığı kahramanımız zamanla daha fazla “yapmamayı” tercih ediyor. Öyle ki gün geliyor, kendi işlerini bile yapmıyor. Bütün bu tercihlerin sonunda kovuluyor ancak bu kez de “gitmemeyi” tercih ediyor. Vicdanıyla aklı arasında sürekli bir çatışma yaşayan avukat sonunda çareyi ofisini taşımakta, yani kendi gitmekte buluyor. Paranın merkezi Bartleby’in bu eylemsizliğine elbette göz yummuyor ve onu hapse gönderiyorlar. Kitabın sonunda avukat Bartleby’i hapishanede ikinci kez ziyarete gidiyor. Onu bahçede bir ağacın dibinde cenin pozisyonunda yatarken buluyor. Gardiyan onun uyuduğunu sanıyor ancak, avukat yanına gidince aslında ölmüş olduğunu görüyor ve ağzından şu sözler çıkıyor: “Ah Bartleby! Ah İnsanlık!”

Bartleby biraz da Melville!

Aslına bakarsanız Bartleby’in başkaldırışı biraz da Melville’in sisteme başkaldışı. Şöyle ki, okurken burnumuzdan buram buram iyot kokusunun eksik olmadığı 1851’de yayınlanan Moby Dick, beklediği başarıyı yakalayamamıştı. Yazarın derin gözlem ve çözümlemeleri balinalara ayırdığı uzun, uzun ne kelime hatta upuzun sayfaların gölgesinde kalmış olacak ki, alışılmadık anlatımı ve kurgusu nedeniyle dönemin eleştirmenlerinin şiddetli saldırılarına uğramıştı. Keza diğer kitapları için de aynı şey geçerliydi. Bugün ne kadar büyük bir yazar olarak kabul ediliyorsa maalesef sağlığında tam tersi büyük bir başarısızlık örneğiydi Melville. Yayıncılar yazdığı şeylerin işe yaramadığını daha popüler romanlar yazmasını tavsiye ediyor, yakınları başka işlerle uğraşmasını istiyordu. Ancak o bildiğini okuyarak kendi tarzından ödün vermedi ve istediği şeyi yaptı. Bu anlamda Bartleby için Melville’in kişisel direnişinin farklı bir kurguyla hikayeleşmesi diyebiliriz. Yazar onu popüler çarkın içine çekmek isteyenlere Bartleby ile cevap verdi: “Yapmamayı tercih ederim!”

Melville’in kişisel direnişi kendisinin bundan haberi olmasa da karşığını buldu. Eserleri uzun yıllar sonra da olsa hak ettiği değeri gördü. Peki Bartleby’in? Genç adam cenin pozisyonunda yatarken sistemin en alt tabakasında bir fikirdi. Ve o fikri bir üst tabakadaki avukata sıçratmayı başardı.

“Ah Bartleby! Ah İnsanlık!”

Devamını Oku

Sivri dilli Moz buna mı susacak?

24 Temmuz 2017

İngiltere’den çıkmış en nadide müzik gruplarından biri kuşkusuz The Smiths... Mutlu müzikle, can yakıcı sözleri harmanlayarak dinleyenlerinde adeta bir bağımlılık yaratan ve “Beatles zamanında olsaydık, onlar olmazdı, biz olurduk.” diyecek kadar iddialı grup çoktan dağılmış olsa da, The Smiths’i The Smiths yapan Morrissey yıllardır müzik yolculuğuna devam ediyor. Hatta müzik dışında, birisi otobiyografik olmak üzere iki kitaba da imza atan, nam-ı diğer Moz’un The Smiths öncesindekini hayatını konu eden biyografik yapım “England is Mine” beyazperdeye yansıdı.

Morrissey’in portresi!

Galasını 2 Temmuz’da Edinburg Film Festivali’nde yapan, Mark Gill’in yönettiği, Jack Lowden’ın Morrissey olarak karşımıza çıktığı film büyük eleştirilere maruz kaldı. Ancak Moz’un çocukluk arkadaşı James Maker şaşırtıcı bir şekilde, eleştiriden de öte filmi adeta yerin dibine sokan açıklamalarda bulundu. Açıkçası zaten merak ettiğim bu film, Maker’ın açıklamalarından sonra daha da ilgi çekici hale geldi benim için. Ne kadar kötü olabilir ki? diye düşünmüyor değil insan. Bu yıl 29 Eylül-8 Ekim 2017 tarihleri arasında gerçekleşecek Filmekimi’nde “England is Mine”ı izleme şansı yakalayacağız. Ne kadar iyi, ne kadar kötü, bir hayal kırıklığı mı, yoksa yüzümüzde tebessümle mi salondan ayrılacağız orası şimdilik muamma... İşin şöyle de bir yanı var ki, Morrissey gibi bir adam, film iddia edildiği gibi bir fiyaskoysa buna pabuç bırakmaz. Harika bir müzik adamı olmasının yanı sıra, kimseden asla sözünü esirgememesiyle de meslektaşlarından ayrılan bir isim olduğunu biliyoruz.

En büyük silahı kelimeleri!

Karşımızda, popüler kültürün her türlüsüne savaş açmış ve bu savaşında, en iyi yaptığı şeyi, kelimelerini silah olarak kullanan bir adam var neticede. Her fırsatta Kraliyet Ailesi’ne dokunduran, müzik endüstrisine söven, Madonna’dan, Beckham’lara, Elton John’dan, Lady Gaga’ya, Beyonce’den Barack Obama’ya kadar, saymakla bitmeyecek o kadar çok kişi onun eleştiri oklarından nasibini aldı ve alıyor ki, kendi biyografisi bir fiyaskoysa ona mı susacak.

Kim tutar Morrissey’i!

Filmi topa tuttu!

Moz’un çocukluk arkadaşı James Maker’ın “England is Mine” ile ilgili eleştirileri kendi ağzından şöyle: “Filmin fragmanına göre Morrissey iyi niyetli bir arkadaşı tarafından fiziksel olarak solist olması için zorlanmış, kıvırcık saçlı, otistik, içine kapanık biri. Daha da kötüsü onu kalın tüylü yeşil bir çoban montuna sokmuş ve herkesin bildiği onun ince espirilerinden hiçbirine yer vermemişler. Bu biyografi filmi olmaktan uzak, tarihi bir kurmaca. Söz konusu yılların oldukça iyi belgelendiği düşünülürse bu ilginç bir tercih. Onun o dönemlerini, evini biliyorum. Annesi kendisini perdelemesinin tamamen yanlış yansıtılmasından dolayı bile filmin yapımcılarını dava etmeli. Gerçek şu ki, bu Morrissey değil. Morrissey şarkıcı olabiliyorsa herkes olabilir fikrini yansıtmaları son derece güldürücü, samimi değil ve orijinal yeteneğe sahip bir sanatçıyı aşağılayıcı nitelikte. O yıllarda, The Smiths’in oluşum dönemlerinde, Morrissey’in oldukça sayılı arkadaşı vardı. Bu, Morrissey’in otobiyografisinde ve benim otobiyografimde yer alıyordu. Filmde benim yer almayışımın yanı sıra filmin yapımcıları gerçekte var olmayan arkadaşlar üretmişler. Buna dahil olmadığım için çok rahatladım çünkü ana karakteri bile yansıtmayı beceremeyen yapımcıların beni filme katarken odasının camına “No Ball Games” posteri asmış biri olarak yansıtmaktan öteye gidemeyeceklerini düşünüyorum”

Devamını Oku

Hara’dan Coelho değil Pitka olur!

17 Temmuz 2017

Malum haftalardır gündem Metin Hara ve Adriana Lima aşkıyla dolu dolu. Magazine en uzak insanların bile gözüne ilişti, kulağına çalındı bu birliktelik. Zira herkesin bu ilişkiye dair söylecekleri vardı. Kimi Hara’nın dünyaca ünlü bir mankenin gönlünü çalmasını milli bir gurur haline getirip, adeta gerdek gecesinde odaya gönderdikleri damadın sırtını yumruklarcasına coşkulu bir tepki gösterdi. Kimi burun kıvırdı. Çoğunluk ise böyle bir aşkın gerçekliğine inanmadı. Ben de onlardan biriyim. Ancak bu inanmama hali “Victoria’s Secret Meleği”, otuzlu yaşlarda olmasına karşın toy bir çocuk kıvamındaki Hara’da ne bulmuş olabilir? gibi bir sığ düşüncenin sonucu değil. Çünkü neden olmasın?

Kimdir diye Google’ladım!

İşte bu noktada, “neden olmasın?” sorusuna cevap aradığımızda, ilişkinin gerçekliği de temelden sarsılıyor. Bu aşkın bir PR çalışması olduğunu iddia edenlere karşılık savunmaya geçenlerin tek söyleyebildiği şey “ Adriana Lima böyle bir şeyi neden kabul etsin ki...” oldu. Önce bir Metin Hara kimdir diye Google’layalım sonra sıra bunun da cevabına gelecek. Bu aşk gündeme oturmadan önce ismini duymuş olmak dışında Metin Hara ile ilgili bilgi sahibi değildim. Kimmiş bakalım dediğimde ilk olarak TED konuşmasını izledim ve son derece samimiyetten uzak buldum. İddia edildiği gibi bir guru, ruh adamı, sevgi insanı olmaktan çok “ben var ya ben, ben ne çileler çektim zamanında” minvalinde bir şov gördüm. Feleğin çemberinden geçmişcesine her şeyi yaşadım, gördüm, ben bilirim edasındaki ergenlerin bizler üzerinde uyandırdığı o his vardır hani. Gülünç bulursunuz da, eh çocuk işte yaşayıp öğrenecek olgunluğuyla yüzüne de vurmazsınız hiçbir şeyi. İşte hissettiğim şey tam da bu oldu. Fakat maalesef ki, karşımızdaki insan 30’lu yaşlarında. Hem de çok çok büyük iddiaların sahibi.

Kendi kendini ihbar eden çılgın

Verdiği röportajda yaşadığı aşkın reklam olduğunu iddia edenler için “Ya matematikleri bozuk ya da ahlakları!” diyor ya hani... Önce kendi matematiğine bakmalı. Zira biz matematiği oldukça kötü Hara sayesinde reklamın kötüsünü de görmüş olduk. Benzer başka bir örnek var mıdır bilmiyorum. Ta en başından cool bir tavır sergilemiş olsa, yorumlara, tepkilere kayıtsız kalsa, okulun en güzel kızını ben kaptım şuursuzluğu içinde olmasa, yaptığı işle, iddia ettiği aşmışlıkla asla özdeşleşmeyen bir üslupla röportajlar vermese, biz belki de inanırdık. Olur ya, tam da kitabının İngilizce çevirisinin yayınlandığı bir dönemde böyle bir aşka yelken açtığına inanabilirdik bir ihtimal... Çok değil kısa süre önce “Adriana’ya ulaşmak için çok çabaladım, kitabımı imzalayıp verdim. Bana şöyle mesaj attı: “Yıldızlardan gelen dostum. Seni tüm dünyanın tanıması lazım. Bunun için çalışacağım ve hep arkandayım.” açıklamasını yapmış olmasına rağmen inanırdık belki.

Lima’ya da toz konduralım

Asla böyle işlere bulaşmaz denilen Lima’nın daha geçtiğimiz yıl Amerika’da TV kanalı yöneticisi Ryan Seacrest’le birlikteliğini açıklaması ve kısa sürede bu ilişkinin bir reklam aşkı olduğunun ortaya çıkmış olmasını unutur inanırdık. Ancak şu süreçte acemice, adeta kendini ihbar eden tutumundan sonra “sanagüven”miyoruz Metin Hara! “Dünyanın yeni Paulo Coelho’su olacağım” diyor da, bana kalırsa bundan sonra olsa olsa “Aşkın Gurusu” filminde absürt komedinin renkli ismi Mike Myers’ın canlandırdığı Guru Pitka olur. Hocası neden bu yolu seçtiğini sorduğunda cevabı “kızlar beni sevsin diye” oluyordu Pitka’nın. :) Geçmiş olsun Hara!

Devamını Oku

Bülent Ersoy’dan Cemal Süreya’ya

10 Temmuz 2017

TV editörü olmama rağmen televizyonla ilişkim mesafeli mesafeli olmasına da, kendisi gelmeden rüzgarı gürül gürül gelen program “Dünya Güzelleri”ne göz atmadan geçemezdim elbette. Bölümleri baştan sona izledim dersem yalan söylemiş olurum fakat parça buçuk gördüklerim fikir sahibi olmama yetti de arttı bile.

Reyting uğruna ya Rab ne maymunluklar dönüyor!

Kadro zaten müthiş! Memeleriyle göbeğinin sıkı fıkılığına kör, “ben ben ben” diye bin cilve bin eda gezen Afrodit Banu Alkan. Camianın saf görünümlü yanında cin fikirli Faik’ini eksik etmeyen kadını Safiye Soyman. Yıllardır her boşluğa adapte edilebilen ama hiçbirinde de bir iddiasını göremediğimiz joker Burcu Esmersoy. Ve ve ve haşmetiyle dağları mı deviriyor, yoksa gözlerimize minik sürprizler mi yapıyor tartışılır, Türkiye’nin divası Bülent Ersoy. Hindistan’a gitseniz yanınıza asla almayacağınız dört şey nedir desek, buyrun cevabı bu programda.

Bülent Ersoy aldı beni Süreya’ya götürdü!

İzlediyseniz zaten üzerine bir yorum yapmaya gerek yok her şey ortada. İzlemediyseniz de izlemenize gerek yok. Sonuç olarak programa dair sözler kıfayetsiz kalıyor. Sinirler bozuluyor, gülelim mi ağlayalım mı, duygu durum bozukluğu yaşıyoruz adeta. Başta söylediğim gibi televizyonla arası açık biri olarak programı izlerken doğal olarak aklım bambaşka yerlere gitti. Bülent Ersoy aldı beni Cemal Süreya’ya götürdü. İkinci Yeni’nin üç atlısından biri Süreya, şahane şiirlerin, bizim iki kelimeyi bir araya getirip de anlatamadığımız hislerimizin tercümanı, tadından yenmez şair. Ancak diğer taraftan da insan portresi yazmanın da üstadı.

“Sanatçı Olmayarak Bülent Ersoy”

1987’de başlayıp 1990’a kadar “2000’e Doğru” dergisinde sanatçısından politikacısına, sözünü etmeğe değer gördüğü 126 portre yazdı. Daha sonraki yıllarda bu yazıları “99 Yüz” isimli kitapla okuyucuyla buluştu. Bir şairin kaleminden çıkan bu portler elbette basit bir düz yazıdan çok ötede ve okunası... “Kendi yaptıklarım arasında şiirimden sonra ikinci doruğa ‘izdüşümler’de ulaştım” diyen Süreya’nın portreleri arasında Bülent Ersoy da yer alıyor. “Sanatçı Olmayarak Bülent Ersoy” başlıklı yazısında Ersoy’un cinsiyet değiştirmesinin ardından onun gözünden durumu değerlendirip, onu anlamaya çalışıp, kötü ve ağır tepkilerde bulunan hukukçular ve doktorlar üzerinden, topluma üstü kapalı sitemde bulunuyor. Zeki Müren’le Ersoy arasındaki farka da değindiği yazıda, Müren’in eşcinsellikle ilgili soruları geçiştirdiğini, hiçbir zaman kendisini tam olarak ortaya koymadığını, Ersoy’un ise bu konuda cesur olduğunu edebi bir dille anlatıyor.

Devamını Oku

Kafka ‘Dava’sı

4 Temmuz 2017

Tanrı insanda kötü bir gün geçirmiş olmalı” demiş ve bunu desteler biçimde, hikayeleri ve romanlarında mercek altına aldığı, toplumdaki karanlığın sıradanlaşmışlığını gözler önüne seren bir yazar Kafka... 20’inci yüzyılın en önemlilerinden biri... Eserlerinde insanın aslında ne denli zavallı olduğunu vurgulayan, okuyucuya dünyanın zalimliğini oldukça sakin bir dille göstermeyi başaran, modern dünya edebiyatının ikonik ve özgün yazarı Kafka’nın geçtiğimiz gün doğum günüydü. Ben de bu vesile ile onun “Dava”sına değinmek istiyorum...

Onun ruhuyla buluşmuş!

Kitaba değil de, sinemaya yepyeni bakış açıları sunmuş Orson Welles’in uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz filme... Welles’in “en beğendiğim filmim” dediği “Dava”, Kafka’nın ruhuyla buluşmuş bir başyapıt... Avukat Hastler’i canlandıran Welles’in dış sesiyle açılış yapan film, kanun kapısında bekleyen kapıcıyla, esas adamımız Josef K.’nın yıllar süren iletişimsizliğini anlatıyor. Kapıcı, kapıdan geçmesine izin vermiyor ve ölmeden önce adamın tüm hayatı tek bir soruya dönüşüyor... “Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?...” Kapıcıdan aldığı cevap ise “Senden başka hiç kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi.” oluyor... Filmin sonunda ise bu hikâyenin mantığı ile düşlerin mantığının aynı olduğunu söylüyor avukat... Tekrar tekrar izlenebilecek bir film “Dava”... Her defasında kafa sallayıp sonra hayatın karanlığı içinde kaybolmaya devam edeceğimiz... Bu iki usta isme, Kafka ve Welles’e selamlar...

ALINTILAR

- Bir sürü boş şey arasında adalet kaybolup gidiyor! Ortada hiçbir şey yokken, mahkeme bir suç yaratıyor.

- ”Siz kimsiniz ki? Anlam arıyorken anlamsızlığın âlâsını yapıyorsunuz.”

- ”En üst düzey bir yargıç bile üstlenmiş olduğu bir davada meydana çıkan yozlaşmanın önüne geçemez.”

Devamını Oku