Yönetmen koltuğunun cazibesi

28 Ocak 2018

Hayata gözlerimizi açtığımızın aşağı yukarı üçüncü ayında tanışıyoruz oyunla. Öncelikle sadece karşımızda şekilden şekle giren bir yetişkine gülücük saçmakla dahil olunuyor bu işe. Devamı geliyor sonraları. Henüz konuşamaz, yürüyemezken bile “mış gibi” yapmayı biliyoruz. Bu “mış gibi” yapmalar belli bir amaca hizmet ediyor. Kucağa alınmak veya merakımızı cezbeden herhangi bir şeyi karıştırabilmek için başvuruluyor oyunculuğa. Artık bebeklikten çıkılan noktada oyunlar değişiyor. Rol devreye giriyor.5 yaşındaki yeğenim “Hadi teyze biz arkadaşmışız, ben sana misafir gelmişim.” deyip, oturuşundan, kurduğu cümlelere kadar gerçekten yaşıtımmış gibi rol kesiyor. Veya o anne rolüne bürünüyor ve ben de en mızmızından bir çocuğa dönüşüyorum örneğin...

Yetişkinin çocuk olma lüksü!

Huizinga’a göre yeryüzünde insana ait her şeyin başlangıcı oyun. Yani önce oyun vardı. Hayatın içinde danstan şiire, ibadetten müziğe, bilimden hukuka, bilgelikten savaşa kadar önem taşıyan her şeyin ortaya çıkışında oyun son derece etkin bir rol oynar. Haksız değil! İnsan büyüdükçe, eğlenceli kısmı törpülenir ve ciddi oyunların içinde bulur kendini. Hayatla mücadele gibi... Oysa yaşımız kaç olursa olsun ruhumuz hep çocuktur. Oyunculuğa olan büyük ilgi ve arzunun kaynağı tam da budur. Oyunculuk, abesle iştigal etmeden bambaşka kimliklere bürünmeye, farklı duyguları dışa vurmaya olanak sağlar. Yetişkinin çocuk olma lüksünü yaşayabileceği nadide bir meslektir oyunculuk. Maddi getirisi ve ünlü olma kısmını geri planda tuttuğumuzda tam da bu sebeple bir cazibe noktasıdır. Metot oyunculuğunun babası Marlon Brando, oyunculuğu bırakmanın olgunluk belirtisi olduğunu söyler.

Oyuncuların yönetmenlik sevdası!

Bu iş çoklarının hayallerini süslerken peki oyuncuları cezbeden, kendine çeken dünya nedir? Şu sıralar öyle bir şey göze çarpıyor ki, oyuncular yönetmen olmak istiyor. Veya kendi filmlerini yapmak. Bunun örneklerini geçmişte de görmek mümkün. Örneğin Kartal Tibet. Ünlü isim, Tosun Paşa filminde yönetmen koltuğuna oturarak uzun yıllar da kalkmadı. Yılmaz Güney oyunculukla yetinmeyip yönetmenliğe soyundu. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Cüneyt Arkın da yönetmen koltuğuna oturanlardan. Zeki Alasya’nın Zeki-Metin filmlerinin çoğunun yönetmeliğini yapmakla kalmayıp farklı yapımlarda da imzası var. Günümüze yaklaştığımızda Uğur Yücel de bu tayfadan ve ilk yönetmenlik denemesi Yazı Tura filmi hafızalara yer edecek cinsten. Senaryo yazmak, yönetmek ve oynamak dediğimizde akla ilk gelen isimler ise kuşkusuz Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan... Dünyada da örneği bol, yönetmenlik sevdasına düşen oyuncuları saymakla bitmez...

Komik olmayan komedi furyası!

Az önce de belirttiğim gibi günümüzde de hem oynayayım, hem yöneteyim, kendi filmimi yapayım düşüncesi oldukça popüler. Bunun maddi getirisi götürüsü tarafı pek ilgilendiğim bir nokta değil. Ancak şu bir geçek ki, ucuz komedi belli ki iyi para getiriyor. Ortalık komik olmak bir yana fazlasıyla itici karakterler üzerinden sektörde varlık gösteren ve hiç de azımsanamayacak derecede gişe yapan yapımlarla dolu. Bunun en kötü örneklerinden biri Gupse Özay’ın Deliha serisi. Yanılmıyorsam Özay, Türkiye’de kendi yazdığı karakteri beyazperdeye taşıyan ilk kadın olma özelliği de taşıyor. Her ne kadar iyi geri dönüşler almış olsa da, bir filmin gişe başarısı o filmin iyi olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Yabancı örneklerini de gördüğümüz çirkin kızın komik maceraları teması bu film serisinde, itici kızın vasat maceraları temasına dönüşmüş. Çirkinin bile bir çekiciliği, bir sevimliliği vardır ve bu tür filmlerde karakter izleyiciyi kalbinden fetheder. Ancak Deliha sevimsizliğiyle kendinden kaçıracak türden. Umarım devamı gelmez...
Gelelim yönetmenliğe... Kaliteyi ön planda tutan oyunculuktan yönetmenliğe adım atan yeni isimlerden biri de Onur Saylak, yönettiği Orman adlı kısa filmle adından söz ettiren Saylak, bu kez Hakan Günday’ın romanından uyarlanan Daha için kamera arkasında yer aldı. Filmin sadece tanıtımını izleme şansım oldu ve nitelikli bir yapım olduğunun ipuçlarını veriyor. Öte yandan 2015’te Limonata ile kendini gösteren Ali Atay’ın yeni filmi Ölümlü Dünya Cuma günü vizyona girdi. Limonata’dan keyif almış biri olarak bu filminin boş çıkacağını sanmıyorum. Bunun dışında Buğra Gülsoy ve Serhat Teoman’ın birlikte yönettikleri Mahalle filmi de 9 Mart’ta izleyiciyle buluşacak. Açıkçası ortaya nasıl bir iş çıkarabilirler pek fikrim yok. Umarım ucuz komediden uzak bir mahalledir...
Jacques Tati “Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın.” der. Ben de diliyorum ki, onun bu isteği bizim kendini oyunculukla sınırlamak istemeyen, yönetmenlikte de, senaristlikte de yeteneğini ortaya koymak isteyen heveslilerimizde de olsun...

Devamını Oku

Aşkta yalnız ve cesur olmak

18 Ocak 2018

Aşkın tanımını yapabilmek zor. Öyle çok hali var ki... Güzellik gibi göreceli biraz. “Sana göre aşk laftan ibaret, bana göre hayatın anlamı.” gibi... Kimi o şekil, kimi bu şekil gibi... Bu şekiller arasında bir tanesi var ki, o da “surete aşık olmak”... Aslında bütün aşkların temelinde vardır biraz bu. Herkes önce kendi suretinden başlar yolculuğa ve karışısındakini kendi zihninde yaratır. Kendi yarattığı güzelliği atfeder karşısındakine ve o yarattığına tutulur. Aşk bir kurmaca. Bizim inşa ettiğimiz, kurup yıktığımız, yeniden yükselttiğimiz bir tür delilik hali...

Surete aşık olmak, daha çok Doğu edebiyatında karşımıza çıkar. Bir aşık vardır bir de maşuk. Kavuşmanın söz konusu olmadığı bu tabloda aşık, resmine bakarak, ya da çeşitli objelerle bağdaştırdığı maşukun aşkıyla yaşar. İmgelerle dolu bir dünyadır onunkisi... Leyla ile Mecnun, Hüsn ile Aşk, Kerem ile Aslı, Ferhad ile Şirin gibi hikayelerde görülür ki, yaşanan aşk acısı seveni daima bir surete veya sevdiğiyle bağdaştıracağı bir objeye yönlendirir. Surete aşık olmanın mitolojide de örneklerine rastlarız. Narsisizm böyle bir aşkla doğar örneğin...

Bir fotoğrafa aşık olmak!

Bizim edebiyatımızda ise Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yayınlanan ünlü eseri “Kürk Mantolu Madonna”da bir aşkın başlangıcı olarak gösterir bu tür kendini. Roman kahramanı Raif Efendi bir resim galerisinde gördüğü tabloda kendi iç dünyasında aradığı kadını bulmuştur. Onun sözleriyle, o soluk insan yüzüne kitaplar dolduracak kadar manalar vermiş, onda hakikatte asla olmayan vasıflar yüklemiştir. Bıkmadan usanmadan tabloyu izlerken, galeride karşılaştığı kadının tablodaki kadın olduğunu fark etmeyecek, tanımayacak -Mecnun’un Leyla’yı çölde görüp tanımaması gibi- kadar derindir resme karşı hisleri...

Bezner bir aşkı Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filminde görmek mümkün. Film zaten aşkın bu türlüsünü işleyen ilk yerli film olma özelliği taşıyor. -başkası varsa da hatırlamıyorum- 1965 yapımı filmin çıkış noktası olarak “Kürk Mantolu Madonna”dan etkilendiği söylenebilir. Ancak hikayenin ilerleyişi ve varılan nokta birbirinden tamamen ayrılıyor. Siyah beyaz ve yağmuru bol filmde, ustası olan Derviş Mustafa ile birlikte Bozcaada’da boyacılık yapan Halil, çalışmak üzere girdiği bir evde asılı bir kadın fotoğrafına aşık olur. Bir yıl süreyle her gün o eve giderek saatlerce fotoğrafın içinde kaybolur. Ne zaman ki fotoğraftaki kadın Meral ete kemiğe bürünüp Halil’in karşısına çıkar, Halil için korkuların açığa çıktığı bir süreçte başlamış olur. Halil kendi yarattığı aşk imgesiyle arasına fotoğrafın sahibinin bile girmesini kabul etmez. Filmde de sıkça tekrarladığı gibi o sadece resme aşık olmuştur, Meral’e değil. Halil’in aşkından etkilenen ve ona karşı sevgi beslemeye başlayan Meral’in aşkını reddeden Halil’e bu davranışlarının bir korkudan ileri geldiğini söylediğinde aldığı cevap, “Evet bir korkudan ileri geliyor. Bu korku sevdiğim şeye ebediyen sahip olabilmek için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de sana aşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana dostça bakıyor. İyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak.” oluyor. Bununla da kalmayıp, sanki kendisi Meral’in dünyasına girip de, Meral’in yönünü değiştirmemiş gibi “Benim dünyama girmeye kalkma. Merhametsizce yıkarsın onu. Resmin benim kendimden bir parça. Bırak ben onu seveyim. Sen sevmek isteme beni senin ellerini tutmak istemiyorum. Sonra çekersin o ellerini benden.” diyor. Görüyoruz ki Halil büyük korkak!

Yenilenmiş kopyasının bu yıl 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde seyirciyle buluşacağını öğrendiğimde yıllar önce izlediğim “Sevmek Zamanı”nı dün tekrar izledim. Bu yazının asıl çıkış noktası da bu aslına bakarsanız. Döneminde Erksan’ın Yeşilçam’a aykırı sinema anlayışı sebebiyle gösterilecek sinema bile bulamayan fakat yıllar içerisinde kült’e dönüşen film, “Tüm Zamanların En iyi Türkiye Filmleri” soruşturmalarında ilk sıralarda yer almaya devam ediyor.

Devamını Oku

Black Mirror izleyicisi ‘ince’yi göremedi mi?

15 Ocak 2018

Daha önce, Türkiye’deki izleyicilerine hazırladığı özel videoları ile beğeni toplayan Netflix son sürpriziyle beğeniden çok eleştiri oklarının hedefi oldu. Ama ne hedef! Dünyaca ünlü İngiliz televizyon dizisi Black Mirror ile ilgili reklam videosu gündeme oturdu. Biz de gördük ki, bu efsane dizinin izleyicisinin bir kısmı pek de inceyi görecek kapasiteye sahip değilmiş... Sosyal medya yorumlarını okudukça hayretler içinde kalmamak mümkün değil. Bu işte emeği geçenlerin tazminatsız işten atılmasını isteyenler mi, Netflix üyeliğini iptal edenler mi, hedef kitleyi karıştırmışsınız diyenler mi, sanki güldürmek gibi bir iddiası varmış gibi, güldürmedi diye hayıflananlar mı, verdiği üyelik parasının hebasını sorup, parayı buna mı harcadınız diye soranlar mı?.. Tam bir traji komik tablo. Black Mirror’e uygun bir senaryo gibi ortam.

Esra Erol ile Black Mirror!

Reklamın en çok eleştirilen yanı yıllardır evlendirme programlarıyla ekrandaki yerini korumayı başarmış Esra Erol’un yer alması. Reklamda yine böyle bir programın içinde buluyoruz kendimizi. Kötü prodüksiyonlu bir ortam, ilişkileri üzerine uzlaşmaya çalışan bir çift. Kadın oldukça talepkar, maddi beklentilerini dile getirirken, karşısında öfke kontrolü olmayan bir erkek... Ve programın sunucusu Esra Erol...Zamanla yarışılıyor elbette programda. Hiç uzatmadan yanlı yorumunu yapıp stüdyo seyircisine topu atıyor Esra Erol. Hayatlarıyla ilgili belki de çok az kendi kararları doğrultusunda yol alabilmiş bir grup insan, ellerindeki akıllı telefonlarıyla bu iki insanın birbirlerinin “nasibi” olup olmadığını oyluyorlar... Bir sonraki aşama ise Şirin Ana isimli bir uygulamaya danışmak oluyor. Şirin Ana da olumsuz görüş bildirince çiftin birbirlerine uygun olmadığı tescillenmiş oluyor. Erkek bundan hoşnutsuz stüdyoyu terk ediyor. Kız ise asıl amacının gereğini yerine getirir şekilde çirkin sesiyle şarkı söyleyip, kötü dansıyla devam ediyor programa...

Teknoloji paranoyası!

Black Mirror, modern dünyaya karşı toplu memnuniyetsizliğimizi ele alırken, birbirinden bağımsız her bölümde, modern teknoloji paranoyasına değinen iğneleyici hikayelere yer veren bir dizi. Teknolojinin tüm hayatımızı nasıl değiştirdiğini, her yerde bizimle birlikte olan plazma ekranların, monitörlerin, akıllı telefonların 21. yüzyıldaki varlığımızı bize geri yansıtan birer karanlık aynaya dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Hal böyleyken Türkiye’ye özel bir video için, bir evlilik programını ele almaktan daha akıllıca ne olabilirdi bilemiyorum açıkçası...

Diğer sürprizler

190’dan fazla ülkede 109 milyonun üzerinde üyesi olan Netflix, ‘Narcos’ videosunda ‘Narcos’u ve dolayısıyla Pablo Escobar’ı İstanbul sokaklarına taşımıştı.

Devamını Oku

Boşanın ya da boşanmayın! Ya da ikisi için de pişman olun!

4 Ocak 2018

Dün bir haber dikkatimi çekti, Birleşik Krallık’ta Noel ve yılbaşından sonra açılmak istenen boşanma davalarının çokluğu 8 Ocak’ı adeta “boşanma günü” ilan edilebilir bir konuma sokmuş. Mutsuz çiftler Noel tatili sonrası soluğu avukatlık bürolarında almış... Ben ve bazılarımız yılbaşı ve ertesi demeden işimizin başında hazır kıta dururken, birileri tatiller, hediyeler, kutlamalar arasında bir de boşanma kararı patlatıvermişler... Oysa ki tatillerin ilişkileri kurtarıcı özelliği yok muydu yahu?

Tatile çıkmak mı, boşanmak mı?

Woody Allen’ın mizahıyla durumu ele alırsak kim bilir belki de Noel’i evde geçirmek zorunda kaldıkları için boşanıyorlardır... “ Evliliğim çok sorunluydu...” diyor ve devam ediyor Allen. “Boşanmamıza bir ölçüde benim hatalarım yol açtı. Karıma çok kötü davrandım. Evliliğimizin ilk yılı, hep aşağıladım karımı. Durmadan tartışıp kavga ediyorduk; sonunda, ya tatile çıkmamız ya da boşanmamız gerektiğine karar verdik. Büyük bir olgunlukla tartıştıktan sonra, baktık ki fazla paramız yok, boşanmakta karar kıldık. Bir Bermuda tatili iki haftada biter ama boşanma sonsuza dek sürer.”

Şaka bir yana filmlerinde, aşk, problemli ilişkiler, aldatmalar, evlilikler, ayrılıklar eksik olmayan Allen, basitte derini yakalayabilen nadir isimlerden biri... Her yıla bir film sığdırabilecek çalışkanlıkta ve filmlerine dair yapılan eleştirilerin en acımasızları da kendine ait Allen’ın bu mütevazılığı “Eğer bir film kötü eleştiri alırsa bu beni rahatsız eder… 30 saniye kadar” demiş, azılı bir hayranı olduğu Ingmar Bergman’dan kaptığı özelliklerden biri olsa gerek...

Filmlerinde aşk, zorlu insan ilişkileri, başarısız evlilikler, iletişim kopuklukları, dinin ruhta yarattığı karmaşa gibi konuları irdeleyen Bergman’ın şiirsel derinliğini, ucundan kıyısından Allen’ın filmlerinde de yakalamak mümkün.

Evliliğin detaylı anatomisi

Madem bu iki ustanın ismini andık... Evlilik, boşanma, sorunlu ilişkiler dedik... Evliliğin adeta anatomisini çıkarıp, incecik detaylarına kadar izleyiciye aktarmayı başarmış “Bir Evlilikten Manzaralar / Scener Ur Ett Äktenskap” filminden bahsedelim biraz... 1973 yapımı bir Bergman filmi bu... Yönetmenin televizyon için 6 bölümlük bir dizi olarak 16 mm’lik kamerayla çektiği, gördüğü büyük ilgi üzerine üç saatlik bir sinema filmine çevirdiği yapım, kadın erkek ilişkisini derinlemesine ele alan en iyi filmler arasında birinciliği göğüsler denebilir. Kimilerince fazla uzun ve ağır bulunsa da, öylesine gerçekçi ki, kendimizi bir anda Marianne ve Johan’ın ilişkisinin içinde buluveriyoruz...

Devamını Oku

Ekran yüzümüzü güldürecek mi?

31 Aralık 2017

Aralık ayı değişmezidir yeni yıl heyecanı. Tıpkı matruşka gibi bu heyecanın içi büyükten küçüğe klişelerle dolu olur. Sanırım bunların en başında “yeni yıl beklentileri” geliyor. Bütün ümitlerimizi sırtımıza yüklenip öyle adım atıyoruz eskiden yeniye. Tüm olumsuzlukları geride bıraktığımıza inanmak istiyoruz. Düpedüz kendimizi kandırıyoruz da ne çıkar bundan? Hazır hala o gücü içimizde bulabiliyorken, gülüp eğlenmeye bahane aramaktan daha güzel ne olabilir?

Yeni yıla nasıl girerseniz tüm yılınız öyle geçer derler. 365 gün 6 saatlik bir zaman diliminin o son 6 saati sanki eski yılla vedalaşıp yeni yılla kucaklaşmak için özellikle ayrılmış gibi... 31 Aralık gecesinde herkesin ortak amacı yeni yılı gülümseyerek karşılamak. Ben de bu geceyi evde geçirecek olanlar için bir tura çıkmak istiyorum. Bakalım televizyonda bizi neler bekliyor...

Müzik başrol olmalı!

Bir yılbaşı ekranında görmek isteyeceğim en son şey dizi. Böyle bir günde, akşam saatlerinden itibaren müziğin başrol olması gerektiği kanaatindeyim. Ama maalesef yine önceki yıllarda olduğu gibi, tam da özenle hazırladığımız o güzel sofralara oturup, lezzetli yemeklerin tadına bakacağımız saatlerde televizyonda bize dizilerin eşlik edeceği kanallar var. Örneğin Star TV saat 20.00’de Dolunay dizisini ekrana getirecek. Yılbaşı gecesi bir final bölümünü ekrana taşıyarak hoşluk yapacaklarını düşünmüş olacaklar fakat eminim ki, takipçisi oyuncuların donuk ifadeli yüzlerini görmek için bir hafta daha bekleyebilirdi diyor ve Kanal D’ye geçiyorum. Çocuklar Duymasın’la Kanal D sağ olsun, Meltem ve Haluk’un hiç de komik bulmadığımız klasik didişmelerini izleyip eğleneceğimizi umarak bu “bence” gereksiz emeği saat 20.00 itibariyle bize sunacak. Atv ise bizi hiç şaşırtmayarak “Kim Milyoner Olmak İster” ile izleyiciyi yarışırken keyiflendirmeyi amaçlıyor. Dizi oyuncularının yarışacağı programda Özdemir Erdoğan, Yavuz Bingöl, Kibariye, Mahmut Tuncer ve Ece Seçkin ise şarkılarıyla yer alacak… Murat Yıldırım’la eski tadını kaybeden yarışmanın pek de renkli geçeceğini sanmıyorum açıkçası... Gelelim Show TV’ye... O da “Güldür Güldür Show”la takipçiyi gülümsetecek. Yıllarca “Seksenler” dizisinin yılbaşı özel bölümünü yayınlayan TRT 1 ise bu yıl ne yapacak derken, bu kez kendine yeni bir dizi bulmuş ve “Aslan Ailem” dizisini geleneğe uydurmuş. Şaşırdık mı? Elbette hayır! Suratlar asılmasın sakın! Tur henüz bitmedi.

Yeni yıla alaturka giriş

Geçen yıl Tarkan konseriyle takipçisini coşturan Star TV’nin bu yıl ki kozu ise Sibel Can. Saat 23.00’te başlayacak “Yılbaşı Gazinosu”nda Deniz Seki, Ümit Besen, İrem Derici, Koray Avcı, Pamela, Buray ve Tuğçe Tayfur şarkılarıyla yer alırken, Sibel Can büyük bir orkestra eşliğinde sevenlerini mest edecek. Star TV müzik eğlence arayışını biraz geç de olsa karşılayacak. Bu manada gecenin favori programlarından diyebiliriz “Yılbaşı Gazinosu” için. Alaturkasevenler içinse ilk sıraya oturacaktır.

Devamını Oku

Hababam Sınıfı’nın değil magazinin haytası!

25 Aralık 2017

Ahmet Arıman ismi çoğu kimseye tanıdık gelmeyebilir. Ama Hayta İsmail denilince herkes bilir Hababam’ın haytasını. Güdük Necmi, Badi Ekrem, Şaban, Damat Ferit, Mahmut Hoca, namı-diğer Kel Mahmut ve daha fazlası gibi kazınmıştır hafızalara. Onun asker izninde arkadaşlarını ziyaret edişi “Hababam Sınıfı”nın en dokunaklı sahnelerindendir. Hababam efsanesinin kırk küsur yıllık mazisi var. Üstünden bunca yıl geçmişken Ahmet Arıman magazin gündemine öyle çirkin oturdu ki Hababam’ın sevimli haytasına gölge düştü.

Bu tantana yüzümüzü ekşitti!

Gündemi az çok takip eden herkes şahit olmuştur tantanalı evlilik macerasına. 62 yaşındaki Arıman kendisinden tam 39 yaş küçük Kader Kaynak ile dünya evine girdi. İş nikaha gelene kadar 23 yaşındaki Kaynak’ın annesi ve eski eşi -o zaman eski de değildi- büyük iddialarla basında yer aldı. Arıman’ın da bu iddialara yanıtları son derece gerçeklikten uzak ve ucuz oldu hep. Bütün bunlara tanık olurken yüzümüz ekşidi açıkçası.

Nikah sonrasında da bitmedi tantana. Ahmet Arıman geçtiğimiz gün verdiği bir röportajla da bu çirkinliğe tuz biber ekmeyi başardı. Sözlerini neresinden tutmaya çalışsak elimizde kalıyor. Röportaja “Özel hayatımla gündeme gelmek istemezdim.” diye başlıyor ama görünen o ki özel hayatı dışında gündeme gelebilme ihtimali yok Arıman’ın.Hababam Sınıfı dışında bunca yıl neler yapmış diye baktığımızda elle tutulur bir şey çıkmıyor karşımıza maalesef. Kendisi müzisyenmiş ama o da onu gündeme taşıyacak nitelikte değil anlaşılan.

Peki bunlar size yakışıyor mu?

“Bana yakışmayını yapmam, prensiplerim var.” dediğine göre, sormak isterim. “30’larında olsaydı almazdım, göğüsleri sarkmış olacaktı.” cümlesi size yakışıyor mu? Ya da, “Demokrasilerdeki gibi, yatak odasında da çareler tükenmez. İlaç kullanırım. Nereye kadar giderse. Bendeki potansiyeli gördü ki “Evet” dedi. Nefesine güvenmeyen, borazancı başı olmaz. Ben de kendime cinsel açıdan güveniyorum.” cümlesi yakışıyor mu size Ahmet Bey? Ben cevap vereyim üzerinize cuk diye oturuyor. Çıkıp “Ben seviyorum, o seviyor, kimseye de laf düşmez.” diye konuyu kaptasaydınız, topu topu sağlıklı bir ilişki olmayacağı konusunda eleştiriler alırdınız. Ancak çok açıkça görülüyor ki sizin durum “Yıkılmadım Ayaktayım Sendromu”na uyuyor. Bir dönem sıkça duyduğumuz “Azgın Teke Sendromu” daha da eski haliyle “Sarkozy Sendromu”... Bunları bir araştırın derim.

Devamını Oku

Çalmayan kim?

18 Aralık 2017

Gürültü, müzik olduğunda, kendini aşmanın ve özgürlüğün, aşkınlığın ve hayalin, arzunun ve isyanın kaynağı haline gelir.” der Jacques Attali “Gürültüden Müziğe” kitabında. Müziğin ekonomi-politiğini inceleyen bu kitaptan müziğe karşı ufacık bir ilgisi olanın büyük tat alacağı garanti. Bunu bir tavsiye kabul edebilirsiniz. Kitaba dair biraz bilgi vermek gerekirse, Jacques Attali müziğin toplumları nasıl şekillendirdiğini anlatırken onu dört evreye ayırıyor. Kurban, temsil, tekrar ve besteleme. Besteleme evresi ütopik bir gelecek hayali gibi. Çünkü maddi bir çıkarın yer almadığı, sadece müzik yapıp bunu insanlarla paylaşma zevkinin önem taşıdığı bir evre bu.

Sınırsız tüketim!

Yazara göre şu an bizlerin de içinde bulunduğu “tekrar” evresinin başlangıcı ise müziğin kaydedilmesiyle başladı. Müzik depolanır, dolayısıyla tekrarlanır hale geldiğinde sınırsız tüketimin kapıları da açılmış oldu. Büyük bir ekonomi kapısı üstelik. Müziğin aynı zamanda bir iktidar biçimi olduğunun da altı çiziliyor kitapta. Müzik gerektiğinde, “unutturmak”, gerektiğinde “inandırmak”ve gerektiğinde de “susturmak” için kullanılıyor. Günceli aşıp geleceği öngören ve onu şekillendiren, toplumla birlikte hareket ederken ondan daha hızlı hareket edebilen bir olgu müzik. Yani bir bakıma sanatçı geleceği gören kişi Attali için.

Gelecek nasıl?

Bizler müziğin “tekrar” evresindeyken, hızlıca tüketilen, birden tepeye sıçrayıp, kısa sürede yerini bir başka şarkıya bırakan eserlerle karşı karşıyayken, müzik magazin figürlerinin etrafında dönüyorken, işinin ehli ve çoğunlukla geri planda kalan gerçek sanatçılar geleceği umut verici görüyor mu? Bunu merak ediyorum doğrusu...

Müzik sanat olmaktan çıkıp sektör olduğunda geleceğe bakış, “Nasıl popüler olurum?” sorusu ekseninde yer alıyor elbette. Bunun için, reklamın iyisi kötüsü ayırt etmeksizin PR çalışmaları devreye giriyor. Dünya starları taklit ediliyor. Bütününde anlamsız, nakaratı akılda kalıcı şarkılar seçiliyor. Çoğunluğu aynı isimlerden çıkmış fabrikasyon şarkılaroluyor bunlar. En megastarı bile hareketli ikilemelerle dolu bir şarkının bestesi üzerine yine ikilemelerle dolu Türkçe söz yazıp zirveye oturuyor.

Çekinmeleri yok!

Eskiden yeniye, en tanınmış isimlerin çoğunun müzik geçmişine baktığımızda

Devamını Oku

Altın Kelebek etkisi: Fazlasıyla sıkıcılık!

11 Aralık 2017

Yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere bugün size bir miktar Altın Kelebek Ödül Töreni yergisiyle geldim. Gönül isterdi ki törenin ilk dakikalarından itibaren sık sık duyduğumuz “mucize dolu gece”, “süpriz dolu gece” iddialarını doğrular şekilde, “Ne muhteşem geceydi ama!” diyebileyim. Amma velakin diyemiyorum.

Bu yıl 44’üncüsü düzenlenen bu töreni itiraf etmeliyim ki ilk kez izledim. İzlediğim her dakika da ben bunu neden yapıyorum diye sorgularken buldum kendimi. Sık sık soluklanmalık küçük aralar verdim bu yayın süresince. Zira reklam araları bu yavanlığın üzerimizde bıraktığı sıkıntıyı atmak için yetersizdi. Bana kalırsa böylesine lezzetsiz bir organizasyonu sıkılmadan izleyebilmek de ödüllük bir beceri.

Mucize neydi?

Oldukça kişisel bir yazı olacağının altını çizerek, Kırmızı Halı röportajlarına adım atıyorum. Yayın Teve2 ekranlarında Cengiz Semercioğlu, Onur Baştürk ve Özge Ulusoy’un ünlülerle minik söyleşisiyle başladı. Ancak dakika bir gol bir, açılışta teknik bir sorun sebebiyle Semercioğlu’nun sözlerini duyamadık. Sonrasında birbirlerine şöyle şahanesin, böyle yakışıklısın iltifatları geldi. Üçlünün konuklarla sohbetlerinde heyecan ve mucize kelimeleri havada uçuştu. Heyecanı anlıyorum da, peki mucize? Gecede vaat edilen mucize neydi? İşte o büyük muamma!

Kırmızı Halı klişeleri!

Tören öncesindeki bu bölümden aklımda kalanlar arasında Gökçe’nin törene gelişini “Hem konserim yok, işim yok, ev de yakın geldim ben de.” şeklinde izah edişi, “Seni kim hazırladı?” sorusuna karşılık Can Bonomo’nun şaşkın bir ifadeyle “Ben kendim hazırlandım, evde.” demesi, Eşref Kolçak’ın 71 yıllık sanat hayatında bu törene ilk kez geldiğini ve onun da oğlu sayesinde olduğunu belirtmesi, Şeyma Subaşı’nın sürekli salladığı kafası, Ömür Gedik’in bir yaz gecesi havuz başında giyilebilecek elbisesi var. Elbise demişken gecede Miray Daner için üzüldüm. Ne modeli, ne rengi, yaşına ve fiziğine uymayan bir elbiseyle ödül almaya gelmiş olması büyük talihsizlik. Kendisiyle aynı ödüle layık görülen Melisa Şenolsun ve özellikle de Hazal Filiz Küçükköse son derece klas seçimler yapmışken üstelik.

Devamını Oku