Her şeyin başı sağlık… Bu cümleyi ne kadar çok duymuşuzdur. Yaşı kemale ermiş ya da ciddi bir sağlık sorunu yaşamışların çevresine verdiği bir mesajdır. Beden sağlının öneminin altı çizilirken, ruh sağlığının hayatımıza etkisinin gözardı edilmesi, sağlığın zihinlerde eksik tanımlanmasıyla ilgili olsa gerek. Çok defa düşünmüşümdür, keşke şu an hissettiğim acı bedenimde görünür bir yara olsa da, karşımdaki bende yarattığı tahribatı kavrayabilse diye. Veya en yakınınız, babanız, anneniz, kardeşiniz… Canım dediklerinizden biri sizi bu dünyada bırakıp gitmiştir. Bir kanser, bir kalp krizi veya bir kaza alıp götürmüştür onu… Siz insanların içinde ayaklarınız üzerinde sapasağlam duruyorsunuzdur. Bedenen sağlığınız yerindedir ama ya ruhunuz? Yaşanan bu acı kayıp ruhunuzu yataklara düşürmüştür. Bunu kimse bilemez… Veya başka başka nedenler… Kimisi için ailevi sorunlar, kimi için ekonomik zorluklar, kimisi için ta çocukluğundan beri yanında taşıdığı travmalar… Ruh sağlığının korunması özen, itina ve çaba gerektirir. Hele ki yaşadığımız zamanda düzeltilmesi zordur… Meşakkatlidir. Psikologlar da bu noktada devreye girer. İyi bir psikolog hayat kurtarır. Tıpkı İstanbullu Gelin dizisinde Fırat Tanış’ın canlandırdığı Adem Boran karakterinin terapi seansları sayesinde daha iyi bir insan olmaya doğru ilerleyişi gibi… Yerli dizlerle ilgili yazdığımda olumsuz eleştirilerimin ardı arkası gelmiyor. Fakat iyiyi, güzeli de görmüyor değilim. İstanbullu Gelin’deki bu terapi sohbetleri öylesine gerçek ve bilinçlendirici ki, bir bölüm tamamen bu sahneden ibaret olsa, insan tek bir cümleyi bile kaçırmamak için televizyon karşısından bir an olsun ayrılmak istemez. Tilbe Saran’ın canlandırdığı psikolog karakteri Adem Boran’ın travmasını izleyici önününde adım adım işliyor. Annesi ile sorunlu bağlanma modeli oluşturmuş Adem’in başta terapiyi reddederken, kendisindeki değişimin farkına varıp görüşmelere istekle gelmesini, öfkesini yenmeye yönelik telkinlerde bulunmasına, eşinin neden böyle bir ilişki içinde olduğunun analizine kadar son derece detaylı işlenen sahneler izleyicinin içinde bulunduğu ilişkileri ve hayata bakış açısını sorgulamasını sağlıyor…
Çocuklara yönelik programlara dahi kontrollü yaklaşmak gerekirken, minikleri TV karşısında gönül rahatlığıyla oturtmak zor.
Düşünüyorum, şayet çocuk sahibi olsaydım onunla birlikte televizyonda neler izleyebilirdim acaba? Neredeyse hiçbir şey… Çocuklara yönelik sunulan programlara dahi şüpheyle ve kontrollü yaklaşmak gerekirken, minikleri TV karşına gönül rahatlığıyla oturtmak kolay değil... Teknolojinin bu kadar içimize girdiği, 2 yaşında çocuğun tabletten, telefondan haberdar olduğu bir dönemde de onları tümden TV’den uzak tutabilmek de pek mümkün görünmüyor…
Geçen hafta, Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile RTÜK’ün çalışmasıyla hazırlanan Aile ve Çocuk Dostu Yapım ve Dizilerin Teşvik Edilmesine Dair Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik yürürlüğe girdi. Seçici Kurulca aile ve çocuk dostu olduğu belirlenen yapım ve dizileri yayınlayan medya kuruluşlarına teşvik ödülü, bu yapım ve dizilere ise Aile ve Çocuk Dostu Yapım ve Dizi unvanı verilecek.
Halihazırda yayın hayatına devam eden dizi ve programlar acaba yönetmelik daha önce yürürlüğe girseydi, bu teşvik ve ünvana layık olabilirler miydi kriterlere bir bakalım. Aile bütünlüğünü korunmayı ve güçlendirilmeyi hedeflenmesi: Bizim Aile, İstanbullu Gelin, Adı Zehra, Çukur, İnsanlık Suçu, Çocuklar Duymasın ve daha nicesi, dizilerin birçoğu aile üzerinde dönüyor, ancak bu kriteri tam anlamıyla karşılamadıkları aşikar.
Milli değerlerin korunması ve gelecek nesillere aktarılması: Milli değerden kasıt neredeyse her kanalda varlık gösteren asker dizileriyse ohoo saymakla bitmez.
Her türlü bağımlılık ile mücadelenin teşvik edilmesi ve farkındalığın arttırılması: Bizim dizilerde mücadeleyi özendirmekle karıştırdıklarını söylemek mümkün.
Çocukların ve gençlerin ahlaki gelişimlerinin desteklenmesi: Yapabilen varsa beri gelsin.
Kadının saygınlığını, değerini ve haklarını ön plana çıkaran unsurlara yer verilmesi: Bunu bulmak için cımbız kullanmak da işe yaramaz.
Sosyal medya La Casa De Papel ile yıkılıyor. Ama Türk gençlerinin en çok beğendiği dizi insanı şaşırtıyor.
Gençlik... Toplumun en dinamik unsuru, toplum geleceğinin bir göstergesi, kültürü sonraki nesillere aktaracak taşıyıcı bir kuvvet... Aristo gençliğin özelliklerini anlatırken söze, “Tutkulu, huysuz ve öfkelidirler” cümlesiyle başlar. Onlardan idealist ve atılgan olmaları beklenir. Ancak günümüz gençliğini detaya indirdiğimizde durum fena... Gençlerin ilgi alanları, okudukları, yazdıkları, dinledikleri ve izlediklerine baktığımızda gelecekten endişe duymak yerinde bir kaygıyı işaret ediyor. Açıkçası En İyi TV Dizisi olarak Fazilet Hanım Ve Kızları’nı seçen bir gençlikten gelecek adına ne beklenir bilemiyorum... Evet, şaka değil.
Tüm sosyal medya, La Casa De Papel dizisiyle çalkalana dursun, bizim gençlik meğer bir yandan da FHVK izliyormuş! İki diziyi ölçüp tartığımızda, bunu izleyen bunu da izledi demek çok garip gelmiyor mu?
Gençleri seçkin zevklere ve kaliteye yönlendirelim
Bu yıl dördüncüsü düzenlenen Türkiye Gençlik Ödülleri’nde, 10 aday arasında ipi göğüsleyen Fazilet Hanım olmuş... Meraklısı çok olan Çukur ve Söz gibi dizileri de geride bırakmış üstelik. Dizinin konusuna baktığımızda, baba başkasından hamile küçük kızla evli, küçük kızın çocuğunun gerçek babası, kocasının kızıyla evli. Küçük kızın ablası kocasının çocuklarıyla aşk yaşıyor. Önce biri, sonra diğeri. En büyük abinin karısının kimsenin bilmediği bir çocuğu var. Kardeşlerin en küçüğü, üvey annesinin çocuğunun babasıyla evli olan kız uzunca bir süre hamile olduğu yalanıyla herkesi ayakta uyutuyor. Herkes birbirinin ardından binbir entrika çeviriyor... Ha tabii ilk bölümlerde zengin fakir klişesinin de ekmeğini bolca yiyen dizide artık iyi karakter, kötü karakter ayrımı yapmak pek mümkün değil...
Merak ediyorum, bizim tutkulu, huysuz ve öfkeli gençlik bu dizide ne buluyor? Dünya Gençlik Politikaları Derneği ve MDC Gençlik Ajansı tarafından Gençlik Otobüsü projesi kapsamında gerçekleşen bu oylamada otobüs hangi gençlere uğradı, bu oyları kim veriyor?
Dizi izleyicisi artık senaryodaki ‘saçmalıklardan’ sıkıldı. Ufak Tefek Cinayetler’in son bölümü pes dedirtti.
Şayet özellikle günümüzde geçen, sıradan insanların hayatına odaklanmış bir dizi izliyorsak, ondan öncelikli beklenen şey senaryonun gerçekçi ve mantığa uygun olmasıdır. Yerli dizilerde bu gerçekçiliği bulmak zor. Bizim dizilerde en önemli meseleler kulak misafiri olmakla öğreniliyor, iletişim kurulmadığı için deli aşklar sonlanıyor, tesadüfler zinciri sayesinde olaylar örülüyor... Aksi halde senaryolar kısır.
Teknolojinin bu denli hayatımızın içinde olduğu bir zamanda telefondan mesaj yazmak yerine, not yazıp muhatabının bulması için çekmeceye koymak da neymiş? - Siyah Beyaz Aşk’ta tam da bu oldu- Üstelik kimsenin öğrenmemesi gereken bir konuda... İnsan düşünüyor gerçek hayatta bu durumda kaç kişi böyle aptalca bir şey yapar? Ama dizide olunca senarist bölümün yarısını bu aptalca hareketle kurtarıyor işte...
Sosyal medya topa tuttu
Asıl Ufak Tefek Cinayetler’den bahsetmek istiyorum. Dizi ilk iki bölümündeki iddiasını maalesef sürdüremediği gibi, her bölümde biraz daha düşüşe geçti. Son bölümde ise Ufak Tefek Cinayetler, “iri kıyım saçmalıklar”a evrildi. Dizide Taylan’ın evdeki yeni hizmetçiye karşı yaklaşımı sosyal medyada büyük eleştiri aldı. Televizyon meteforu üzerinden hakikaten çirkin tacizkar ve salyalı replikler, Taytay ve Kızıl Mehmet’in işini yapan bir kadını göz hapsine almak için eve kapanmaları... Biri evli, biri sözde eski karısına aşık çoluklu çocuklu iki adamın ilk kez kadın görüyormuşcasına trajikomik halleri...
Bu, hergün onlarcasına şahit olduğumuz tecavüz ve taciz haberlerine bakacak olursak, senaristlere gayet gerçekçi gelmiş olabilir ancak, Sarmaşık Sitesi’nde 120m2’lik bir evde üzerinde süper mini etek, derin göğüs dekoltesi ve topuklu ayakkabıyla elinde tüylü bir aparatla toz alan bir hizmetçinin varlığı hangi fantezinin ürünüdür? Fazla mı +18 etkisinde kaldınız acaba?
Tanıtımlarından itibaren gümbür gümbür geliyorum diyen, reytinglerde ise ummadıkları şekilde çuvallayan, büyük prodüksiyonlu, yüksek maliyetli iddialı dizi “Mehmed Bir Cihan Fatihi”nin başarısızlığından kim sorumlu?
Yoğun gündemde bazı kategoriler belirledim: Kendisiyle çelişenler, sevgili değil finansör seçen kadınlar, işini asla şansa bırakmayanlar...
Geçen haftanın gündemine göz attığımda sivrilmeyi başarmış kişi, olay veya yapımlarla ilgili kafamda bazı kategoriler oluştu. Örneğin Burcu Esmersoy’u “Erkek arkadaşınızla birlikteyseniz cüzdana ihtiyacınız yok.” minvalindeki sözleri nedeniyle “sevgili değil, finansör seçen kadınlar” kategorisinde haftanın birincisi olarak en tepeye oturttum. Facebook CEO’su Mark Zuckerberg ise Facebook’la ilgili skandal hakkında ABD Senatosu’nda ifade verirkenki hali sebebiyle, “haftanın acınası CEO’su” oldu... Malum, her daim cool olmaya çalışan Zuckerberg’ciğin sandalyede poposunun altına yükselti koymuşlar...
Bu ikisi dışında birkaç kategori daha var ama hepsinden önemlisi “haftanın kendisiyle çelişeni”... Bu başlık altında süreklilik göstermesi muhtemel ve birinciliği göğüsleyen ismi ise Hülya Avşar... Hem de iki çelişkiyle birden... Programına konuk ettiği isimlerden çok konuşması, onlardan çok kendinden bahsetmesi, her şeyi ben bilirim, sen yanlışsın edası bir Hülya Avşar klasiği olarak varlığını sürdürüyor. Kadın erkek ilişkilerine dair yaptığı açıklamalara girmiyorum bile...
İşini şansa bırakmıyor
Projeye başladığı andan itibaren her fırsatta lafı filmine getiren Hülya Avşar’ın Selfie’sini bu sayede sağır sultan bile duydu. 27 Nisan’da vizyona girecek filmin afişi ise epey konuşuldu. Hakkında konuşulması Avşar’ın kendinden sonra en sevdiği şey olduğu için, bu sevdiği şeye kavuşmak ve dikkat çekmek amaçlı çıplaklığı seçmiş. Bir ihtimal de, otobiyagrafik ne olduğundan tam da emin değilim- filminde bütün çıplaklığımla karşınızdayım mesajı vermek istemiş de olabilir... Ancak ilk şık ağır basıyor elbette. Zaten fragmandaki “Diyorlar ki her gün gündemde, işi şansa bırakmamışım demek ki.” cümlesiyle de bu pozun nedenini açıklamış oluyor. Bana göre hoş bir afiş olmuş. Fakat şöyle de bir şey var ki, afişte 8 tane Hülya Avşar yazıyor olması fotoğraftan çok dikkat çekti. Konuşulmak için öyle bir fotoğrafa gerek yokmuş aslında ama Avşar işte... İşini şansa bırakmamış....
Rap çok saçma deyip, Rap şarkı seçmek!
Şimdi gelelim çelişkilere. Fragmanda diyor ki: “Samimiyet oynanması mümkün olmayan tek roldür”. Üzgünüm ama bu her hareketi planlı, fenomen olma uğruna yapmadıkları şey kalmayan YouTuber’lar gibi, etkileşim için Twitter’da tweet kasan ergenler gibi, ne yapsam da linç yesem -bu bir twitter jargonu- mantığıyla yaşayan biri için son derece kendisiyle çelişen bir cümle. Eline kamera alıp bakın işte bu da benim hayatım diye video çekmek samimiyet olmuyor, bunun bir ayırdına varalım... Daha önce “Rap çok saçma!” diyen Avşar’ın filmi için Rap şarkı yapması da ikinci çelişki. Konuk ettiği Ceza’ya “Aynı müzik üzerine farklı sözler yazılıyor, Rap çok saçma.” demişti ve Ceza’dan “Diğer şarkılarda da farklı müzik üzerine aynı sözler yazılıyor.” gibi efsane bir yanıt almıştı. Şimdi ise nakaratını kendi yazdığı Rap şarkıyla film tanıtımı yapıyor. Nakarat da “Sevmek, gülmek, mutlu olmak ibadettir”... Aşırı yaratıcı yani... Ben bir de şeyi merak ettim. Yazan Hülya Avşar, yöneten Hülya Avşar, senaryo Hülya Avşar, kamera Hülya Avşar, ses Hülya Avşar, ışık Hülya Avşar, mekan bile Hülya Avşar... Peki photoshop da Hülya Avşar mı? Fikir güzel de fotoğraf kalitesi kötü çünkü... Ve sıradaki şarkı MFÖ’den gelsin: “Peki Peki Anladık”...
Bu yıl 37’ncisi gerçekleşen İstanbul Film Festivali geçen cuma sinemaseverlere perdelerini açtı. İstanbul 2 hafta onlarca filme ev sahipliği yaparken, Türkiye’deki sinema salonlarında ise bu hafta 5’i yerli olmak üzere 9 film vizyona girdi.
Margarethe von Trotta’nın yönettiği, Ingrid Bolso Berdal, Katja Riemann, Haluk Bilginer ve Lucie Pohl’un rol aldığı Almanya yapımı “Eski Kocam(ız)”, iş hayatında hızla yükselen bir kadının, ansızın kocasının eski eşiyle birlikte yaşamak zorunda kalması sonucu gelişen olayları beyazperdeye taşıyor. Gürvardar’ın yönetmenliğini yaptığı “Kızım ve Ben” filmi, eşinin evi terk etmesinden sonra hayatın yükünü kızıyla beraber sırtlayan polis bir babanın, yıllar sonra dönen eşiyle değişen yaşamını konu ediyor. Filmin başlıca rollerinde Cemal Hünal, İrem Helvacıoğlu, Zülal Memişoğlu, Enis Aybar, Ayça Kuru, Cengiz Kurtoğlu, Gizem Hatipoğlu ve Ömür Arpacı var.
7 yıldır bir iç savaşın sürdüğü, dünyanın en tehlikeli bölgesine operasyona çıkan bir Özel Kuvvetler timinin hikayesini ele alan “Can Feda”da Burak Özçivit ve Kerem Bürsin’in yanı sıra Melike İpek Yalova, Süleyman Karaahmet, Sabahattin Yakut, Onur Ayçelik, Özbek Yedig Kaplan ve Can Baykan rol alıyor. Yönetmen koltuğunda ise M. Çağatay Tosun oturuyor.
Çapkınlık yaparken basılan bir kocanın başına gelen olaylar etrafında dönen komedi “Eyvah Karım”ın senaryosu Haluk Özenç ve Çetin Büyükakın’a ait. Filmin başrollerinde ise Asuman Dabak, Yosi Mizrahi, Wilma Elles, Metin Yıldız, Murat Okay, Binnur Şerbetçioğlu ve Sadi Celil Cengiz gibi isimler yer alıyor.
Bülent Pelit’in yazıp yönettiği “Karımı Gördünüz Mü?” de izleyiciyi güldürmeyi hedefleyen filmlerden. Tatile gittikleri tesislerde eşini kaybeden bir adamın hikâyesini konu alan filmin oyuncu kadrosunda Peker Açıkalın, Ivana Sert, Nuri Alço ve Coşkun Göğen var. ‘da doğup büyümüş genç bir kadının dedesinin kendisine miras bırakması sonucu Gaziantep’e gelmesiyle gelişen olaylar etrafında dönen “Antep Fıstığı”nda yönetmen Oğuz Yalçın, oyuncular ise Ivana Sert, Orhan Uslu, Tuncay Günhan, Sefa Zengin ve Vural Buldu.
Haftanın korku filmi “Karanlık Sır”da ise George Mackay, Charlie Heaton ve Anya Taylor-Joy gibi genç oyuncular yer alıyor. Sergio G. Sanchez’in yönettiğ film ayrı ayrı yetimhanelere gönderilmemek için annelerinin ölümünü herkesten saklayan 4 kardeşin hikayesini anlatıyor.
Animasyon filmi “Fındık İşi 2”, Sincap Surly ve arkadaşlarının lunaparka dönüştürülmek istenen parkı koruma mücadelelerini anlatıyor. Yönetmen ise Cal Brunker. Sivertsen’in yönettiği haftanın bir diğer animasyon film “Louis ve Luca: Büyük Peynir Yarışı” komşu köyle düzenlenen geleneksel peynir yarışını kazanmak için kolları sıvayan Louis ve Luca’nın hikayesini sinemaseverlerin beğenisine sunuyor.
DMAX’te ekrana gelecek “Popüler Sihir” programı öncesinde, TV programı için kendini New York’a ışınlayan sihirbaz Antonio Diaz’la hikayesini konuştuk.
Dünya küçük derler. Peki gerçekten öyle mi? Altı Derecelik Ayrılık Teorisi’ne göre, evet. Çünkü bu hipoteze göre bir kişi bu dünya üzerindeki herhangi bir insana sadece 6 kişi uzaktadır. 28 yaşında İspanyol sihirbaz Antonio Diaz bu teorinin içine sihirini katarak yaptığı şovlarla dünyanın ilgisini çekmeyi başardı.
Birgün uyanıp ben sihirbaz olacağım mı dedin... Nasıl başladı bu hikaye?
Kendimi ilüzyonla ilgilenirken buldum ve sihirbazlık numaraları yapmaya ve bu konu üzerine çalışmaya başladım. Eğer birisi aileme Antonio büyüyünce ne olacak diye sorsalardı cevap kesinlikle sihirbaz olurdu.
İspanya’nın en iyi sihirbazısın. Sıra dünyanın en iyisi olmaya mı geldi?
İspanya’da çok tanınıyor ve seviliyorum ve sihrimi mümkün oldukça çok insanla paylaşmak isterim.
Seni etkileyen ve idol olarak gördüğün sihir ustaları kimler?
Kesinlikle David Copperfield. O sihri “cool” hale getirdi. Onun sayesinde sihirbazlık gerçek yetenek isteyen bir sanat olarak üst sıralarda yer almaya başladı.