Alışılmışın dışında bir fotoğraf diline sahip, 100 yılı aşkındır fotoğrafçılığa sevdalı bir aileden gelen ve klasiğin dışına çıkıp, fotoğrafın huzursuz edici tarafına da objektifini çeviren, sarsıcı fotoğrafların sahibi Mehmet Turgut... Sergiler, dergiler, afişler derken dünyanın dört bir yanında ödüller kazanmış, başarıya doymayan iddialı fotoğrafçı şu sıralar CNN Türk ekranında yeniden “Falan Filan” programında ünlü isimleri ağırlıyor... Biz de bu sıra dışı isimle küçük bir söyleşi gerçekleştirdik...
‘Beni iş hayatımda en etkileyen cevap’
Falan Filan programıyla yeniden ekrandasınız. Bu projenin çıkış noktası ne olmuştu?
Yaklaşık yedi sene kadar önce ilk program teklifimi aldım ve verdiğim cevap; zaten fotoğraflar, videolar, reklam filmleri çekiyorum. Niye üstüne bir de televizyon programı yapayım oldu. Sonrasında beni iş hayatımda en etkileyen cevap geldi “ne istiyorsan yap” ben bunu duyduğumda istemsiz fikir üretmeye ve kimsenin görmediği şeyler yapmayı saplantı haline getiriyorum.
Melih Cevdet Anday bir şiirinde, “Bir misafirliğe gitsem / Bana temiz bir yatak yapsalar / Her şeyi, adımı bile unutup / Uyusam…” der… Bu şiiri her okuduğumda bembeyaz mis gibi çarşaflarla kaplı, bol yastıklı şahane bir yatakta, tüm dünyadan kendimi soyutlayıp uyumayı hayal ederim. Özellikle yaşadığımız dönemde aşırı kirliliğe maruz kalan zihinlerimizi parlatmanın, hayal kırıklıklarımızı onarmanın, fiziksel ve psikolojik yüklerimizden kurtulmanın düşü zaman zaman herkesin kapısını çalıyor…
Mutlu olmanın şartları son derece kişiselken, insanları mutlu olması gerekenler ve mutsuz olması gerekenler olarak ikiye ayırmanın mantıksızlığını her zaman savunurum. Yaşam şartları psikolojilerin şekillenmesinde son derece önem taşısa da, görüyoruz ki, fazlasıyla iyi bir hayata sahip olanların da tükenmeşlikle başı dertte…
İlk olarak Meryem Uzerli ile ülkemizde bilinir hale gelen “Tükenmişlik Sendromu”, gıpta ile bakılan, özenilen yaşamlar süren ünlüler dünyasında sinsi sinsi gezintisini sürdürüyor. Hepsi magazine yansımasa da bu hastalık o şaşaalı camianın içinde fazlasıyla popüler… Ve en son kurbanlarından biri de Burak Özçivit olarak görülüyor. Kendisi bu haberlerden sonra her ne kadar ‘Tükenmişlik sendromuna yakalandığınız doğru mu?’ sorusuna; “Öyle bir şey olabilir mi hiç arkadaşlar ya daha neler, gördüğünüz gibi gayet iyiyim” demiş olsa da, bu sendroma yakalandığı haberlerinin kaynağı olan “Ben bu hayatta istediğim her şeyi elde ettim. Canım kahve içmek istedi Paris’e gittim. Gezmek istedim, Ortadoğu’ya gittim ama artık hiçbir şeyden zevk alamıyorum… ” cümleleri pek de yabana atılamaz…
Tükenmişlik Sendromu denen şey de zaten, mükemmeliyetçi insanlar, hep daha iyisini yapma ihtiyacı duyanların isteklerini bir şekilde elde ettikten sonra hayatın anlamsızlığına kanaat getirmesi durumunu da içine almıyor mu? Veya içinde yetersizlik hislerinin telafisini için yüksek hedefler belirleyen, olması gerektiğine inandığı şeylerin olmayışının tetiklediği bir sendrom değil mi?
Özçivit için adı tükenmişlik değilse bile, bir şeylerin çok da yolunda olmadığı aşikar… Oyuncu en son Kara Sevda dizisiyle adından sıkça söz ettirmiş sonrasında Murat Boz’la başrolleri paylaştığı “Kardeşim Benim” filmini çekmiş olsa da, umulan olmamış film beklenen ilgiyi görmemişti. Fahriye Evcen’le yaptığı evlilik, balayı ve magazinsel haberler dışında mesleki anlamda ortalarda görülmeyen oyuncunun her kanal üç beş dizi projesine yer verirken, geri planda kalması psikolojisinin hafiften bozulması için yeterli bir sebep gibi duruyor…
Kahve içmek için Paris’e gidemeyenler olarak, “seninki de dert mi ki, benim derdim yanımda” desek yeridir. Veya şunu hatırlatalım. Jose Mourinho’ya gazeteci sorar: “Takım yorgun muydu?”, hoca cevap verir “Yorgun mu? Günde 15 saat çalışıp ayda birkaç yüz euroyla evine dönen baba yorgun olur, biz değil... “
Hayatımız boyunca verdiğimiz önemli kararlar arasında mesleğimizi seçmek yaşantımızı şekillendirmek için ne kadar etkiliyse, mesleği bırakma kararı almak da kolaylıkla uygulamaya konulacak bir şey değil... Ancak bazı meslekler var ki, onları bırakma veya sürdürme kararı almak, böyle bir karara ihtiyaç duymak bana anlamsız geliyor... Şarkıcılık, oyunculuk veya sanatın bir başka dalı, bu gibi işlerde kepenk kapatmaya ne gerek var ki? Hadi kendi içinde kapatıyorsun diyelim, bunu ilan gereği neden? Dediğim gibi o an için böyle bir düşünce içine girmiş olabilir insan. Hatta belki gerçekten de bu kararında istikrar gösterip hayatı boyunca sürdürebilir. Ancak bunu ilan etmeye gerek duymayı pek anlamlandıramıyorum
Teoman pişman olmuştu!
Bugün artık şarkı yazmayacağım dersin üç gün sonra bir şey olur yazıverirsin, dizi yapmayacağım dersin öyle bir proje gelir ki önüne, oynamak için can atarsın. Nitekim bunlar olmadı da değil... Geçen yıllarda Teoman müziği bıraktığını açıklamış fakat kısa bir süre sonra “Bıktığımı, daha uzun yıllar yapmak istemeyeceğimi düşünüyordum ama yanılmışım. Canım sahneye çıkmak istiyor” diyerek geri dönmüştü.
İkisini kıyaslamak yanlış olur
Şimdilerde ise Türkan Şoray’ın oyunculuğu bıraktığına bıraktığına dair bir açıklaması oldu. Gerçi Teoman ve Türkan Şoray’ın bu kararlarını bir tutmak da doğru değil. Bir yanda üretkenliği devam eden birinin bırakıyorum demesi, diğer yanda ise zaten uzun zamandır mesleğinde ortaya bir şey koymamış biri… Dolayısıyla arada da ciddi bir fark var…
Çoktandır kamera önünde değil Peki, hemen hemen heryerde “Türkan Şoray’dan sevenlerini üzen karar!” başlığıyla verilen bu haber gerçekten de sevenlerini üzdü mü? Hiç sanmıyorum. Çünkü adı üstünde o Yeşilçam’ın Sultanı… Maalesef o, orada kaldı… Türkan Şoray zaten günümüzde de yıllar önce ürettikleriye varlığını sürdürüyor. Yani belli bir zamandan sonra ortaya sevenlerinin yüzünü güldürecek bir iş koyduğunu düşünmüyorum… Üstelik 2016’da çıkardığı lüzumsuz albüm ve üçüncü sınıf klibiyle fazlaca kızdırmıştır bile…
Eski filmleri seviliyor! Şoray en son 2012 yılında Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam isminde, beklediği başarıyı yakalayamadığı için erken final yapan bir TRT dizisinde rol almıştı. Son rol aldığı sinema filmi ise yanılmıyorsam 2007 yapımı Suna… Diyeceğim o ki, zaten yıllardır ekranda veya beyazperdede görmediğimiz Şoray’ın oyunculuğu bırakması sevenlerini etkilemez. Onlar zaten Yeşilçam nostaljisi seviyor...
‘Çok Aramızda’ ama şakalar güldürmüyor
Bana kalırsa TV ekranında en izlenilesi şey yarışma olabilir. Film demiyorum çünkü tam kendimizi filme kaptırmışken araya “Değer mi hiiç, değer mi hiiç” diye bir tüy dökücü krem reklamının girmesi pek film keyfi bırakmıyor insanda. Bu arada bu bahsettiğim reklam gerçekten fazla sinir bozucu değil mi? Ya da ben taktım bilemiyorum... “Üff daha dün onlardan kurtulmuştum oysa ki...”, diye tüylerinden yakınan kıza Sezen Aksu’nun unutulmazlarından bir şarkıyla gözleri olabildiğince açıp yaklaşmak nedir? İsminin önüne sürekli sempatik sıfatı yakıştırılan Seda Bakan da anlamsız reklamda fazla itici... Zaten sevilen eski şarkıların reklam filmlerinde kullanılmasına karşıyım. Özellikle de MFÖ şarkıları...
TV’de en izlenesi şey yarışmalar dedim fakat elbette Yaparsın Aşkım, Ben Bilmem Eşim Bilir formatındakilerden bahsetmiyorum. Veya gündüz kuşağının didişmeli yarışlarından... Kelime Oyunu, Milyonluk Resim, Murat Yıldırım’ın ruhsuz sunumuna rağmen Kim Milyoner Olmak ister gibi, izlerken kendi bilgini de sınayabileceğin, yarışın içinde kendini de hissedeceğin türden yarışmalar bahsettiğim... Güce, el becerisine, şansa dayalı yarışmalar işin içinde olan için keyifli olabilir de, izleyen için nasıl bir keyif vaat ediyor bilemiyorum. Herkeslerin sevgilisi Survivor dahi bana sıkıcı birbirini tekrarlayan yarışlardan ibaret görünüyor. Yarışlar dışındaki rekabet, insanların birbirleriyle gerilimleri olmasa, sanmıyorum ki bu kadar izlenir olsun...
Perşembe akşamı yeni bir yarışma “Geleceğin Starı” ekran yolculuğuna başladı. Beren Saat ve Engin Akyürek’i oyunculuk dünyasına kazandıran “Türkiye’nin Yıldızları”yla aynı formattaki “Geleceğin Starı”nda, programın jürisinde yer alan Fırat Parlak’ın dediğine göre 39 bin başvuru içinden seçilmiş oyunculuk hayalini gerçekleştirmek için yeteneklerini sergileyen 16 genç yarışmacı var. Açıkçası ben biraz “Nasıl yani?” olmadığım değil. Tamam, gençler fena değil, kötü diyemeyiz ancak, 39 bin kişi içinden seçilmiş 16 kişi denilince insan karışısında harikalar yaratan oyunculuklar bekliyor... Yani bu söylem ciddi anlamda beklentiyi yükseltiyor izleyici için.
Bu arada Fırat Parlak sesiyle tanıdığımız bir yönetmen. Tolga Çevik’in, Komedi Dükkanı, Arkadaşım Hoşgeldin ve en son TOLGSHOW’un da yer alan atarlı dış ses kendisi. Jüri koltuğunda ona Nurgül Yeşilçay ve Hamdi Alkan eşlik ediyor. Hamdi Alkan’a hiç lafım yok. Ancak Yeşilçay jüri klişelerine daha ilk bölümden başladı. Kimi yarışmacılara abartılı şekilde “sana bayılıyorum”lar mı dersiniz, kaslı gecin kaslarına övgüler mi... “Güzel vücudu var onu niye göstermesin ki” gibi cümleler... Bir an kendimi Hülya Avşar’ı izler gibi hissettim. Asıl bomba cümlesi ise, belki de yarışmanın en kötü, en güldürmeyen ve ilk skeci için “Gülmenin yetmediği zamanlar vardı.”... “Geleceğin Starı”nın sunucusu Müjde Uzman ise öyle olması gerektiği gibi ki... Çok doğal, yapmacıklıktan uzak... Alışkın olduğumuz gibi ne gereksiz cıvıklık, ne rol çalmaya çalışmak, ne robotik bir ifade... Kendisini gerçekten çok başarılı buldum... Geleceğin sunucusu da o olsun!
Bir şöhret kafasımız eksikti!
Yarın Eser Yenenler’in sunumuyla ekrana gelecek yeni bir yarışma “Şöhret Kafası” ilk bölümüyle ekran sınavına çıkacak. Yarışmacılar, tanınmış isimlerin maketten yapılmış “kafa”larını giyerek eğlenceli parkurları tamamlamaya çalışacakmış. Yaparsın Aşkım türünün bir farklı versiyonu sanırım. Ünlülerin hayatlarından esinlenerek oluşturulan etaplar, yarışmacıları zorlarken izleyiciyi güldürmeyi amaçlıyor. Böyle bir formatta Yenenler’in zorlanacağını sanmıyorum. İzlemeden iyi-kötü yorumu yapamam elbette, sadece “Ne gerek vardı?” diyebilirim…
Yazın sıcağı, nemi, üstümüze yapışan rehaveti TV ekranında da yakamızı bırakmıyor. Sıcak mı daha çok bayıyor, ekran mı dersek? Zaten televizyona fazlaca mesafeli biri olarak elbette ikinci şıkkı seçerim. Ramazan programları, seçim derken, kaldık mı yenilikten zerre nasibini almamış yaz dizilerine... Yıllardır aynı elbiseyi sadece farklı ayakkabıyla kombinleyip sürüyorlar önümüze. İzleyici “yeter öff” dese de, ne senaristin ne yapımcının ne yayınlayan kanalın yüzü kızarıyor.
Oyuncular ise ayrı ilginçlikte. Bir bakıyoruz geçen sezonun zengin kaslı erkeği, bu sezon da başka bir dizide ufacık hatta bazen de hiç olmayan bir farkla aynı rolüne devam ediyor. Yine minnoş, kalbi kendinden güzel, sakar ama atarlı kızımız, adı değişmiş ancak hali, tavrı, tarzı hiç değişmemiş yaz dizisi olmanın hakkını sonuna kadar veren bir başka dizide oyunculuk yolculuğunu devam ettiriyor.
Oyuncu takası
Oyuncular ilginç dedim çünkü şahsen ben oyuncu olsam bir noktada bu rolleri kabul etmez ve kendimi geliştirmek yönünde hareket ederdim. Para da bir yere kadar yani... Bir dönem, bu diziler aynı klişelerle varlık gösterse de en azından, adı sanı duyulmamış, oyunculuğa daha doğrusu tanınmaya yeni adım atan isimlerden oluşurdu. Böyle bir diziyle kendini gösterir sonrasında daha ciddi yapımlarda karşımıza çıkardı veya yok olurdu. Ancak bir süredir bu da olmuyor. Resmen değiş tokuş yapıyorlar. Elmadaki başrol erkek karpuza, karpuzdaki vişneye geçiyor falan...
Biz mi yanlış biliyoruz?
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Yeni nesil kızları zengin erkek, erkekleri ise manken edasında kız peşinde ve bunu da açıkça dile getirmekten çekinmiyorlar. Eskinin o iyi niyetli beklentileri yerini paranın getireceği mutluluk arayışına bıraktı. Oysa davul bile dengi dengine değil miydi? Yaz dizileri gösterdi ki öyle değilmiş... Fakir kızın zengin, üstelik yakışıklı ve mucizevi bir şekilde de iyi kalpli bir erkeği kendine aşık etmesi meğer hiç de zor değilmiş... Adamın milyon dolarlık arabasıyla, on liralık pazardan alınmış tişörtüyle salınan kızımızı gecekondu mahallesine bırakması çok da olağanmış... Gecesi gündüzü kızın peşinde koştururken, iki toplatıya girip koca şirketleri şahane şekilde yönetebilecek kabileyetteki bu erkeklerin, -kendisi mutlaka yurt dışında okumuştur- hayat mücadelesinden pek de kendini geliştirmeye fırsat bulamamış, ya da hayatta tek beklentisi naif hayalini gerçekleştirmek olan bir kızı evliliğe ikna etme çabası hakikaten alkışlanası değil mi...
Her mevsimin kendine has bir cazibesi var. Kışın bembeyaz güzelliği kar, sonbaharın sarının her tonunu taşıyan dökülmüş çıtır çıtır yaprakları, ilkbaharın çiçeklenmiş ağaçları, en fazla rağbeti gören mevsim yazın da ilk önce tatili... Yaz taraftarı en coşkulusu. İlk güneşte, kadını tiril tiril elbisesini, erkeği şortunu terliğini geçiriyor üstüne... Diğer tüm mevsimleri sırf o güne kavuşak için yaşıyor adeta. İşin bir de ekonomik boyutu var elbette bu mevsim bekleşiylerinde. Uludağ, Kartalkaya kış olsun ister, Çeşme, Bodrum yaz... Malum ekmek aslanın ağzındayken, kiraz bahçeleri olan da kışı sevecek değil ya...
Madem kiraz dedik, yaz ve senarist arasındaki aşka değinmeden de olmaz. Kiraz Mevsimi, Çilek Kokusu, İncir Tatlısı, Dut Pekmezi, Karpuz Kabuğu, Kavun Çekirdeği gibi gibi... Yaz mı geldi, daya klişeyi gitsin dizileri... Eldeki malzeme hazır zaten rafta, parmak arası terliklerle şıppıdı şıppıdı gezerken biraz harmanlamak kafi yeni bir dizi için.
Ana malzeme değişmez
Ana malzemelerimiz elbette bir adet güzel kız ve bir adet kaslı erkek. Erkeğin tabii ki lüks bir hayatı olmalı. Biraz ukala, biraz başınabuyruk... Kızın özelliklerinde olmazsa olmazlar önemli. Öncelikle mutlaka sakar olacak. Biraz patavatsız ve ne dediğini bilmeyen. Ama kalbi tertemiz, sıfır kötülük. Herkese bal kaymak ama söz konusu esas oğlan olduğunda, kana kan dişe diş, sürekli kavga, sürekli trip. Esas kızın kendi hayatı yokmuş gibi tek meselesi kızımızın mutluluğu olan bir adet aşırı yakın arkadaşı olmalı mutlaka. Erkeğin de bu denli aşırılığa kaçmayan bir dostu durmalı kenarda.
Raftaki malzemelerden biri de elbette kötü kalpli güzel kız. “Güzel olduğunuz kadar da kötü kalplisiniz bağğyaan” denilecek türden. Elbette iç güzellik önemli olduğundan esas kızımızın etrafındaki tüm erkekler kendisine aşık olur. Hatta bir tanesi geri planda durmayı asla kabul etmez ve kızımızın gönülünü çalmak için esas oğlanla rekabete girişir. Kız saf, kız temiz, anlamaz yavrucak ikinci erkeğin aşkını. Arkadaştır onlar yahu...
Değişmeyen kurallar...
Bu kızların mutlaka sakar olması gerekiyor demiştim. Sakar olacak ki, illa bir ayağını burkacak, bir sendeleyecek. Yoksa nasıl erkeğin onu belinden kavradığı uzun bakışmaların yaşandığı sahneler izleyebiliriz ki... Enerji işte birbirini çekiyor.. Hep karşılaşır kız ve erkek, olmadık yerlerde denk gelirler... Dünya küçük n’aparısınız... E belden kavramalı kurtarma operasyonundan sonra, birbirlerinin üstüne düşmeleri de gerekir kural gereği... Yoksa yaz dizisi olma özelliği kaybolur mazallah.
Kahramanlarımız, karşılaşır, çarpışır ve düşerler efendim... Hiç bitmeyecek gibi bakışmalar kızın ne yapıyorum yahu ben, hemen kaşlarımı çatıp trip atmalıyım düşüncesinin kafasının üzerinde ampul gibi yanmasıyla son bulur... Neyse ki son bulur... Sonra bunlar bir ara öpüşürler. İzleyicinin senaryoyu kendi yazmış gibi emin olduğu ama güya hiç beklenmedik bir anda oluverir bu... Hikayenin sonrası da hiç süprizli değildir... Birbirinin aynı onlarca dizi ekranlarda boy gösterirken, yazın sıcağının, neminin üzerine bir de bu dizilerin rehaveti çöker...
Taciz kadınların günlük hayatının içinde çok büyük bir yer kaplıyor. Peki, kadınlar olarak neden tacize sessiz kalıyoruz? Üç beş sebep etrafında dönüyor sorunun cevabı. Daha küçük yaşlarda kimse bunun kabul edilemez büyük bir yanlış olduğunu bize anlatmadığından, yapılanın normalliğine inancımız sebebiyle tepkisiz kalıyor olabiliriz... Bu daha okul çağında başlıyor. Erkek öğrenciler tarafından maruz kalınan sözlü veya fiziksel tacizlere tepkimizin “Off... O salağın teki...” deyip geçmemiz bekleniyor bizden... Yüzümüze karşı kıyafetimizle ilgili yakışıksız imalarda bulunan iş arkadaşımıza en büyük tepkimiz yanından ayrılmak oluyor... Üniversitede bir öğretmen, iş yerinde bir üstümüz veya herhangi bir tanıdık konuşurken elini bacağımıza mı koydu? Kafamızdan geçen binbir düşünce: “Belki farkında değil, belki kötü bir niyeti yok, belki sadece arkadaşça, babacan ya da samimi bir yaklaşım... Belki de herkese karşı böyledir... Bunu taciz olarak görmeli miyim, görmemeli miyim? Fakat her ne olursa olsun bundan aşırı rahatsızım...” Koca bir ikilem...
Daha üst boyutta tacizlere dahi sessiz kalındığı oluyor. Bazen olay büyümesin, bazen sevdiklerinin başı belaya girmesin, hele bir de karşısındaki erkek, statü olarak güçlü bir noktadaysa zaten baştan kaybettiği düşüncesi oluşuyor kadında. Kimi kime şikayet edeceksin? Nasıl kanıtlayacaksın? Özellikle de çevremiz hala bu kelimenin tam olarak ne anlama geldigini bilmeyen, çok daha önemlisi tacizin bir insan üzerindeki etkisini tahayyül edemeyen bir toplumla kuşanmışken. Kadın erkek fark etmeksizin sözle, bakışla, imayla, daha da ileri gidip fiziksel temasla… Bir insanla, kendisiyle kurulmasını istemediği bir şekilde iletişim kuruyorsan, onu rahatsiz ve tedirgin ediyorsan bu çok net olarak tacizdir. Fakat gel de bunu anlamak istemeyene anlat… Çoğu, iltifatla tacizin arasındaki farkı bile anlayamayacak kadar sığ bu konuda… Tanık olup, bilip de susanların, kendi gemisini batırmamak için vicdanlarını uluşamayacakları en üst rafa kaldıranların varlığının çokluğu… Sadece erkekler değil hemcinslerimizin de içinde bulunduğu “o saatte orada ne işi varmış, o da oraya gitmeseymiş, etek giymeseymiş, neden üç gün sonra açıklamış da aynı gün ses çıkarmamış, kesin pas vermiştir adama canım” gibi saçma gerekçelerle mağduru suçlu ilan eden büyük bir güruh... Tümden bir umutsuzluk...
Sen de mi Talat Bulut?
Oysa ki Harvey Weinstein olayında olduğu gibi, her ne olursa olsun Pandora’nın Kutusu’ndan en son çıkan umuda sarılarak maruz kaldığı çirkinleğe sessiz kalmayan kadınların, susmayı tercih edenleri de bu konuda konuşmaları için cesaretlendirdiği şüphesiz. Hollywood’da bu skandalın patlak vermesiyle birlikte güçlerini birleştiren kadınlar sayesinde gördük ki, beyefendi görünümlerinin ardında ilkel dürtülerinin esiri olan ne çok aktör varmış meğer... Bizde ise geçen hafta Talat Bulut taciz iddiasıyla gündeme oturdu... 19 yaşındaki kostüm asistanın bu iddiasının ardından Talat Bulut’un talihsiz savunmasının ben ve birçok insanda oluşturduğu kanı kesinlikle iddianın doğru olduğu yönünde... Zaten tacizle suçlanması da ilk değil… Genç kızın cesurca hakkını savunması şöyle dursun beni en çok mutlu eden şey ise yapımcı Fatih Aksoy’un kıza desteği ve bu konudaki ahlaki tutumu oldu. Belki de böyle böyle, korkma sırası zihniyeti bozuk olanlara gelir ve nerede durmaları gerektiğini de yaşayacakları tecrübelerle yerle bir olan itibarlarıyla öğrenirler…
İnsanlar iyiler ve kötüler olarak ikiye mi ayrılır? Yoksa her iyi biraz kötüyü, her kötü biraz iyiyi mi barındırır? Yahut iyi, kötüye dönüşebilir mi? Sorular sorular… Herkes kendini iyi insan olarak tanımlar, içindeki iyilik duygusunun ağır bastığını düşünür. Oysa ki kötülük duygusu hepimizin içinde volta atıyor ve uygun bir ortam bulduğunda kendini gösteriyor. Kişi bunu farketmiyor bile, çünkü kendince haklı gerekçeleri var…
Standford Hapishane Deneyi, Otorite Etkisi, Yoldan Çıkma Etkisi, Lucifer Etkisi ve daha bir çok psikolojik çalışma gösterdi ki, hepimizin sahip olduğu kötülüğün kendini dışa vurup vurmayacağı, çevre koşullarına, sahip olduğumuz güce ve kendimizde varsaydığımız haklı gerekçelere bağlıdır.
Bu durumda kötü olmak iyi olmaktan her zaman daha kolaydır sonucu çıkıyor…
Dizi karakterlerini de bu bağlamda ele alırsak, iyi olarak tanılmadıklarımızın izleyiciyi şaşırtacak türden kötü davranışlar içinde bulunmasının da normalliğini fark etmek kolaylaşacaktır… Örneğin Ufak Tefek Cinayetler dizinisindeki Oya’nın gittikçe diğer kadınlara benzeyişi, hırsı, kontrolsüz davranışları… İyi niyetiyle geldiği Sarmaşık’ta, yavaştan yavaştan değişimine şahit oluşumuz… Nietzche “Canavarlarla dövüşen kişi, kendisi de bir canavara dönüşmemeye dikkat etmelidir.” der… İşte belki de tam bu noktada bizdeki ağır basan duygunun esiri oluruz…
Oya’nın yerinde olsam ne yapardım sorusunu kendime yönelttiğimde, cevabım “Sarmaşık’a hiç gitmezdim ki…” oluyor… Diyelim ki gittim, sonrasında ne yapardım? İlk fırsatta oradan uzaklaşırdım… İnsanın hayatı saçma rekabetler, hırslar, intikamlar, boş işlerle uğruşmasına olanak verecek kadar uzun değil… Ama kimileri de bunlardan besleniyor işte…
Aşkta ve intikamda kadın daha mı vahşi?
Yine aynı dizinin iyi mi kötü mü, çok da renk vermeyen karakteri Edip’i ele alırsak, iyinin ve kötünün harmanını görebiliriz gibi… Oya’nın can dostu, en yakını, dert hatta kader ortağı bu adamın -bir ara Oya’ya aşıktı- amiyane tabirle Merve için Oya’yı satışına kızmalı mıyız bilemiyorum… Yaptığı şey, güven kazanıp, sevgisini göstermek amaçlı olsa da, bir yanıyla da istediği kadını kendine gelmesi için açılabilecek muhtemel bir yoldan geri çevirmek gibi de aynı zamanda… Sevgiyle yapılan daima iyinin ve kötünün ötesinde gerçekleşirmiş ya hani… Edip’in durduğu nokta oralarda bir yerde…
Kadın dizisindeki Sarp’ın ya da Alp’in diyelim, eşi Pırıl ve babasının, hatta Sarp’ın annesinin gizledikleri sır için ne demeli? İki insan ve iki minik çocuğun hayatını kökünden değiştirmek nasıl bir kötülüğün ürünüdür… Pırıl’ın sevgisi ve kararan hayatlar… Aşkta ve intikamda kadın erkekten daha vahşi olabiliyor hakikaten…