Şahane kitaplar çıktı son iki hafta içinde. Kışı yarılamışken ve öğrenciler için ara tatil yaklaşırken iyilik yapmanın tam zamanı. Kahvemize sağlam bir arkadaş bulmalıyız.Hıfzı Topuz, samimi ve tanıdık üslubuyla gizli aşkları anlatıyorİlk kitap, 'Gizli Aşklar Yaşanmış Öyküller', yaşanmış öykülerden oluşuyor. Hıfzı Topuz’un sıcak kaleminden satırlara kayan sözcükler, onun ya da yakın arkadaşlarının yaşadığı duygusal ayrıntıları içeriyor. Yazarı, inceleme ve araştırma kitaplarıyla ya da romanlarıyla bildik hep. Öykü yazmasını da isteyenler olmuş. Sonunda bu kitap için yakın arkadaşı Tülay Germen’e telefon edip onun fikrini almış. Sonunda aşk öyküleri yazmaya karar vermiş. O kadar sıcak, tanıdık, öykünün tavrı gereği o kadar yaşanabilir olaylar ki yazdıkları, hepsini gözünüzün önünde kolayca canlandırabiliyor, yazarın başarılı anlatım tarzıyla anlattığı senelere yolculuğa kolayca çıkabiliyorsunuz. Aşk sözcüğünün içine sığan ne varsa, her öyküde bunlara neredeyse tek tek rastlıyorsunuz. Karşılıklı olma, olmama, ihanet, kayıplar, şefkat, ulaşılmazlık, yalnızlık… Tabii ki tutku…Hıfzı Topuz kendi için bir ilk, okurlar için de milyon kere okunsa da asla vazgeçilemeyecek bir başlıktan yola çıkarak, onu nostaljik bir şekilde bugüne taşıyarak aşktan söz etmiş.Remzi Kitabevi, 239 sayfa, 17.5 TLOkura tavsiyelerde bulunan felsefi ve kişisel bir kitapArda Erel’in 'Senin İçin' başlıklı kitabı, yazarla okurun sohbeti gibi bir kitap. Hayatla ilgili ne varsa hepsine dokunan, onlarla ilgili duygu ve düşüncelerini kendi birikmişlikleriyle birleştiren, okuyucuya adeta tatlı tavsiyeler yazarın tatlı bir üslubu var. Kitapta her iki sayfada bir, yeni bir başlıkla karşılaşıyorsunuz. Bu başlıklar genellikle tek sözcükten ya da yazarın kısa ifadelerinden oluşuyor. Altında da hayata dayalı bu kısa girişlerin yazarın yorumuyla nasıl şekillendiğine tanık oluyorsunuz. Çok farklı tanımlar yaparak, konulara çok tanıdık ama bir o kadar da farklı bakış açılarıyla yaklaşarak bizi şaşırtıyor. O da başlığı “Aşk” olan yazıya:“Birini sevmemeye çalışıp kendine engel olamamaktır aşk.” Tanımıyla başlıyor. Belki düşünsek aynı gerçeğe varabiliyoruz. Ama adı aşk olan bir bölüme doğrudan bu tanımla girmek, bizi bilmediğimiz bir derinliğe götürüyor.Çok aşina bir üslupla okura tavsiyelerde bulunurken biraz günlük, biraz felsefi, biraz da kişisel yaklaşımlarda bulunuyor.İnkılap Yayınları, 208 sayfa, 17 TL70’li yıllarda fikir karmaşası yaşayan iki gencin hikayesiKitaplarımın sonuncusu, bir kitap zincirinin üçüncüsü. Bu sebeple okumaya ilkinden başlamanızı öneriyorum. İtalyan bir yazar olan Elena Ferrante’nin Yeni Soy Adının Hikayesi ve Benim Olağan Üstü Arkadaşım kitaplarının üçüncü halkası yeni çıktı:'Terk Edenler ve Kalanlar'. Ben hepsini okumam, diyorsanız, son kitabın başında önceki kitaplarda geçen olayların kısa bir özeti ve olay kahramanlarının tüm ayrıntılarını bulabilirsiniz. Sadece son halka bile başlı başına bir şaheser… Neden mi? Bir kere çevirisi son derece başarılı. Eren Yücesan Cendey, benim Susanna Tamaro kitaplarından tanıdığım bir çevirmen. Kitabın dilinden, onun İtalyanca kadar Türkçeye de çok vakıf olduğu anlaşılıyor.Bir ikinci nokta da kitaptaki iki yakın arkadaş olan Lila ve Lenu’nun yaşamlarına yön verirken aldıkları kararların, yollarına çıkan engellerin, vardıkları son noktaların bizimkilere çok benzer olması…70’li yılların fikir karmaşası içinde kalan iki gencin, nasıl yön verdiklerini, bunu yaparken akılları ve duyguları arasında nasıl kaldıklarını ve sonunda nasıl bir karar vardıklarını okuyacaksınız.Everest Yayınları, 456 Sayfa, 25 TL
Bu hafta size bir kitaplık hazırladım. İçinde üç tane kitap var. Hepsi farklı taraflarınıza hitap edecek.İki yazar bir araya gelmiş, bir kitap yazmış adı gibi kendi de Sade.Birbirine çok benzeyen bu iki kişilik hayatımızdaki fazlalıklara dikkat çekiyor ve bunlardan kurtulmanın zamanının geldiğini anlatıyor bize. Hayatımızda ne kadar çok fazlalık var, hiç düşündünüz mü? Her alanımız, ağzına kadar dolu. Dolabımız, çantamız, dosyamız, kitaplıklarımız, cüzdanımız; kısacası hayatımız… Bazen gereksiz insanları bile biriktiriyoruz istemeden… İşte şimdi, fazlalık ne var ne yoksa hepsini ayıklama vakti, diyen Begüm Başoğlu ve Ege Terim, bize bu işi nasıl yapacağımızı, oldukça sade bir dil ve kitabın içeriğine uygun sade bir yaklaşımla anlatmaya çalışmışlar. Kısacası, ”Ayıklayın, ferahlayın.” diyorlar.İkinci kitabım Prof. Dr. Özcan Köknel’in Yaşlanmayan Yaşlılar kitabı… Adına bakınca etrafımda bu tanıma uyan ne kadar çok kişi olduğunu görüp sevindim.Kitabın kapağında Franz Kafka’dan bir alıntı var: “Güzellikleri görme yeteneğini kaybetmeyenler, asla yaşlanmazlar.”Yaşlanmakta bozuk sağlık, fiziksel ya da zihinsel yavaşlık, isteksizlik var. Ama yaş almak, başka bir şey… Ömre eklenen yeni senelere rağmen, bazı zorluklara ve farklılıklara rağmen, bunlara gönül rahatlığıyla hoş geldin diyebilen kişilerin başına gelen şey, yaş almak… Evet, onların da teni kırışıyor, saçları beyazlıyor, kemik aralıkları daralıyor ve boyları bu sebeple kısalıyor, biraz daha yavaş anlıyorlar, daha zor hatırlıyorlar bazı şeyleri ama ümitliler hayattan, şükretmeyi biliyorlar ve ilerleyen yaşlarına rağmen, hayattan beklentilerini asla azaltmıyorlar. Bu, kişilik yapısına, iletişim becerisine, çocuklukta birikenlere ve yaşam kalitesine de bağlı elbette. Bazı yaşlılar, asla yaşlanmıyorlar; sadece yaş alıyorlar. Müzikten, resimden, şiirden, sinemadan, tiyatrodan, gezmekten, seyahatten hoşlanıyorlar. Hayatın nabzını tutmaktan asla vazgeçmiyorlar. Kısacası onlar aslında yaşlanmıyorlar. İşte kitap, bu özellikteki kişileri gruplayarak bunu nasıl başardıklarının yollarını anlatmış: Hoş ve renkli saptamaları, tatlı karşılaştırmaları var ve hocanın kaleminden çıktığı için elbette bilimsel bir izahı da var kitapta yazılanların.Sizin için okuduğum son kitap, Avusturyalı yazar Stefan Zweig’a ait: Bir Kadının Hayatından 24 Saat. İngilizce, Fransızca, Latince ve Yunanca bilen bir yazardan söz ediyorum. İkinci Dünya Savaşını yaşamış, bu savaşın ardından da eşiyle birlikte yaşama kendi eliyle veda etmeyi seçmiş bir sanatçıdan… Neden bazı yaratıcı insanlar, bu mucizevi niteliklerini sonlandırmayı tercih ederler? Yaşanmışlıklar mıdır onları yoran ve bu sonu seçmeye iten? Avrupa’nın içinde bulunduğu karanlığa rağmen, kendine zaman ayırmayı becerebilmiş bir yazar Zweig. Bu hikayesinde sık sık gittiği kumarhanede etrafını izlemekten, insanların yüzlerindeki ifadelerde hayatın izlerini kovalamayı seven bir kadını anlatıyor. Eşinin ara sıra uğradığı kumarhanenin müdavimi olmayı seçmiş bir kadının oynadığı sayısız kumar arasına sıkışmış bir 24 saatin hikayesi var kitapta. Başarılı bir çeviri... İlknur Özdemir’in Türkçesinden okuyacak ve bir erkeğin gözünden yaratılan bir kadın kahramanın yaşadıklarına tanıklık edeceksiniz.
Nihayet yazdı, yine yazdı!Bu adam yazsın diye dört gözle bekliyorum.Amerika’yı kimse yeniden keşfetmeyecek, bilmediğimiz hiçbir şeyi yazmıyor diyenlere cevap gibi yazdığı için seviyorum onun kalemini... Evet, kuşkusuz keşfetmeyecek ama herkesin bildiğini kimsenin hiç bakmadığı, düşünmediği kadar kolay ve sade bir yoldan anlatıyor bize. Duymak istediklerimizi, düşünüp adını koyamadıklarımızı yazıyor, farkındalığımızı geliştiriyor. Hayat daha sıkı tutunmamızı sağlıyor, onun unuttuğumuz ayrıntılarını bize hatırlatıyor. Bazı yazarları verdiği edebi zevk için okuruz, bazılarını ise bize yaşattığı neşe için… Aykut Oğut, bizi heyecanlandırıyor hem de sadece kendimizle ilgili olarak... Hem de kimseden hiçbir şey istemeden, sadece kendimize yapacağımız bir yolculuk içinde... Sorularımıza cevaplar bulduruyor, asık suratlarımız gevşiyor, gözlerimiz yeniden parlıyor. Kitapta bu seferki konu, zenginlik... Maddi, manevi zenginlik... Nasıl zengin olacağımızla ilgili egzersizler var kitapta. Bunu yemek tarifi gibi algılamayın ama inanın o kadar kolay uygulanıyor hepsi yeter ki anlatılanları, önerilenleri içselleştirebilin.Aykut Oğut’un eski kitaplarını okumuşsanız beni daha iyi anlayacaksınız, evrendeki hiçbir şey sınırlı değil, hepsi sonsuz… Yani ben zengin olmak istiyorsam, benim payıma düşen sonsuz zenginlik bana, sizin payınıza düşen sonsuz zenginlik sizdir. Birimiz daha az birimiz daha çok zengin olmayız, hesabımız birbirimize göre tutulmaz. Ancak kendimize göre tutulur. Çünkü Tanrı’nın sonsuz bir verici gücü vardır. Ondan ne isteyeceğimizi ve ne kadar isteyeceğimizi bilmek, bize kalmış.Bana bu kadar yeter, demekle hepsini istiyorum demek tercihi tamamen bizim. Bu “hepsi”, bizim payımıza düşecek sonsuz bir “hepsi”dir. Başkasının hakkını gasptan geçmez, egoistlik içermez.Ben yine bayıldım kitaba. Yazar, akşam çayına ya da sabah kahvesine gelmiş, geçerken uğramış, uğramışken faydalı bir iki şey anlatıp gitmiş hissi yarattı bende. Size zengin nasıl olunur’un cevaplarını ya da formüllerini yazmayacağım elbette. Merak ediyorsanız alın kitabı, okuyun. Size, yazarın imkansız diye bir şey yoktur, cümlesini nasıl yaşama felsefesi haline getirebildiğini yazacağım.Ne kadar basit, net ve dolambaçsız bakarsak hayata, o da bize o kadar sakin ve olması gerektiği şekilde geliyor. Bunun adına tevekkül deyin, karma deyin, kabala deyin... Fark etmez. Hangi öğretinin ürünü olursa olsun, sonsuz güce inanmak; ondan, sadece ondan medet ummak kadar şahane bir beklenti var mı şu hayatta? Ve bütün bu beklentilerin bir gün gerçekleşeceğinden yüzde yüz emin olmak... İnanın bana, ilk söylediğimi herkes biliyor, ama ikincisinden çok emin değilim. Ya olmazsa’nın peşine takılmak, kolay geliyor bazılarına… Ümitsizliği seçip istemekten vazgeçiyorlar. Bir anda planlarının tamamını bir kenara bırakıp olanla, mevcut durumla idare etmeye çalışıyorlar. Dini kitapların hepsinde “İsteyin, verilecektir.” mesajı varken neden bu mızmızlık, karamsarlık?Kitabı alın, uygulamaları yapın. Aykut Oğut, evinizde, iş yerinizde; artık nerede okuyorsanız kitabı orada, sizinle bir kahveyi paylaşır gibi anlatsın size bu işin aslını, gizemini, büyüsünü… Hem eğlenin hem vazgeçmemeyi öğrenin hayattan…
Büşra Yılmaz’ın merak uyandırıcı, eğlenceli ve hoş bir anlatımı var.Nasıl isim?Bir kitap için oldukça merak uyandırıcı değil mi? Emin olun, içi de öyle... Gençliğinizdeki o pervasız, mutlu, mucizelerle dolu günleri yeniden yaşamanızı sağlıyor hem de sizi hiç zorlamadan... Yine bir Büşra Yılmaz üslubu.. Temiz, eğlenceli, hoş..Bir genç kızın, aşk ve dostlukla ilgili, kendiyle ve hayatla ilgili nesi var ya da yoksa alt alta diziyorsunuz kitabı okurken. Yaprak’ın peşine takılıyor, kendi genç kızlığınıza doğru sevimli bir yolculuğa çıkıyorsunuz ama yazar bunu sizin zamanınıza taşımadığı, bugünden size seslendiği için, bugün genç kız olsam, nasıl yaşardım, neleri tercih ederdim, gibi soruları kendinize sorarak zamane dediğiniz gençleri daha iyi anlıyorsunuz. Düşünmediklerinizi düşünüp, gözlemleyip anlamadıklarınız olduysa onları anlamaya başlıyorsunuz.Hayat küçük ayrıntılarda gizli. Bir kart, birkaç satır yazı, bir küçük elbise; hangi dönemde olursa olsun genç bir kadını heyecanlandırmaya, onu yaşayacakları üzerinde düşünmeye yeter. Kitap, tam da bu merak ve heyecanla başlıyor. Yaprak’la birlikte siz de heyecana kapılıp neler olacağı ile ilgili meraka düşüyorsunuz. Tek başında değil Yaprak bu heyecan ve merakların içinde... Dört adam var etrafında; genç, ümitli ve gençliğin getirdiği tüm toyluk ve cesarete sahip. Hepsi birbirinden farklı, hepsinin sahip olduğu özellikler ayrı. Hepsinin zenginliği de zorluğu da kendi içinde gizli.Kitapta Yaprak’ın peşine takılıp gençliğinize gidiyorsunuz. Hemen herkesin hayatı, gençlik dönemlerinde bu tür kalabalıklar, iniş ve çıkışlarla doludur. Adına gençlik denen mucize yavaş yavaş pırıltısını kaybetse de hayat başka bir yönüyle daha anlamlı, daha yaşanır hale gelir kendiliğinden... Büşra Yılmaz’ın bütün kitaplarında güncel aşkı buluyorsunuz. Bu sefer de cep telefonlarındaki gruplarda yazılan ve söylenenleri, zamanın mekanlarını, eğlence anlayışlarını ve bugünkü gençliğin konuşma dilini bulacaksınız.Ve bütün bunları fark ederken aşkın, dostluğun, hayattan beklentilerin hangi dönemde olursa olsun aynı olduğunu görerek mutlu olacaksınız. Bu bir gençlik kitabı ama onu okurken gençlik denen o tılsımlı dönemin insanın sadece ve sadece kendinde saklı olduğunu, bunun kırışan tenle, olgunlaşan ruhla, tecrübelerle kabule geçmiş akılla bir ilgisi olmadığını, zaman zaman kendi başına kalarak aynı güzellikle hayatın tadını çıkarabileceğini göreceksiniz.Hayatta bazı şeylerin eskimediğini, hiç kaybolmadığını, sadece onları ifade şekillerinin farklılaştığını görerek sevineceksiniz. Kitabın adıyla başlayıp onun içini doldurmakla şifreyi çözeceksiniz. Okudukça, tatlı, sıradan ama bir o kadar da başkalarına hiç benzemeyen bir genç kızla onun etrafında kendine yer bulmuş delikanlıların aşka ve hayata tutunma şekillerini okurken çok güleceksiniz.Biraz tanıdık geldiği için, biraz da yeniden onların yerinde olmak isteyeceğiniz için... Hoş bir tezat yani...
Bazı yazarları özlersiniz. Bir yerlerde rastlayıp hayat üzerine sohbet etmek, iki satırının altını çizip onun geçtiği yollardan yeniden geçmek ya da bir televizyon programında onun görüşlerini dinlemek size iyi gelir. Ama bu yaptıklarınız, onun kalemine duyduğunuz özlemi yine de gidermez. Ta ki yeni kitabı yayınlanıncaya kadar.İşte o zaman özleminizi giderme fırsatı bulursunuz. Kitabını okumak, onunla karşılıklı oturup konuşmadan sohbet etmek gibi mucizevi bir iş olur.Ben de Mario Levi’yi böyle özlemiştim.Tanıştığımız için, onunla edebiyat üzerine, roman ve öykü üzerine konuşmuşluğum olduğu için; nasıl yazdığını, yazarken nelerden yola çıktığını az da olsa bildiğim için tanıdıktır bana, yakındır. Samimidir benimle kalemi…Kendi yaşanmışlıklarından ve hayallerinden yola çıkarak yarattığı roman kahramanları, bana hep birilerini hatırlatır. İkinci kitabı olan Bir Şehre Gidememek’i yazılış tarihinden epey geç okumuştum. Öğrencilik sürecimde nasıl olup da kaçırdığımı hiç bilmediğim bu kitap, bana yeni bir üslubu, farklı bir gözlem ve hissediş yeteneğini göstermişti, sözcüklerle oynayabilmenin nasıl kişisel bir kabiliyet olduğunu da… Kitabın adından da belliydi bu: Bir Şehre Gidememek, ne demekti acaba? Mario Levi’de başkalarında merak etmediklerinizi merak edersiniz. O size; şehrin, insanların, ilişkilerin, aşkların başka yüzlerini de gösterir. Sakince, yavaş yavaş anlatır onları. Siz de onları yorulmadan okurken ani bir değişimle renklenir, şaşırırsınız.Sonra okuduğum eseri, Madam Floridis Dönmeyebilir’de İstanbul’da yaşayan azınlıkların geniş topluma uyum sağlama zorluklarını anlatıyordu. Kalabalıklar içinde o kalabalığın en canlı renklerinin nasıl matlaştırıldığının hüznünü yaşıyordunuz kitabı okurken…En Güzel Aşk Hikayemiz, yine adına vurulup içini merak ettiğim bir kitaptı. Birçok aşk yaşayan ve içinden en güzelini seçmek zorunda kalan bir yazar hayal etmiştim kitabı alırken…Okuduğumda bu seçimin çokluğa değil, öz oluşa ait olduğunu anlamıştım.Sonra, İstanbul Bir Masaldı geldi. Bu şehirde yaşamış bir Yahudi ailesinin hikâyesiydi. Son kitabı, Size Pandispanya Yaptım iki yıl önce yayımlandı.İsimlere tutularak aldığım kitaplar, her zaman aynı hazzı ve mutluluğu vermez okurken ama Mario Levi’de yapılan yolculuk için isimler şahane başlangıçlar oluyor hep… Bütün kitaplarının adlarını alt alta yazıp bakın, hemen hepsini almak isteyeceksiniz. Çok hoş bir ayrıntı bu bana göre. İncelikli bir bakış, başkalarında olmayan bir fark ediş meziyeti ve başka düşünüş… Tam ne zamandır yazmıyor, derken yine o yaratıcı, merak uyandırıcı, heyecan verici isimlerden biriyle karşılaştım kitapçıda: Bu Oyunda Gitmek Vardı. Bir oyun bilirsiniz, kuralları arasında gitmek ve kaybolmak vardır. Hayat gibi…Ya da bir oyun oynanırken ondan bıktığınızda onu bırakıp gitmek istersiniz. Gidemediğinizde hayıflanırsınız hala oyunun içinde olduğunuz ve onu oynamak zorunda kaldığınız için…Yine hayat gibi…Bu oyun somut olabilir gerçek oyun gibi, soyut olabilir, oyuna benzeyen hayat gibi…İşte başlığın gücü burada…Sizin hayal kurmanıza, kitap hakkında tahminde bulunmanıza müsaade ediyor. Kapağı başka, içi bambaşka…Bazı kitapların adları, yazarın imzası gibi…İçi ise sizin hayatınızdan kesitlerle dolu.İşte bu sebeple o yazarı okumayı özlüyorsunuz.
Kitaplar, genellikle üçüncü tekil kişi ağzından yazılır. Ben dilini daha çok tercih ederim ama işin aslı, sen dilini en çok...Sen Benim Hayatımsın, Ferzan Özpetek’in yeni romanı. Adı da içi de hep sen, anlatan bir roman. Herkesin bir sen’i vardır. Yaşadıklarını, yaşattıklarını, paylaştıklarını, bir türlü paylaşamadıklarını anlatmak, ona bir şeyler söylemek, ondan bir şeyler saklamak istediği bir sen’i... O sen olmasa, kişinin adına ben dediği olmaz.Ferzan Özpetek kırk yıldır İtalya’da yaşıyor. İtalya’nın o romantik, hırçın, kavgacı, neşeli, sıcak ve karmaşık dokusunun hemen her şeyi, satırlarına sinmiş durumda. Anında kızabilen hem yumuşamayı başaran, sevinci ve göz yaşını yan yana koymayı başaran kahramanları var. İlk bölümde cep telefonuna gönderilmiş bir kısa mesajla harekete geçen kalemi, roman boyunca bizi farklı hikayeleri bütüne dönüştürme becerisiyle sizi sarıp sarmalıyor.Yaşanmış herhangi bir an’ın insanın içinde ettiği yer ne kadar derin, özel, farklı ve eşsiz olabilir, bunu okuyorsunuz romanda. Herkes aşık oluyor ama hiçbir aşk diğerine benzemiyor. Her aşkın kendi biriktirdikleri, beklentileri, heyecanları, hayal kırıklıkları, umutları ve şehveti var başka başka. Başkalarının yaşadıklarıyla ortak noktaları var gibi görünse de aslında yok. Aslında olmadığı için, aşk her zaman okunuyor, merak ediliyor. Eşsiz olduğu için..Aşk denen şey iki kişiliktirBir aşk hikayesinin içindeki üçüncü tekil kişiler tanımadığımız, merak ettiğimiz, yürüdükleri yolda arkalarından gittiğimiz kahramanlar oluyorlar. Eğer aşk, bizimse ben diye başlıyorsak söze, utanıyoruz, saklıyoruz ya da her şeyi paylaşmak istemiyoruz belki de karşımızdakiyle. Ama dil sen’se akan sular duruyor. Çünkü sen, kalemin ucundaki ben’i de ortaya çıkarıyor. Sen’i anlatırken ben’i anlatıyor yazar… Sen derken ben diyor aslında özgürce ve korkmadan. Çünkü aşk denen şey zaten iki kişiliktir. Tek kişilik olana başka bir ad vermek gerek... Tek kişilik aşk; içinde sonsuz umut, büyük bir haz ve hiç doldurulamayacak bir boşlukla insana bir ömür boyu kendi hayatının dışında başka bir hayat yaşatacak bir yanılsamadan ibarettir. Oysa içinde sen’e yer olan aşk, zengin ve eşsizdir. Onu eşsiz yapan içindeki sendir çünkü... Anlatılan hikayelerin hepsinde bu şahane eşsizliğe yer vermiş Ferzan Özpetek. Romanı oluşturan her yaşanmış ya da yaşanması mümkün olmuş ayrıntı, içinde karşı tarafta sevilmiş, özlenmiş, düşünülmüş ve tutkuyla bağlanılmış biri olduğu için zevki ve güzel.Daha sık roman yazmalı böyle kalemler... Hayata nasıl bakıyorlarsa, kameranın önünde oluşacak yeni dünyaya, satırların oluşturacağı yepyeni hayatlara, aynı gözle bakıyorlar çünkü...Kişinin hayattaki üslubu, onun yazısını, bestesini, resmini hatta duruşunu bile belirliyor. Aşka nasıl bakıyorsa kişi, aşkı öyle yazıyor. Kitabın bir yerinde şöyle birkaç paragraf var:“Şu andan kitap, arka koltukta duran sırt çantandan hafif dışarı çıkmış. O bir anı; ama aynı zamanda bugünümüz. Birbirimize ilk günkü gibi aşık olmayı sürdüreceğimiz bir şimdiki zaman.” Zamanında armağan edilmiş bir şiir kitabının, çantadan hafif dışarı çıkmış köşesine bakarak aşk ve hayatla ilgili böyle bir bütünlük yakalamaktır yazarlık. Bu küçük ayrıntıyı, böyle büyük bir duygu seline, iç ürpermesine, tatlı bir heyecana aynı anda taşıyabilmektir.İyi ki aşk var...Ve iyi ki eşsiz...Eşsiz olmaya devam ettikçe ona başkalarından daha farklı gözlerle bakmayı becerenler, eşsiz cümleler kurmaya devam edecekler demektir.
Şairin şiirdeki ikinci dizesi bu... İlk dizesi ise: Seni düşünürken… Bir adam düşünün; çakıl taşını, içinde bir yerde arayıp buluyor sevdiğini düşünürken ısınan, onu da ısıtan… Türkçeyi eski şairler daha mı etkili kullanıyordu, yoksa böyle düşünen, hisseden sanatçılarımız mı azaldı bilmiyorum, artık böyle farklı, iddialı ama bir o kadar da iddiasız ifadelere pek rastlamıyoruz şiirlerde.Bedri Rahmi renklerle sözcükleri çok sağlam harmanlayabilmiş bir sanatçı. Üstelik çok yönlü. Hem şair hem ressam. Şairliğini bilmem ama, diye onu eleştirmeye kalkanlara çok içerlermiş yalnızca ressamlığını övdükleri, üstelik de bunu şairliğini küçümsemeye kalkarak yaptıkları için…Sözcüklerle fırça darbeleri atmayı başaran neredeyse tek şairdir Bedir Rahmi. Şiirlerini okurken bir manzaraya onunla bakar, bir meyvenin tadını onunla hisseder, bir kadına onunla aşık olursunuz. O kadar içine çekebilir sizi şiirinin, o kadar kendi yapabilir…İş Bankası Kültür Yayınları, yine şahane bir işe imza atmış. Bedir Rahmi Eyüboğlu’nun kendi sesinden şiirlerini bir kitapta toplamış. Kitabın iç kapağında yaptığı resmin yanındaki şiir denemesini kendi yazısından bulabiliyorsunuz. Bu tür kitaplar, şairin evine gitmek ya da onunla bir yerlerde buluşup sırrına ortak olmak gibi bir şey… Biraz mahrem, biraz gizemli. Bu kitabın sadece sizde olduğunu, şairin bu şiirleri yalnızca sizin için yazdığını düşünüyorsunuz.Kitap, beş bölümden oluşuyor. Yaradana Mektuplar, Karadut, Tuz, Merhaba Yeşil, Bigüzel… Hepsinin altında seçme şiirler var. Bütün şiirlerinde şairin kendine has üslubunun, Türkçesindeki ses ahenginin, tem farklılığının tadına varıyorsunuz.1941’de başlayıp neredeyse yirmi yıldan fazla bir zaman yayılan süre içinde yazdıklarının nasıl gelişerek aynı kaldığını fark ediyorsunuz. Bu, bir insanın sesini ne olursa olsun tanımak, onu kokusundan, seçimlerinden, bakışından anlamak gibi aşina bir taraf… Ve galiba en çok şairlerde rastlanıyor bu şahane ize…Anadolu’nun dili ve adetlerini anlatma kaygısı gütmeden taşımış şiirlerine… Atını çizmiş Türkçenin güzelliğinin. Dil bilmenin yararlarını bile ana dilin üstünden anlatmış muzipçe: “En azından üç dil bileceksin/En azından üç dilde /Ana avrat dümdüz gideceksin… En azından üç dilde/ canımın içi demesini/ Canım ağzıma geldi demesini/ Kırmızı gülün alı var demesini/Nerden inceldiyse oradan kopsun demesini/ Atın ölümü arpadan olsun demesini/ Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini/İnsanın içini sömürmesi/Rezilliğin dik alası demesini/ N demesi be/ Gümbür gümbür gümbürdemesini bileceksin.”derken bile bütün bunların yabancı bir dilde asla söylenemeyeceğini bilir. Zaten derdi, tam da bunu anlatmaktır. Dildeki farklı tadı, etkiyi ve özgünlüğü… Bunu başka dilde bulamayacak olduğumuzu… Ama bunu anlatırken sıradanmış gibi görünen tüm bu ifadelerin aslında ne kadar zengin anlamlar içerdiğini, ne kadar bilinmediğini, sahip olduklarımızın kıymetini nasıl bilemediğimizi, zenginliklerimizin nasıl farkına varamadığımızı anlatır, hem de şiirle… Bir şairin aynı anda hem lirik hem didaktik olması çok zordur. Üstelik Bedri Rahmi bunu sanat yapmış olmak için, farklıyı yakalamaya çalışmak için de yapmaz. Kaleminin ucundan akıp gider bu ifadeler, tıpkı resimlerindeki çizgiler gibi…Resimlerinin kenarına şiir yazmak, yazdığı şiirlerin yanına resim yapmak; onu hayatın içinde bambaşka hayallere, tutkulara ve farkındalıklara taşır. Tabii sizi de… İçinizde bir şeyin ısındığını hissedersiniz sevdiğinizi düşününce ve ona çakıl taşı demiş bir adamı hatırlarsınız. İçinizde adını koymaktan hoşlanacağınız farklı köşeleri keşfe çıkarsınız.Şairlerin mucizevi gücü tam da buradadır işte!
Kadın; komik, akıllı, zeki… Kadın, ne olup bittiğinin farkında, sorumluluğunun farkında… Sanatçı olmanın nasıl önemli bir misyonu olduğunun da… Gülse Birsel’den söz ediyorum.Memleketi biz mi kurtaracağız kardeşim, diye kendi kendine yıllardır soru soran bir toplumun karşısına geçip, ben kurtaracağım diye kitap yazmış işte!İronik ama sevimli, ciddi ama komik ne varsa var satırlarında… Son kitabında 39 mizahi denem var. Bayılıyorum bu türe… İnce ince işliyor dili… İnce ince dokundurup ince ince güldürüyor. Tabii hepsi değil, Gülse’ninkiler böyle…Yazılarını farklı ara başlıklar altında toplamayı seçmiş. Böylece nereden isterseniz kitabı okumaya oradan başlayabilirsiniz. İlk bölüm: “Kendimden bahsetmeyi hiç sevmem ama…” Burada kendi çocukluğu ve ilk gençliğiyle ilgili yazıları var. Bu ilk gençlik, ifadesini de nereden aklıma kazıdım bilmiyorum ama biz yaşta olanların mutlaka hoşuna gidiyordur, çünkü gençlik, yirmili veya otuzlu yaşlarla sınırlı değil. Bizim gibi kırkı gören kişiler, bunu anlayacaktır.İkinci bölümde, memleketi ben kurtaracağım diyerek döneme, dönemdeki siyasilere, memlekete meselelerine kıvrak ve muzip bir dille dokunmuş.Sonraki bölümün adı, “Devlet bize huni versin.” Huni sözcüğü, kilit sözcük… Artık ne durumda olduğumuzu varın, siz düşünün! Sonraki bölümde bu işi bir kenara bırakıp hayatın içinden farklı konulara yine kendi özel yaklaşımıyla baktığı yazılarına yer vermiş, ayol hep siyaset mi konuşacağız, diyerek…Son bölüm, bitirirken…Burada sadece” Evelallah yaparız Gazanfer Bey” yazısı var. İşte burada hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını, çocuklara çocukken dikkat etmek gerektiği anlatılmış sanki. Küçük Gülse’ nin, sonrasından yaşı biraz daha büyümüş Gülse’ nin Gazanfer Özcan’ı sahnede izlemesi; aradan yıllar geçtikten sonra yazdığı televizyon dizisinde Gazanfer Bey’in oynaması ve Gülse’nin yazdıklarına güldüğü için çekimin yenilenmesi… Bir çocuğun hayran olduğu tiyatrocudan alacağı en güzel ödül, o çocuğun yazdığı oyunda oyuncu olarak gösterdiği performansa, hayran olduğu ustanın gülmesidir her halde. Bazıları doğru işi yaptıkları için şanslıyız. Gülse Birsel, mühendis ya da doktor olsa da başarılı olurdu çünkü başarılı olmayı seviyor. Ama içinde gizli kalan komedi aşkı, hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Yazarak, oynayarak, öğreterek, paylaşarak evlerimize taşıdığı kahkahalar, bir yerlerde kaybolur, giderdi.İyi ki yazmış, iyi ki oynamış. Kendiyle bu kadar güzel dalga geçen başka bir kadın var mı, bilmiyorum. Dünya umurunda değil gibi ama aslında her şey deli gibi umurunda…. Kendiyle ilgili ne varsa kendine ama toplumla ilgili her şeyin farkında ve arkasında… Genç bir kadın, başarılı bir sanatçı, bir yazar, bir oyuncu olarak ona düşen görevin sonuna kadar farkında… Üslubu da nev’i şahsına münhasır. İlk bölümdeki tarz, tatlı ve samimi bir şekilde sizi sarıp sarmalıyor. Oturmuş size en yakın koltuğa muhabbet ediyor gibi. Bir de ses tonu ve konuşma tarzını bildiğiniz için, eğlenmeye ve dikkat etmeye başlıyorsunuz. Gülse Birsel yazdığında asla sadece gülmüyorsunuz. 70’li yıllarda doğup seksenlerde çocuk, doksanlarda genç olmuşsanız, tanıdık kişi ve ortamlarla veya söylemlerle haşır neşir oluyorsunuz.