Resim, heykel ve İslam

24 Temmuz 2013

Kutsal resimler ve heykeller putperestlikle tarihi yakınlıkları dolayısıyla özellikle tek Tanrılı dinler için sakıncalar oluşturmuş, hoş karşılanmamıştır. Mesela Yunan-Roma antik çağından gelen resim geleneği (ikonacılık) Hıristiyanlığın 6. ve 7. yüzyıllarında bir tapınmaya dönüşüp de Hz. İsa’nın, Meryem’in veya azizlerin her türlü tasvirleri Tanrı katında birer aracı olarak kabul edilir olunca, 8. yüzyılın başında ikona-kırıcılık hareketi başlamış, görüntüye tapınılması yasaklanmıştı. Yine de ikonalardan çok önemlileri tenha yerlere kaçırıldı, saklandı, gelecek zamanlara kadar korundu, sonunda bir sanat dalına dönüştü. Bu sanat dalı üzerine yapılan araştırmalar ikona-bilim diye bir bilim dalını oluşturdu.

Müzelerde sergileniyor

Yakındoğu’da yapılan kazılarda, tapınaklarda adak adama ve kötü ruhlardan korunma, evlerde ibadet mihrabı olmak üzere çok sayıda küçük heykelcik bulunmuştur. Anadolu’da bulunmuş Ana-tanrıça, Tanrıça ve Çocuğunu Emziren Kadın heykelcikleri müzelerde sergilenmektedir. Heykeller dini amaçla kullanıldığı gibi, anıt ve süs amacıyla da kullanılmıştır. Heykelcilik Mısır’da, Mezopotamya’da, Sümerler’de güçlü bir biçimde gelişmiş, komşu halklar olan Hititler ve İranlılar da bronz ve altın küçük parçaların yanı sıra önemli taş heykeller yapmışlar. İslam öncesi Arabistan’da Allah’ın yaratıcılıkta biricikliğine inanmanın yanı sıra bazı kayalar ve ağaçlarla heykeller kutsal sayılarak saygı görüyor, onlara Allah’ın yardımcıları olarak değer veriliyor, adaklar ve kurbanlarla ibadet ediliyordu. Kuran bu tutumu şirk, Allah’a ortak koşma olarak şiddetle reddetmiştir.

Sanatkârlar emrindeydi

Devamını Oku

Hatun Bacı’nın duası

23 Temmuz 2013

“Kullarım beni sana sorarlarsa bilsinler ki, ben onlara çok yakınım, dua ettiklerinde dualarına cevap veririm.” (2:186)

“İhtiyarlık müstesna, Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, tedavisini ve ilacını da yaratmamış olsun.” (Hadis)

HATUN Bacı’nın 6. çocuğu henüz beşikteydi. Çocukları hep sağlıklıydılar, öleni yoktu. Fakat bu bebeye ne olmuştu? Üç gündür ne meme alıyor, ne uyuyor, gece gündüz bağırıyordu. Doktor çok uzaktaydı, şehre erişmek mümkün değildi, zaten böyle durumlarda düşünülmezdi de. Yerini tutacak tedbirler fayda vermemişti. Beşiğin başındaydı, uykusuz, kolları düşmüş, gönlü kararmış, ümitsiz. Dördüncü gece olmuştu. Henüz sabahın ışıkları belirmemişti. Kızını uyandırdı. “Hele şu bebenin başında biraz dur” dedi. Karar vermişti, halini Rabbine arz edecekti, başka çaresi yoktu. Kapının önüne çıktı, her yer kapkaranlıktı, ağlayarak yere kapandı, “Allahım” dedi, “bu bebeyi bana sen verdin, eğer geri alacaksan ben onu sana geri vereyim ama bana bırakacaksan, bağışla! Artık takatim kalmadı, yeter gayri!” Sonra içi ferahlamış gibi oldu, içeri girdi, kızını yatırdı.

Beşiğin başına oturdu, iki eliyle iki başından kavradı, sallamaya devam etti. Kendinden geçmiş olmalı, birisi kendisini omuzlarından yakalamış sarsıyordu, “Ne şikâyet ediyorsun Hatun, sabret, oğlun artık iyileşti” diyordu. Korkuyla bağırarak uyandı. Çocuklar da sıçrayıp kalktılar. Bebe mışıl mışıl uyuyordu. Çocukları yatırdı, kendisi de yattı. O uykudan bebe üç gün uyanmadı. Ne ağladı, ne emdi. Ara sıra altından toprağı alıyor, yerine kuru, ılık toprak koyuyordu. Gelen giden, çocuğun öldüğünü, ona bakıtmasını salık veriyordu. Fakat Hatun çocuğa kimseyi dokundurtmuyordu. “Ben biliyorum o iyi” diyor, kimseye de bir şey anlatmıyordu. Üç gün sonra bebe gözünü açmıştı, iyiydi, acıkmıştı. Bu çocuk ölmüş de dirilmişti. Allah’ın hediyesiydi. Anlatırken gözleri yaşarıyordu.

Devamını Oku

Güvenlik için çalışmak

22 Temmuz 2013

İbadetleri çoğalttığımız şu günlerde özeleştiriye sarılmamız çok gereklidir. Kuran’da kısacık bir sure vardır ki, okurken insan sarsıldığını hisseder: “Hiç bütün ahlaki değerleri yalanlayanı tasavvur edebilir misin? İşte böyle biridir yetimi itip kakan, yoksulu doyurma arzusu ve gayreti duymayan. Yazıklar olsun şu ibadet edip duranlara! Onlar ki, kalpleri ibadetlerine yabancıdır. Onlar ki, niyetleri yalnızca ibadet ederken görülüp takdir edilmektir. Oysa onlar en ufak bir yardımı bile reddederler” (107 Maun:17).

Bu kısa sure, namaz surelerindendir ve müminler onu namazlarında daima okurlar. Aceleyle kılınan namazlarda aceleyle okunan Arapça sureler, önceden anlamları öğrenilmiş olsa bile her zaman yeterince hatırlanmayabilir. Ramazan ayında ibadetleri çoğaltmaktan amacımız Allah’ın rızasını kazanmak, ahirette O’nun cemalini görüp cennetine kabul edilmektir. Yunus Emre ile birlikte, “cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, dileyene ver sen anı, bana seni gerek seni” diyebiliriz.

Özeleştirinin özü!

İnsanın kendi canını ve ailesini garantiye alacak şartlarda yaşaması, güvenliği en birinci ihtiyacıdır. Hz. Peygamber , Mekke’de barınamaz olduğu bir dönemde davet aldığı Medinelilerden, öncelikle kendisini ve ailesini kendi aileleri gibi koruyacaklarına dair söz almış, daha sonra göçe izin vermişti. Hz. Peygamberi ve ailesini kendi canları gibi korumak müminler için mümin olmanın şartı olmasına rağmen, daha sonraki siyasi çatışmaların neler yaptırabildiği, müminlerin hâlâ üzerlerinden atamadıkları bir ayıp , bir günah olarak canlılığını korumaktadır. Önce en yakınlarına sahip çıkmak, fakat sonra herkesin bir başkasının en yakını olacağını düşünerek, yaratılmışlar ailesini korumak gerektiğinin bilincine varmak! İşte özeleştirinin özü! Bunlar Kuran okumalarımızı ve ibadetlerimizi çoğaltarak kazanmamız gereken ruh incelikleridir.

Devamını Oku

Hidayet ve mehdi

21 Temmuz 2013

Türkçemize de geçmiş olan hidayet kelimesi doğru yolun gösterilmesi, kurtarıcılık demektir. Mehdi ise İslam’dan önceki Ehli Kitap dinlerde Mesih adı verilen, kurtarıcı olarak ortaya çıkması beklenen yüksek vasıflı kişinin İslam kültüründeki adıdır. Hidayet kavramı Allah’a, Kuran’a ve Hz. Peygambere nispet edildiği için Kuran’da “mehdi” kelimesi yer almaz. Hadisçilerin en önemlileri, Hz. Peygambere dayandırılan mehdi ile ilgili sözleri muhteva olarak zayıf, rivayet edenleri de güvenilmez buldukları için kabul etmemişlerdir. Fakat başka bazı hadisçiler o sözleri nakletmekten çekinmemişlerdir. İslam’ın başlangıçta mehdi, hidayete, hak yoluna eriştirme anlamı ile Hz. Peygamber, dört halife ve Hz. Peygamberin torunu Hüseyin için kullanılmış, Allah’ın bu insanları hak yola eriştirdiğine işaret edilmiştir.

Mehdinin beklenen kurtarıcı anlamında kullanılmasının genel olarak Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesinden sonra ortaya çıktığı kabul edilir. Bu olaydan sonra hilafetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğu düşüncesini savunanlar kuvvetlenmiş, beklenen kurtarıcı inancı yaygınlaşmıştır. Bazı âlimlere göre, iyiliği emredip kötülüğe engel olma görevini yerine getiren ve dini hayatı canlandıran her dini-siyasi lider mehdi konumundadır. Zaten ilk halifelere de bu anlamda mehdi denilmişti. Mehdi sıfatı verilen kişiler, olağanüstü güç ve kabiliyetleriyle değil, bilgi, irade ve kabiliyetlerini kullanarak zulme karşı çıkmak ve adaleti gerçekleştirmek amacıyla mücadeleye girişirler.

Temel prensip

Mehdi inancının ve mehdinin Hz. Ali soyundan olmasının Şiilik için anlamı, onların varlıklarını bu düşünceye dayamış olmalarıdır. Ehli Beyt adına ayaklanan Hz. Hüseyin’in öldürülmesinden sonra onun yardımına gelememekle işledikleri günahtan tövbe edenlerin (Tevvabun) başlattığı hareket Şiiliğin kitleselleşmesi yolundaki ilk adım olmuştur. Hz. Ali’nin bir Harici tarafından öldürülmesi münferit bir hareketken, oğlu Hüseyin’in devlet kuvvetlerinin darbeleri altında can vermesi Şiilik müessesesine temel olmuştur. Ehli Beyt’in uğradığı haksızlığın öcünü almak, zayıfları savunmak, günahkârlara karşı cihat yapmak Şiilik için temel prensiptir ve Şia, dar anlamı ile bir Ali Fırkası olmuştur. Onlar için Kuran ve peygamber ailesi dünyanın iki hazinesidir. Bu açıdan Şiiler kendilerini Sünnilerden daha Sünni sayarlar.

Devamını Oku

Ramazan: İyilikleri çoğaltma ayı

20 Temmuz 2013

Zor günler yaşamaktayız. Hüznümüz ve kederimiz sevincimizden ve saadetimizden baskındır. Savaşlar, kazalar, doğal felaketler, sevgisizlik, şiddet içimizi karartıyor. Fakat insanın cennetten çıkarılıp atıldığı dünya hayatı acıya ve sıkıntıya karşı verilmesi gereken bir savaş, kazanılması gereken bir sınav değil mi?

Ramazan ayı vesilesiyle biraz özeleştiride bulunalım ve olup biten olumsuzluklarda acaba bizim de ihmallerimiz var mıdır diye kendimize soralım. Bu dünyanın kahırlarından kurtulup tekrar cennetin rahatlığına kavuşmak için ibadetlerimizi çoğaltıyoruz. Tutulan oruçlar, okunan hatimler, çoğaltılan namazlar ne içindir? Sürekli yeme-içme ve nefse hizmet etme düşkünlüğümüze biraz ara verip, içimize dönmemiz ve davranışlarımızı gözden geçirme fırsatını bulmamız için değil mi? Oruçlar ve hatimler sayesinde, yanlışlarımızı, fark etmediğimiz ihmallerimizi ve sonuçta verdiğimiz zararları telafi etmek istiyoruz. Bunun yolu, iyilikleri çoğaltmaktır. Daha az yiyip-içip daha sade giyinerek paradan tasarruf edersek artan parayı, başkalarının da Ramazan’ı mutlulukla geçirip bayrama ulaşmaları için sadakalara ve hediyelere dönüştürebiliriz.

Oruç tutamıyorsak fakat maddi imkânlarımız yeterli ise her gün en az bir insanı doyuracak miktarda bir bedeli, para veya erzak olarak fakirlere bağışlayabiliriz (fidye). Maddi imkâna bağlı olmayan iyilikler de vardır. İhmal ettiğimiz kimseleri ziyarete gidebilir, onlara yapmak isteyip de yapamadıkları konularda yardım sunabiliriz. Okumak isteyip de okuyamadıkları bazı şeyleri onlarla birlikte okuyabiliriz, onlar için yemek hazırlayabilir, evlerini düzenleyip güzelleştirmelerine yardım edebiliriz. Küçük iyiliklerle büyük sevinçler meydana getirebiliriz.

Oruçlarımız, namazlarımız ve okumalarımız çoğaldıkça günden güne kendimizi gözlemleyelim bakalım. Daha önce bilmediğimiz hangi doğruları öğrendik de bu doğrular yoluyla hangi yanlışlarımızı düzelttik? Hangi davranışlarımızda incelme oldu, bencilliğimizden ne derecede kurtulduk? Kaç dargın akrabamızla barışıp helalleşebildik? Soframızdaki yiyecekleri iştahla yerken kaç muhtaç kişiyi yanımıza alabildik veya kaç muhtaç komşuya hediye edebildik? Hangi hizmetleri Ramazan’dan sonra da yapmaya devam etmek üzere söz verdik? Ramazan daha sürecek, vaktimiz var, haydi gayret!

Devamını Oku

Cennet nimetlerinde ayrımcılık mı?

20 Temmuz 2013

İnsanın yaratılışı Kuran-ı Kerim’de çeşitli şekilde anlatılmıştır. Allah insanı topraktan yaratmıştır, bu yaratılışı ile insan bütün diğer varlıklarla benzer özelliklere sahiptir. Erkekliği ve dişiliği vardır, benzer ihtiyaçlara sahiptir, benzer hastalıkları vardır, ölümlüdür vs. Allah insanı nefisten yaratmıştır, onu erkek ve dişi olarak yaratmış, ona ruhundan üflemiş, ona soy sop vermiştir. Allah insanı en güzel şekilde yaratmıştır. İnsanın gerek bedensel gerek ruhsal bütünlüğünde, bütün diğer yaratılmışlarda olduğu gibi, cinsel farklılığın önemli bir fonksiyonu vardır. Cinsel farklılık duygusallıkla, sevebilme ve neslin devamını sağlayabilme kapasitesiyle ilgilidir. Farklı cinslerdeki kişilere yüklenen roller zamana ve yere göre değişebilir fakat Tanrı’nın ruhunu taşıyan varlıklar olmaları bakımından olan rolleri değişmez. İnsan yeryüzünde Allah adına, Allah için çalışmak (ibadet etmek) üzere halife olarak yaratılmıştır.

Kadın-erkek ayrımı yok

Allah insana akıl vermiştir, insan yapıp ettiklerinden sorumludur, sorulacaktır. Sorgulama insanların cinsiyetlerine göre değil, amellerine göre olacaktır. Amellerin değerine göre insanlar cennetle veya cehennemle karşılaşacaklardır. Burada da cinsiyete görelik söz konusu olmayacaktır. Cennet nimetlerinin ve cehennem azaplarının hepsi ayetlerde, kadın-erkek ayrımı yapılmadan anlatılmıştır. Anlatımlar Arap dilinin özelliği gereği, erkek zamirleri ile yapılmıştır. Çünkü Arap dilinde çoğunluktan söz ediliyorsa bu çoğunlukta bir tek erkek bile varsa erkek zamir kullanılır. Türkçe meal ve tefsirlerde de cennet ve cehennem ayetleri, nimetler ve azaplar, Türk dilinin özelliği ile cinsiyet ayırmadan çevrilir.

Bununla birlikte, TDV İslam Ansiklopedisi’nde de (Huri maddesi) belirtildiği gibi, cennetlikler için nimetlerden söz ederken, cümlenin ortasında da olsa erkeklere verilecek huriler çıkıverir karşımıza. Huriler aşkına ölüme gidildiğine göre kandırmaca epey başarılı. Oysa ‘huri’ kelimesi Kuran’da ‘hur’ şeklinde, cinsiyetsiz olarak geçmektedir, ‘hur’ kelimesi cinsiyeti olmayan bir kelimedir. Şu halde bu yaratıkların verildiği kişiye göre cinsiyet kazanacağı düşünülebilir. Cennetlik kimseler cennete ataları, eşleri ve çocukları ile birlikte gireceklerine göre, hurların sanal hizmetkârlar olarak düşünülmesi de mümkündür.

Devamını Oku

Mezar ve ölü

18 Temmuz 2013

Mezar, ziyaret edilen yer demektir. Ölülerimizi mezarlara koyarız ve zaman zaman onları ziyarete gider, onlar için dualar ederiz. Bu anlamda mezarlar sadece ölüler için değil, aynı zamanda diriler içindir. Mezarlar diriler için olduğundandır ki onları yaşanılan alanlar gibi koruruz, bakımını yaparız, yapmamız gerekir. Mezarları koruyup bakımını yapmakta birbirimizle yardımlaşmalı, zengin veya yoksul, iyi veya günahkâr mezarı diye ayırım yapmamalıyız. Çünkü o kötü insanın soyundan iyi insanlar geleceği gibi, o iyi insanın soyundan da kötü insanlar gelebilir. Yaratılış bakımından bütün insanlar eşittir ve akrabadır. Hayat bu açıdan henüz sırrı çözülememiş olarak durmaktadır.

Anneyle kızı Hristiyanmış

Bir zamanlar Makedonya Türkleri’nin bir gazetesi vardı: Birlik. Orada küçücük bir haber okumuştum. Bir muhabir, Osmanlılar’dan kalma bir eski mezarlıkta, iki kadının ellerinde torbalarla dolaşıp bir şeyler topladığını tesadüfen görmüş, kadınlara yaklaşmış ve ne yaptıklarını sormuş. Meğer bu kadınlar bir anneyle kızıymış, Müslüman değil Hristiyanmışlar. Bu eski mezarlığın çok değerli olduğunu fakat her nedense ihmal edildiğini görüyor ve üzülüyorlarmış, vakitleri varmış, torbalarla gelip orasını temizlemeye karar vermişler. Mezarlar gerçekten de antika değerindeymiş, çok güzel taşları varmış. Müslüman-Türk mezarları gerçekten sanat değeri olan heykeller gibidir. Mezarların başlarına dikilmiş olan taşlar, sahibinin erkek veya kadın oluşuna, yaptığı görevlere, kazandığı manevi şahsiyete göre öyle şekillendirilmişlerdir ki, onları inceleyenler, üzerlerindeki yazıları da okuyabiliyorlarsa yaşadıkları devir hakkında tam bir tarih bilgisi elde edebilirler.

Yanlış işlere kılıf uydurma

Devamını Oku

‘Erkeklerin Tacı’ Rabitül Adeviye

17 Temmuz 2013

İlahiyat Fakültesi öğrencilik yıllarımda Dinler Tarihi Kürsüsü’nü bir Alman hanım profesör yönetiyordu, dersimize de o geliyordu. Harika bir hocaydı. Mevlana aşkıyla Müslüman olduğu söyleniyordu: Anne Maria Schimmel. Allah rahmet eylesin. Erkeklerin Tacı Rabiatül Adeviye’yi ilk ondan öğrenmiştim. Müslümanlar sekizinci asırda kıtalar arası genişlikte büyümüş ve zenginleşmiş, aynı oranda da dünyevileşmişlerdi. Bu dünyevileşme karşısında farklı bir hareket, ruhu ve kalbi fethetme çabasına girişmişti.

Müslümanlara dini vecibelerini hatırlatmak istiyorlardı. İşte bu dönemde fevkalade tayin edici rol bir kadına nasip olmuştu: Rabitül Adeviye. O, bir elinde meşale, bir elinde kovayla su, Basra sokaklarında dolaşıyor ve diyor ki: Cehennemi söndürmek, cenneti ateşe vermek istiyorum, ta ki bu iki perde kalksın ve insanlar cehennem korkusu ve cennet umudu ile değil, Allah’ın ezeli güzelliği uğruna ibadet etsinler!

Rabia’ya erkeklerin çok üzerinde duyarlılığı sebebiyle “erkeklerin tacı” denilmiş. (Mehmet Zihni Efendi, Meşahirünnisa) Peygamberin bir akrabası olan Ümmü Haram Halanın, Müslümanların Kıbrıs’a düzenlediği ilk gazaya aşk ve coşku ile katılması ve orada şehit olması kadınlara heyecan vermiş.

Schimmel Hoca, Rabia’nın refakatçisi, vecd halinde ölen Meryem için Türk şairi Lale Müldür’ün bir beytini de söylemişti:

Devamını Oku