İstanbul’da lüks bir restoranda üç yaşındaki çocuğun başına gelen olayı hepimiz gördük. Dolayısıyla çocuk oyun alanlarının, işin uzmanlarıyla birlikte yapılandırılması ve öncelikle güvenli yerler haline getirilmesi gerekir.
Neresinden bakarsanız bakın çok can sıkıcı bir olay. Bir yandan çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı, öte yandan anne-babanın acısı… Dilerim ki kimsenin başına bir daha gelmesin.
Bu tür olayları okudukça kime güveneceğinizi bilemez duruma geliyorsunuz. En yakınınızdaki kişilerin bile ruh sağlığından şüphe ediyorsunuz. İçinde yaşadığınız topluma duyduğunuz güven duygusu erozyona uğruyor.
Bir insanın ruh sağlığı açısından en kritik duygu güven duygusudur. Kişisel güvenlik alanlarımızdan emin olmak çok önemlidir. İşte tam bu noktada, yaşadığımız ya da karşılaştığımız bu tür travmatik olaylar, güven duygumuzu ciddi anlamda tehdit etmektedir. Güven duygusunun zayıflaması, hem bireysel açıdan hem de toplumsal açıdan büyük bir risktir.
Küçük çocuğun başına gelen bu olayın benzerleri dünyanın farklı ülkelerinde de yaşanıyor aslına bakarsanız. Üstelik de basına yansıyan olayların çok daha fazlasının yaşandığını hepimiz biliyoruz. Önemli olan yaşadıklarımızı büyük bir duygu seli ile karşılayıp unutmak değil; ders alıp gereğini yapmaktır.
Çocuk oyun alanları ile ilgili riskler nelerdir?
Okuduğumuz haberde, dikkati çeken en önemli sorunlardan birinin restoranlarda ve alışveriş merkezlerinde kurulan çocuk oyun alanları ile ilgilidir. Çoğumuz bu tür oyun alanları ile karşılaşmışızdır. Genellikle, anne-babaların biraz daha rahat zaman geçirmesi için çocukların oyun oynadığı, daha doğrusu oyalandığı yerlerdir. İyi düzenlenmiş çocuk köşeleri ve oyun alanları için diyecek sözümüz yok. Ancak, birçoğunun özensiz ve eksikliklerle dolu olduğu da açıktır. Bu eksikleri dile getirerek olası riskleri önlemek önemli bir sorumluluktur.
Ebeveynler, çocuklarının başarılarından çok başarısızlıklarına odaklanır, hep daha fazlasını isterler. Ancak anne-babalar, hırslarını yönetmek zorundadır. Aksi halde, çocuklarımız hırs ateşimizin sıcaklığında yanmaya devam edecektir.
Bir gün bir anne ortaokula giden çocuğu hakkında benimle görüşmeye geldi. Temel sorun da, çocuğunun sınıfındaki bir arkadaşıyla yaşadıklarıyla ilgiliydi. Anne, sınıf arkadaşının kızına kötü davrandığını, onun moralini ve motivasyonunu bozduğunu, aralarının hiç de iyi olmadığını anlatıp durdu. Kızının arkadaşı yüzünden derslerine karşı konsantrasyonunun bozulduğunu da ekledi.
Bir ara görüşmeden kısa süreliğine çıkıp okulun rehber öğretmeniyle görüştüm ve çocuğun durumunu sordum. Rehber öğretmenin anlattığı ile annenin anlattığı arasında tamamen birbirinden farklı bir durum vardı. Rehber öğretmenin söylediğine göre, bu iki kız annenin söylediğinin aksine son derece iyi arkadaştılar ve sık sık birlikte zaman geçirmekten de hoşlanıyorlardı. Yani, annenin söylediğinin aksine aralarında bir sorun yoktu.
Rehber öğretmenin söylediği en kritik şey de, bu annenin kızının genel akademik performans açısından sınıfın ikincisi, diğer kızın ise birincisi olduğuydu.
Bunu öğrendikten sonra farkettim ki, asıl sorun iki kızla ilgili değil, bana gelen anneyle ilgiliydi. Anne, kızının başarısı gayet iyi olmasına rağmen bunu yeterli bulmamış ve kalben sınıfa girerek diğer öğrenci ile rekabet etmeye başlamıştı. Kendisinin bile farkında olmadan kurduğu bu bilinçdışı senaryodan hareketle, okuldan, kızının diğer kızla sorununun çözülmesini istiyordu. Sorun çözülecek ve kendi kızının akademik başarısı daha da artarak sınıfın birincisi olacaktı. Çünkü ikinci olmak başarısız olmak demekti.
Görüşmenin sonuna doğru annenin söylediği sözler de işin tuzu biberi oldu. Finalde söyledikleri şöyleydi:
Anne: “Oktay Bey sakın beni yanlış anlamayın. Ben kızımın mükemmel olmasını istemiyorum. Mesela, geçen gün matematikten 90 aldı. Ben ona ne dedim biliyor musunuz?
Ben:
Kişisel görüşlerimiz doğrultusunda başkalarını ikna etmek önemli bir iletişim dili olarak kabul edilir. Ancak ikna etme çabası gündelik hayatta birtakım problemlere yol açabilir.
Sıkça dile getirildiği için normalleştirdiğimiz ilişki biçimlerimizi ve tepkilerimizi sorgulamak çoğu zaman aklımıza gelmez. Elbette iknanın hayatımızda yeri vardır. Özellikle profesyonel dünyada ilişkilerin çoğu iknaya dayanır. Ancak, yine de bir durup düşünmek gerek. İkna gerçekten bir iletişim dili midir? Profesyonel dünyada iknanın yeri olsa da günlük hayatın her yerinde hep birilerini ikna etme çabası, bir çok sorunu bünyesinde barındırır. Gerçekten de neden iknaya ihtiyaç duyarız? Birlikte üzerinde düşünelim…
İkna neden gerçek anlamda bir iletişim değildir?
Karşımızdakini ikna etme çabalarımızın kendine özgü dinamikleri var. Bu dinamikleri gözden geçirdiğimizde bizim için ilgi çekici sonuçlar çıkar…
İkna gerçek anlamda bir iletişim değil, savaştır. İkna etmedeki temel hedef, karşıdakini öyle veya böyle yenmektir. Bu anlamda, bilgilerin ya da görüşlerin doğruluğundan çok ikna tekniklerini kullanarak sonuca gitmek esastır. Çoğu zaman hedefe giden her yol da mubahtır. İletişim süresince karşısındakini dinliyor gibi görünse da bu gerçek bir dinleme değil, taktiktir.
İkna eden, kendi bilgi ve görüşünü kesin doğru olarak görür. İkna eden kendi görüşünü yüceltir. Kendi görüşünü yüceltirken de dolaylı olarak karşısındakinin görüşünü aşağılamış olur.
İkna bir pazarlamadır. Kendi doğrumuzu karşımızdakine kabul ettirme çabası bir pazarlamadır. İyi bir pazarlama da özünde algı yönetimine dayanır. Dolayısıyla, doğrularımızı ne kadar gösterişli bir şekilde karşımızdakinin algısına sunarsak o kadar iyi sonuçlar alabiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki, pazarlama başarısı her zaman kalitenin ve doğrunun göstergesi değildir.
İnsanda, birçok beceri grubu ve türü vardır. Bu beceri gruplarından oluşan yetenek alanları her çocukta baskın ya da çekinik olarak bulunuyor. Dolayısıyla temel yetenek alanlarının bilinmesi ve çocukların becerileri ile ilgili analizler yapılarak bu haritaların anaokulundan başlayarak takip edilmesi gerekiyor.
Bütün davranışlarımızın arkasında kişilik yapımız vardır. Gülmemiz, ağlamamız, yürüme hızımız, nezaket sözcüklerimiz, sohbet tarzımız, öfkemiz, kahkahamız hepsi kişiliğimizin yansımasıdır. Çevremizdeki insanlarla kurduğumuz bütün ilişkilerin kaynağı kişilik yapımızdır.
BİR İNSANDA HANGİ KİŞİLİK VİRÜSLERİ VARDIR?
İnsanlarla kurduğumuz ilişkilerin genel olarak olumlu ya da olumsuz olması kişilik yapımızla ilişkilidir. Eğer bir insan, eşiyle, meslektaşıyla, çocuğuyla, arkadaşıyla ilişkilerinde ve iletişimlerinde sık sık benzer ve tekrarlayan sorunlar yaşıyorsa, kişilik yapısındaki baskın özellikleri gözden geçirmelidir. Çünkü, yaşadığı sorunlar genellikle bu baskın özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Kişilik virüsleri ile kastedilen nedir?
Hayatımızı ve ilişkilerimizi zorlaştıran, kendi iç barışımızı bozan ve sosyal uyumumuzu engelleyen kişisel özelliklerimiz bir anlamda “kişilik virüslerimiz”dir. Yaşam kalitemizi artırabilmek için kişiliğimize yerleşmiş ve bir parçası haline gelmiş olan kişilik virüslerimizi tanımak ve temizlemek zorundayız.
Kişilik virüslerimizden birkaç örnek verelim:
- Alınganlık: Bilinç altı değersizlik duygusundan kaynaklanan alınganlık, küsme, kapris yapma, sürekli ilgi isteme davranışlarıyla kendini gösterir. Alınganlık olup biten herşeyden olumsuz çıkarımlar yapmamıza ve olumsuz durumları da abartmamıza yol açar. Söz konusu olumsuzlukları kendimizle ilişkilendirerek, çevremizdeki insanların sürekli bizi değersizleştirdiği duygusunu taşırız. Bu nedenle de, o insanlarla ilişkimizi keser, onlardan uzaklaşır gibi yaparız.
- Hırs:
Kültürümüzde çocuklarımıza dokunmanın, dokunarak sevmenin yeri ayrıdır. Kucağımıza alırız, öperiz... Ancak kimi zaman da ‘Kucağa almak alışkanlık yapar’ sözünü de duyarız. Elbette bu konuda da abartıya kaçmamak gerekli...
Okulların ilk gün klasikleridir... Anne babalar okula gitmek çocuklarıyla ne yapacaklarını şaşırırlar. Bir yandan çocuk üzülmesin isterler ama diğer yandan da okula bir an önce alışmasını arzu ederler. Önce çocuğun bu tavrının nedenini anlamaya çalışın...
Okulların açılmasıyla birlikte Ayşe’nin şikayetleri de başladı:
“Anne karnım ağrıyor.”
“Anne bugün gitmesem olmaz mı?”
“Tamam giderim ama sen de gel.”
“Ben evde kalmak istiyorum.”
Ayşegül, sabahları ağlayıp duruyor, olur olmaz her konuda şikayet üretip duruyor, sonu gelmeyen bahaneler uyduruyor, bağırıp çağırarak okula gitmek istemiyor. Annesi de kimi zaman endişe, kimi zaman çaresizlik, kimi zaman da öfke duyguları eşliğinde, onun bu huysuzlukları ile başa çıkmaya çalışıyor. Sabahları, önce ikna edici konuşmalar yapıyor; baktı ki olmuyor, sesinin tonunu yükseltiyor; yine olmayınca çaresizlikten ağlar bir tonda yalvarıp duruyor.
Benzer sahneleri yaşayan ya da bu sahnelere şahit olan çoktur. Okulların ilk gün klasikleridir. Anne-babalar, çoğu zaman ne yapacaklarını şaşırıp kalırlar. Bir yandan çocuklarının üzülmesini istemezler ama diğer yandan okula da bir an önce alışmasını isterler. Sonuçta, neyin doğru neyin yanlış olduğu ile ilgili kafa karışıklığı yaşayıp çocuğun tepkileri karşısında bocalayıp dururlar.
Alışkanlık, öğrenme yoluyla kazandığımız sürekli ve düzenli davranışlardır. Bir davranış, alışkanlık haline geldiğinde, kişiliğimizin bir parçası olur ve hayatımızı kolaylaştırır. O alışkanlığı yerine getirdiğimizde huzurlu, getirmediğimizde huzursuz oluruz. Dolayısıyla, çocuklara, hayatlarına değer katacak bazı temel alışkanlıkların kazandırılması gerekir. Okuldan ve anne-babadan beklenen en önemli katkılardan biri budur. İşte hayatımızı kolaylaştıracak birkaç temel alışkanlık örneği…
1. Sorumluluklarını yerine getirme alışkanlığı
Çocuklar yaşlarına uygun sorumluluklar kazanmalıdır. Bu, onların kişilik gelişiminde çok kritik bir değerdir. Kişisel sorumluluklarını üstlenmeyen çocukların gelecekte bir çok açıdan sorunlar yaşaması kaçınılmazdır. O nedenle, çocuğun tüm ihtiyaçlarını giderip onların hayatlarını fazlaca kolaylaştıran aşırı koruyucu ebeveyn tutumları çok risklidir. Oda toplama, çanta hazırlama, yemeğini yeme, ödevini yapma gibi temel sorumluluklar çocuklar tarafından düzenli olarak yerine getirilmelidir. Anne-babalar da bu sorumlulukları hatırlatmak ve küçük destekler vermekten öte sürece müdahale etmemelidir. Öyle ki, sorumluluğunu yerine getirmediğinde de sonuçları ile karşı karşıya kalmasına izin verilmelidir. Ancak, çocuğun sorumlulukları, onunla birlikte konuşularak belirlenmeli ve bunlar bir kağıda yazılarak görebileceği bir yere asılmalıdır. Böylece, küçük hatırlatmalara duyulacak ihtiyaç azaltılmalıdır.
2. Ödev yapma alışkanlığı
Çocuğun kazanması gereken en temel sorumluluk ve alışkanlıklardan biri ders çalışma ve ödev yapma alışkanlığıdır. Buna karşın bir çok ebeveynin ortak sorunudur ders çalışmama ve ödev yapmama. Sürekli şikayet konusudur ve çözüm üretme konusunda da en zorlayıcı durumlardan biridir. Okulun başlarında, çocukların bu alışkanlığını oturtması son derece önemlidir. Ödev yapma alışkanlığının kazanılması ile ilgili olarak okulun ilk günlerinde, süreden çok düzenliliğe öncelik verilmelidir. Bir günde saatlerce çalışmak yerine, her gün az süreyle çalışmak çok daha doğru bir başlangıç olur. Öğretmenlerin de ilk günlerde ödevlendirmede aşırıya kaçmamaları gerekir. Anne-babaların, ödev yapma konusunda çocuklara verecekleri mesaj, “Sen ödevlerini yap, daha sonra da birlikte bakalım.” şeklinde olmalıdır. Çocuğun, ödevi kişisel bir sorumluluk olarak algılaması ve kendi başına yapmaya çalışması gerekir. Anne-babalar ikinci aşamada devreye girebilirler.
3. Çalışma planı alışkanlığı
Zamanı etkin şekilde kullanmak, modern dünyanın en önemli yeterliliklerinden biridir. Zamanı etkin kullanmak da planlı çalışmayı gerektirir. Bu nedenle, bir çocuğun kazanması gereken en önemli becerilerden biri planlı çalışmadır. Gün içerisinde yapması gerekenleri belirli bir sıra ve düzen içerisinde yapma alışkanlığını kazanması hayatını oldukça kolaylaştıracaktır. Çocukla birlikte oturup masa başında o gün yapması gerekenler üzerinde konuşulmalı ve belirli bir sıraya koyarak kağıda yazılmalıdır. Dikkat edilmesi gereken kritik nokta, bu planların çok fazla ayrıntı içermemesidir. Çocuklar için 3 ya da 4 aşamalı bir planlama yeterlidir. Sürekli ayrıntılı bir planlama yapılırsa çocuk için uymak zor olacak bu da onda başarısızlık duygusunun gelişmesine yol açacaktır.
4. Ajanda tutma alışkanlığı