Eğitim sistemimizde yıllardır çözemediğimiz en temel sorunlardan biri ulusal sınavlarla ilgilidir. Çocuklarımız, sürekli sınav baskısına maruz kaldıkça belirli dönemlerde sınav kaygısı da en çok karşılaşılan durum oluyor.
Durumsal kaygı ile sürekli kaygıyı ayırt etmek gerekir
Genel olarak kaygıyı ikiye ayırmak mümkündür: Durumsal kaygı ve sürekli kaygı. Durumsal kaygı sınava girme, topluluk karşısında konuşma, trafikte araç sürme vb. gibi özel durumlarla karşı karşıya kalındığında yaşanan kaygıdır. Bir anlamda, beklentiyi karşılayamama ve başarısız olma ile ilişkilidir. Performans kaygısı diye de tanımlanabilen bu kaygı türü hemen hemen hepimizin hayatında belirli durumlarda yaşanabilir.
Sürekli kaygı ise, daha çok kişilik yapımızla ilişkilidir. Genel olarak hayata karşı olumsuz bakma, huzursuz ve gergin hissetme, karar verememe, yemek ve uyku düzensizliği yaşama gibi belirtilerle kendini gösterir. Sürekli kaygının iyileştirilmesi süreci çoğunlukla bir uzman eşliğinde gerçekleşir.
Sınav kaygısının belirtileri nelerdir?
Sınav kaygısı, sınavdan bir süre önce başlayıp sınav sonuna kadar devam eden ve sınav performansını olumsuz etkileyen huzursuzluk ve gerginlik halidir. Kaygı yaşayan öğrencilerde, sınavdan birkaç önce, kontrol edilemeyen anlamsız düşünceler, bedensel gerginlik, kalp çarpıntısı, el ve ayaklarda titreme, düşünce üşüşmeleri nedeniyle sorulara konsantre olamama, gibi belirtiler görülür. Genellikle sınav bittiğinde de bu belirtiler azalır.
Sınav kaygısını azaltmak mümkün mü?
Öğrencilerin ve anne-babaların işini kolaylaştırabilecek birkaç öneriyi şöyle özetleyebiliriz:
Öğrenme, bireyin çevre ile etkileşimi sonucunda hafızasında meydana gelen kalıcı izli değişikliklerdir. Gerçek anlamda öğrenmenin olabilmesi için dış dünyaya ait gerçeklerin zihnimize bulaşması ve hafızamızdaki yerini alması gerekir.
Duygularımız, düşüncelerimiz, davranışlarımızda meydana gelen bu tür değişikliklerin tümü öğrenmedir.
Öğrenmelerimizin büyük çoğunluğu okullarda gerçekleşir. Bu nedenle, okullar, eğitim hayatımızın vazgeçilmezidir. Anaokulundan üniversiteye kadar hayatımızın her alanını kapsamasına karşın okullar, acaba gerçekten de en iyi öğrenme ortamları mıdır? Okullar ve sınıflarda yapılan uygulamalar, öğrenme kalitesi açısından neden istenen sonuçları vermiyor? Bu sorular, üzerinde düşünülmeye değer sorulardır.
Öğrenmenin yolları nedir?
Öğrenmenin temelde üç yolu vardır:
Birinci yol: Çocuğun dış dünyaya ve gerçeğin kendisine götürülmesi
Çocuklar neyi öğrenecekse, ona dokunmalı, hissetmeli ve yaşamalıdır. Birinci yolda, çocuklar, dış dünyaya ve çevredeki gerçeğe temas ettirilir.
Çocuk, toprağa, suya, ağaca, hayvana dokunarak, onları gözlemleyerek öğrenir.
Çocuğu sevmek elbette ki doğaldır. Şüphesiz anne-babalar çocuklarını çok seviyorlar. Ancak, bir durup düşünelim. Çok sevdiğimiz çocuğumuzu gerçekten olduğu gibi kabul ediyor muyuz?
Anne-babalara “Çocuğunuzu seviyor musunuz?” diye sorsak büyük ihtimalle bize kızar ve sorumuzu yadırgarlar. Bize de;
“Sevmek ne kelime, onun için ölürüz.”
“Çocuk gibisi var mı? Hayatımızın anlamı o.”
“Her şey bir yana çocuğumuz bir yana.”
“Çocuk bizim hayatımıza neşe getirdi.” gibi cümlelerle cevaplar verirlerdi.
Çocuğu sevmek elbette ki doğaldır.
Şüphesiz ki anne-babalar çocuklarını çok
Öğrencilerimizin girmiş olduğu uluslararası sınavlarda sonlarda yer almamız, kitap okuma sayımızın düşüklüğü, bilim, teknoloji ve sanat alanlarındaki kısırlığımız, patent başvuru sayımızın düşüklüğü gibi kriterler dikkate alındığında, düşünme becerilerimize yönelik yapılan eleştirilerin haklı tarafları olduğunu söylemek mümkündür.
Gerçek anlamda düşünmek nedir?
Düşündüğünü sanmakla gerçek anlamda düşünmek aynı şey değildir. Gerçek anlamda düşünmek, gün içinde olup bitenler hakkında konuşmaktan öte bir şeydir. Varoluşsal bir süreçtir ve hayatımıza anlam ve değer katarak yön verir. Eğitim sisteminden beklenen de, çocuklarımıza bu varoluşsal sorgulama ve öğrenme becerilerini kazandırmaktır.
GERÇEK DÜŞÜNME;
Veri ve bilgi odaklıdır. Hayatımızın her alanında sürekli yorumlar yapıp dururuz. Bir yerde yorum varsa, orada ego; ego varsa çatışma vardır. Günlük hayatımızda herhangi bir hükmün, anlam ve değer ifade edebilmesi için dayanak noktasını ve kriterini açıklayabiliyor olması gerekir. Aksi halde, aklımıza gelen herşeyi söylemek, gerçek anlamda düşünmek değildir. O halde, çocuklar bir düşünce ortaya koyduğunda, onlara “Neye göre?” sorusunu sorarak, söylediklerini delillendirmelerini isteyebiliriz.
Sistematik ve düzenlidir. Gerçek düşünme, bilgi ve düşünce parçalarının mantıklı ve tutarlı bir şekilde bir araya getirilmesini gerektirir. Bu noktada, çocuklara fırsat buldukça, “Bu konuda senin teorin nedir?” diye sormalıyız.
Birikimlidir ve birbiri üstüne inşa olur.
Çocuk gelişimi açısından doğumdan sonraki ilk üç yıl çok kritik öneme sahiptir. Bu dönem gelişimsel altyapıların kurulduğu bir zaman dilimidir. Sürecin sağlıklı ve doğru yönetilmesi, çocuğun sonraki yıllarda da sağlıklı gelişmesini destekleyecektir.
Doğumdan sonraki ilk yıllarda çocuklarda meydana gelen gelişimlerden bazıları şunlardır:
Duyu organlarının tümü yetişkinler düzeyine ulaşır.
Beyin gelişiminin yüzde 70-80’i tamamlanmıştır.
Bağımsızlık, özgüven ve güvenli bağlanma duygusunun temelleri atılır.
Dil gelişimi açısından kelime hazinesi zenginleşmeye başlar.
Üç yaşına kadar abartılı yaklaşımlardan kaçının!
Üç yaşına kadar çocukların gelişimsel çerçevesi ve sınırları, bilimsel araştırmalarla belirli ölçülerde ortaya konmuştur. Elde edilen bulgular, bu yaş grubundaki çocukların gelişimsel açıdan çok hızlı bir sürecin içinde olmasına karşın bazı beceriler açısından da sınırlılıklara sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, anne-babaların çocuklardan beklentilerini abartmamaları gerekir. Sorumluluk duygusu, oyuncak ve eşyalarını paylaşma, işbirliği yapma, başkasıyla empati kurma gibi bir dizi beceri henüz yeterince kazanılmadığı için anne-babaların, beklentilerini bu çerçevede sınırlandırmaları beklenir. Anne-babaların, küçük çocukları ile ilgili yapacakları en doğru şey, içgüdüsel ebeveynlik duygularına güvenmektir. Çocuğun istekleri, davranışları karşısında, kısıtlayıcı olmak, sonu gelmeyen açıklamalar yapmak, abartılı kurallar koymak gereksizdir. Çocuğun doğasına ve doğalına uygun bir çizgide durmak ve “pedagojik yaklaşım” görüntüsüyle, zorlayıcı yaklaşımlardan kaçınmak önemlidir.
Bir çocuk dünyaya getirmek, gerçekten de çok heyecan vericidir. Anne-babalık da bu sürecin en güzel ünvanıdır. Çoğu anne-baba için söylenen ne kadar güzel söz varsa azdır. Hakkını vererek anne-babalık yapanlara saygı duymak gerekir. Sonuçta, bir çocuğun büyüme ve gelişme yolculuğuna tanıklık yapmak, onun sorumluluğunu üstlenerek gece-gündüz demeden emek harcamak kolay yapılabilecek bir şey değildir.
Anne-babaların kaygıları nelerdir?
Bir yandan çok heyecan ve mutluluk verici olsa da, diğer yandan kaygı düzeyi yüksek iştir anne-babalık. Sonu gelmeyen endişeler anne-babanın hayatını kuşatır adeta. Anne-babaları kuşatan kaygı verici soru işaretlerinden bazıları şunlardır:
Okula mutlu bir şekilde gidip gelebilecek mi?
Öğretmenleriyle anlaşabilecek mi?
Arkadaşlarıyla uyum sağlayabilecek mi?
Yemek yiyecek mi?
Tatil demek özü itibariyle harcanan emeklerin sonucunda dinlenme ve eğlenme hakkını kullanmak demektir. Elbette, tatili boş boş geçirmekten söz etmiyoruz. Herkes tatilde bir şeyler planlayabilir ve yapabilir. Ama buradaki kritik nokta, ne yapacağımıza, ne zaman yapacağımıza ve nasıl yapacağımıza büyük ölçüde kendimizin karar verebilmesidir. Kitap da okuyabiliriz, bir yerlere gidip gezi de yapabiliriz, arkadaşlarımızla da takılabiliriz, oturup eksik kalan öğrenmelerimizi de tamamlayabiliriz. Tatili keyifli kılan da budur aslında.
Tatil kendini tanıma fırsatıdır
Tatil, insanın kendine yolculuğudur biraz da. Çünkü, neyi sevip sevmediğimizi düşünecek, önceliklerimizi değerlendirecek ve kişisel planlarımızı yapacağız. Bu süreçte bolca kendimizi gözden geçirme ve tanıma imkanı bulacağız.
Kimimiz tatile rağmen düzenimizi koruduğumuzu fark edeceğiz, kimimiz düzensizliğimizi sürdürdüğümüzü anlayacağız. Kimimiz, ipin ucunu biraz kaçıracak, kimimiz ise kuralcılığın ruhumuza işlediğini anlayacağız.
Kimimiz, karar vermenin bizim işimizi olduğunu göreceğiz, kimimiz ise karar vermeyle başımızın belada olduğunu fark edeceğiz.
Tatil bir kültürdür
Evet, tatilin hayatımıza katacağı çok şey var aslında. Çocuklarımıza tatili tatil gibi yaşama fırsatı vermeliyiz.
Ego, kişilik yapımızın en önemli parçalarından biri. Peki çoğu kişiyi eleştirirken kullandığımız ego gerçekten kötü ve zararlı bir şey mi? Çocuklarda henüz 1,5-2 yaşlarından itibaren gelişen ego, bir anlamda kişiliğimizin de dengeleyicisidir.
Kısaca “ben” demek olan ego, günlük dilde çoğu kişiyi eleştirirken kullandığımız sabıkalı bir kavramdır. Ego gerçekten kötü bir şey midir? Ego olmasa ne olurdu? Egonun varlığı bizim için neden önemlidir? Bu sorulara verilecek cevaplar konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Kişiliğimizin dengeleyicisi
Ego, kişilik yapımızın en önemli parçalarından biridir. Kişilik dediğimiz yapı birbiriyle ilişkili üç temel parçadan oluşur diyebiliriz.
- Dürtülerimiz, isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız
- Egomuz
- Değerlerimiz, inançlarımız, vicdanımız
Bu üç ana yapıdan ortada yer alan ego, kişiliğimizin dengeleyicisidir. Bir anlamda, dürtülerimiz, isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız ile değerlerimiz, inançlarımız ve vicdanımız arasındaki dengeyi egomuza borçluyuz. Bu açıdan bakıldığında, egonun ruh sağlığımız açısından çok önemli bir yeri olduğu açıktır. Ego, dengeyi sağlayamadığında, huzursuz olur ve geriliriz. Bu gerilim belirli bir düzeyin üstüne çıktığında ise ruhsal yönden sağlığımızı kaybederiz. O nedenle, çocuklarda ego gelişimini kesinlikle gözden kaçırmamak gerekir.