Zaman zaman dokunduğum bir şeyin, sadece benim hatırladığım bir geçmişle canlanmasına bayılırım...
O yüzden bazı akşamlar sandıkları, kutuları, çekmeceleri açıp içlerinde neler biriktirmişim diye bakarım...
Sevdiğim bir müzik koyup telefonumu kapatıp kendi geçmişime dalarım...
Her şey başka başka fısıldar bana...
Dağınık bir yumak gibi çeşit çeşit düşünce, birbirinden kopuk, birbirinden ayrı renklerde, mahmur bir utangaçlıkla bir görünüp bir kaybolur içimde.
***
İşte geçen gecelerden birinde de çocukluk resimlerimi çıkardım kutudan...
Benim o çocuk olduğuma şaşırdım önce... Geçmiş ne tuhaf şey, hatırlamıyorsun aslında, sadece olduklarını biliyorsun o kadar...
Bu aralar hayat sanki her gün bizdeki o mutluluk eksiğini tamamlamak ister gibi doğuyor...
Kendi ışığıyla büyüyen sabah, kendi yapraklarıyla oynaşan ağaçlar, diri ve serin rüzgarlar.
Hep aynı şeyi söylüyorlar sanki
‘katıl bize’...
Ama biz o mutluluğu bir yabancı gibi seyrediyor, onun bir parçası haline gelemiyoruz bir türlü öyle değil mi?
Çok basit bir nedeni var bunun; bu kadar çok insan ölürken mutlu olmak mümkün mü?
Tuhaf bir dirençle karşı çıkıyoruz tüm insanlığın aslında aynı ip üzerinde durduğuna...
Nedense sen ben ayrı zannediyoruz ısrarla...
Ölüm, sarsıyor hayatı… Yaşamaya devam edenleri…
Her ölüm değil tabii… Güneydoğu’da ölenler bizim buralardaki insanları pek ilgilendirmiyor mesela… Küçük birer haber olarak geçip gidiyor onlar.
O gençler, o çocuklar, kadınlar, askerler, polisler başka bir “gezegenin” macerası gibi neredeyse, hiç dikkat çekmiyor.
O ölümler, sadece bu ilgisizliği ve duyarsızlığı fark edenlerin, oradaki acıları hissedenlerin içini yakıyor.
***
Ama bizim buralara da geliyor ölüm.
Mustafa Koç’la beraber ölümü, dolayısıyla hayatı hatırlayıp düşünmeye başladı buradaki insanlar da...
Adını herkesin bildiği, gülümseyen bir insanın kaybı buralara da hatırlattı ölümü...
Burada sanki hayat hiç değişmiyor.
Kahramanlarının hep “aynı günü” yaşadığı o ünlü filmdeki gibi, biz de hep aynı günün içine hapsolup tekrar tekrar aynı günü yaşıyoruz...
Hep aynı konuların etrafında dönüp bir toplum için en temel konuları çözemediğimiz için konu repertuarımız da neredeyse hiç değişmiyor.
Ölüm, acı, haksızlık, ihanet, kavga, hırs, öfke,sevgisizlik...
***
Oysa insanlara, öykülerine, farklı hayatlara, hayatın ve ölümün anlamına, daha çok nasıl mutlu oluruza, bize sunulana ne katabileceğimize, tüm sorulara, tüm cevaplara, benden önce yaşayanlara, benden sonra olacaklara meraklıyımdır ben...
Onlardan söz etmeyi severim.
Sık sık kafamda sorular dolaşır, ben de onların peşinden dünyayı dolaşırım.
Hayat ne kadar hızlı değişirse değişsin hiç değişmeyen şeyler de var.
Ölüm, zaman, mekan gibi...
Hep aynı yuvarlak dünyanın üzerinde, hep aynı hızla akan zamanın içinde ölüme doğru akıyoruz işte hepimiz.
Bir unutup bir hatırlayıp, ama bu değişmeyen sarsılmaz gerçeklerle yaşıyoruz.
Hikayelerimiz farklı sadece belki...
Aslında onlar o bile çok da farklı değil ya bana sorarsanız.
***
Sabah Mustafa Koç’un vefat ettiğini öğrendiğimde içimde çok değişik bir sızı hissettim, Mustafa Koç’u pek çoğumuz gibi ben de tanımıyorum ama bazen tanımaya gerek olmuyor.
Pazar günü kendimizi Pazar gününün o bilindik, aldırmaz, belki bazen biraz insanın içini burkan ama genellikle huzurla bereber ortaya çıkan rehavetine bıraktık...
Babam, ben ve Leyla...
Bir ara babam parkta çiçek açmış ağaçlar gördüğünü söyledi, ocak ayında açmış bahar çiçekleri..
Fotoğraflarını çekmiş bize de gösterdi, dallar küçük beyaz çiçeklerle doluydu...
Çiçekler, ne bize, ne olanlara, ne de mevsime aldırmadan ama bizi umutlandırarak açıyordu demek...
***
Ben daha kendi adımı yazmayı bilmezken, yani Leyla’dan bile küçükken çiçeklere çok düşkündüm...
Babaannemin pencere pervazında dizili küçüksaksılarda mor menekşeler dururdu, onlarla konuşurdu babaannem.
Sakin bir hayatım var benim…
Hayaller kuruyorum, hayallerime inanıyorum....
Kalabalıklara karışmayan, kendi kalabalığını kendi başına yaratan biriyim ben...
Kötü insanlardan, aslında iyi biriyken çıkarları için kötü olmayı tercih edenlerden, sahte mutsuzlukları, sahte kızgınlıkları olanlardan, gerçeklerden korktuğu için uydurulmuş düşmanlar yaratanlardan kaçıyorum...
Evde olmayı, yalnız olmayı, sadece sevdiklerimle olmayı giderek daha çok seviyorum...
***
Evet biliyorum, bu yavaş yavaş yaşlanmanın da belirtisi ama sanırım benimki tam olarak o değil...
Benimki pek çoğumuzunki gibi yaşama enerjisi ve isteği varken, üzerine boca edilmiş mutsuzluktan kendi dünyasına sığınma...
Bir toplum çürümeye
başlayınca insan ilişkilerinde de çürüme başlıyor...
Belki de o yüzden bütün
sorunlar zaten...
O yüzden, vicdani ölçülerden uzaklaşanlar, abuk sabuk
konuşup insanları ölümle tehdit
ettiğinde bile toplumun tepkisinden çekinmiyor.
Aforoz edilmekten, ayıplanmaktan, isimlerini lekelemekten ailelerini utandırmaktan korkmuyorlar.