Kandil’i söndürmek...

25 Haziran 2018

“Ağır git ki yol alasın...”

Türk atasözü

TSK’nın hazırlıkları uzun bir süre önce başlayan ve giderek genişleyip Kuzey Irak’ın derinliklerine doğru ilerleyen Kandil harekatı seçimlerin gölgesinde kalmış gibi görünmekle birlikte terörle mücadelede hayati bir öneme sahip.

PKK’nın yıllardır merkez, eğitim ve lojistik üssü olarak lider kadrosuna ev sahipliği yapan Kandil’in ulaşılamaz olduğu algısının kırılarak güvenli cephe gerisi özelliğini kaybetmeye başladığı yaşadığımız günler PKK açısından psikolojik eşik olarak ciddi bir kırılma noktasına eşlik etmeye aday görünüyor.

Her askeri harekatın siyasi bir hedefi olması gerekliliğinden yola çıkarak bu hedefe zarar verebilecek ve cephe hattındaki komutanları zaman baskısı altına alacak söylem ve açıklamalardan kaçınmanın bir zorunluluk olduğuna önceki yazılarımızda değinmiş, kamuoyunda beklenti çıtasını erken bir zamana endeksleyerek yükseltmenin elde edilecek başarıyı gölgeleme riskinden söz etmiştik.

Bu bağlamda askeri harekatın hedefindeki Kandil’i tanımamız; operasyonun hangi koşullar altında gerçekleştirildiğini bilerek rasyonel bir değerlendirme yapılması açısından önem taşıyor.

Kandil, sanılanın aksine tek bir dağ ya da yükselti değil. Zağros sıradağlarının uzantısı olan Kandil aslında bir dağ silsilesi, en yüksek yeri 3587 metre, taban alanı ise 3377 kilometre kare. Türkiye sınırına uzaklığı kuş uçuşu 89 , karadan 110 kilometre... Irak-İran sınır hattının ortasından geçtiği Kandil’in doğu yamaçları İran, batı yamaçları Irak topraklarında. İran tarafındaki en büyük yerleşim yeri Piranşehir, Irak topraklarında ise KYB bölgesinde yer alan Süleymaniye..

Kandil’in eteklerinden başlayarak doruklarına kadar olan alanda aralarında PKK’lıların da yaşadığı 300’ü aşkın köy bulunuyor. Derin vadiler, mağaralar, engebeli, kayalık ve sarp topoğrafyasının doğal bir koruma kalkanı oluşturduğu Kandil’de PKK’nın yıllar boyu oluşturduğu ve yerleri bilinen kamplar, mevziler var.

Devamını Oku

ABD ile bitmeyen senfoni

22 Haziran 2018

“Fısıldanan sözler çok kere yüksek sesle söylenenlerden daha uzağa gider.”

Çin atasözü

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve ABD mevkidaşı Pompeo arasında 4 Haziran’da Menbiç konusunda varılan ve Türkiye açısından diplomatik bir başarıyı işaret eden mutabakatın işlemeye başladığının açıklandığı günlerde, merkezi Irak’ta bulunan “Doğal Kararlılık Operasyonu” sözcüsü Albay Sean Ryan’ın sözleri iki ülke arasında güven testinin hala başarı ile aşılamadığının göstergesi olmalı...

Albay Ryan yaptığı basın açıklamasında bir soruya cevaben “Bana söylenen Türk askeri Menbiç merkeze girmeyecek” dedikten sonra devam ediyor; “Süreç koşullara bağlı ilerleyecek, ortada bir takvim yok. Savaş zamanlarında hiçbir şeyin yüzde yüz garantisi olmaz. Türkiye ve ABD, konuştukları çerçeve içinde çalışacaklar...”

Ryan’ın sözleri, mutabakatın sağlandığı 4 Haziran’da ABD tarafından yapılan açıklamalarda yer alan, sürecin ilerlemesinin alandaki koşullara bağlı olacağı yönündeki parantez ile birlikte değerlendirildiğinde ABD’nin PYD konusunda elinde bir pazarlık kartı tutmak istediği anlaşılıyor.

Bu kart umarız, sanki mümkünmüş gibi PYD’nin PKK’dan arındırılarak! ayrı bir kimlik ve isim altında legalize edilip Suriye siyasasında sahneye sürülmesi ve bağlı olarak Türkiye’nin karşı duruşunun nötralize edilmesi beyhude amacını taşımıyor olsun...

Geçtiğimiz aylarda ABD Savunma Bakanı Mattis’in, PYD ile PKK’yı çarpıştırmak gibi La Fontaine’nin masal kargalarını bile güldürecek naif önerisi anımsandığında şimdilik düşünsel planda da olsa tepkileri ölçmeye yönelik bir ön hazırlık yapıldığı uzak bir olasılık olarak görünmüyor.

ABD’de Temsilciler Meclisinin ardından Senato’da da kabul gören Ulusal Yetkilendirme Yasası (NDAA) gereğince F-35 uçakları ile birlikte F-16, Patriot Hava Savunma Sistemleri, AH-1 Kobra, H-60 Black Hawk ve Chinook helikopterlerinin Türkiye’ye satış ve teslimini ortak bir rapor hazırlanıncaya kadar bloke eden kararı yalnızca S-400 alımına bağlamak büyük fotoğrafın bir kısmını eksik bırakıyor.

Devamını Oku

Hangi İran -2-

31 Mayıs 2018

“Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol...”

Mevlana

Merkezi Viyana’da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran’ın nükleer tesislerinde önceden haber vermeden yaptıkları denetimlerde Tahran’ın anlaşma hükümlerine aykırı davranmadığını açıklamışken Netanyahu ve Trump ikilisinin inandırıcılığı hayli kuşkulu suçlamaları akıllara Körfez Harekatını getiriyor.

Körfez Harekatı öncesi Irak’ın biyolojik ve kimyasal silah üretiminde kullandığı seyyar tesislerin grafikleri ile nükleer başlıklı mermi atma kapasitesine sahip “Cehennem Topunun” fotoğrafları servis edilmiş, yıllar sonra fabrikasyon bu haberler nedeniyle “imalatçı” kimi ülkeler dünya kamuoyunu yanılttıkları için özür dilemişlerdi.

Ancak gecikmiş bu özür savaşta hayatlarını kaybeden yüz binlerce insanı geri getirmediği gibi Irak, yansımaları halen devam eden bir kaosa sürüklenerek bölünme ve çöküşün eşiğine gelmişti.

Öyle görünüyor ki NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Wesley Clark’ın 2003 yılında yayınlanan “Winning the Modern Wars” adlı kitabında Amerika’nın hedefindeki ülkeler olarak tanımladığı Irak, Somali, Sudan, Libya ve Suriye’den sonra sıra İran’a gelmiş bulunuyor.

Kimi stratejlerin, Batı ile Doğu arasında geçişkenlik sağlayan Türkiye’nin yatay coğrafi eksenine karşı İran’ın sahip olduğu dikey ve yatay eksenlerin (dikey Hazar-Umman Denizi, yatay: Türkiye-Afganistan) kazandırdığı “merkez ülke” kimliği sonucu jeostratejik öneminin çok daha yüksek olduğu görüşleri tartışmaya açık olsa da kesin olan, kaosa sürüklenmiş bir İran’ın çok geniş bir coğrafyada olumsuz gelişmeleri tetikleyerek bir domino efektine yol açabileceğidir.

Körfez ülkeleri ile Suriye, Yemen ve Lübnan’a yayılı vekil unsurları ile çevresinde bir koruma kalkanı (çekirdek-protoplazma teorisi) oluşturmuş görünen İran’a, askeri bir müdahalenin yaratması olası yıkıcı etkiler dikkate alındığında Trump’ın, Tahran’ı ekonomik açıdan zorlayarak bir rejim ya da sistem değişikliğini hedeflediği anlaşılıyorsa da İranın, rejimin varlığını koruma konusunda sahip olduğu Anayasal sigortalar kısa vadede bir sonucu mümkün kılmayacak görünüyor.

Devamını Oku

Hangi İran? -1-

28 Mayıs 2018

“Değişiklikten başka hiçbir şey devamlı değildir.”

Heraclitus

Trump’ın İran’a karşı tutumunu sertleştirdiği, Pompeo’nun, bir bölümünü bağımsız hiçbir ülkenin kabul edemeyeceği 12 maddelik talep listesini açıkladığı ve Tahran’a yönelik iki aşamalı yaptırımların yürürlük kazanacağı şu günlerde bu ülkeyi ne kadar tanıyoruz?

İran, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerine esin kaynağı olan Hafız-ı Şirazi ya da Şeyh Sadi’nin mi yoksa İmam Humeyni ve Ahmedi Necad’ın mı ülkesidir?

İran; Mevlana’ya Mesnevi’yi Farsça yazdıran, Divan Edebiyatını derinden etkileyen zengin ve köklü bir kültürün mü ülkesidir yoksa bağnaz, köktendinci bir topluma ev sahipliği mi yapmaktadır?

Kendinizi konumlandırdığınız yerden bakarak örnekleri çoğaltılabilecek bu uçlara bakarak İran’ı şeytanlaştırabilir ya da melekleştirebilirsiniz. Ancak bu, hemen her ülke ve toplum gibi “iyi ve kötüyü” harmanlayarak bir arada yaşayan İran’ı tanıma ve anlamaya yeterli değildir.

Cumhurbaşkanı Ruhani’yi; yalnızca sarık, cübbe ve sakalına bakarak değerlendirir, bu şekilsel görüntünün altında 12 yaşında dini eğitimine başlayan ve Huccet-ul İslam rütbesine sahip bir din adamı olmanın yanı sıra Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren, İngiltere’de Glasgow Caledonian Üniversitesinde doktora yapan, (doktora tezi: Şeriat’ın Esnekliği) İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça bilen, yirmiyi aşkın kitabın ve yüzlerce akademik makalenin yazarı olduğunu dikkate almazsanız muhatabınızın gerçek kimlik ve kişiliğine ulaşamazsınız.

Reformist olarak nitelenen Ruhani’nin; “İslam Devriminin Altın Çocuğu” ve “Şeyh Diplomat” olarak anıldığını, İran-Irak Savaşı sırasında Cumhurbaşkanı Rafsancani tarafından önce Hava Savunma Komutanı, sonrasında Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığına atandığını ihmal eder, “pragmatist ve merkezci” yaklaşımını dikkate almazsanız müzakere masasında yanlış sandalyeye oturmuş olursunuz.

Devamını Oku

Washington buluşması

24 Mayıs 2018

“Başkalarının bizi kızdıran tarafları kendimizi anlamaya yol açar.”

Carl Jung

Hazırlık çalışmaları bir süredir devam eden ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu arasında 4 Haziranda Washington’da gerçekleşecek görüşme konularının Suriye, Ortadoğu, terörizmle mücadele ve FETÖ olacağı basına yansıyan bilgiler arasında.

Olasıdır ki Suriye odaklı görüşmede ele alınacak konu başlıklarından birisini PYD/YPG’nin Menbiç’ten çekilerek Fırat’ın doğusuna geçmeleri oluşturacak.

Son dönemde ABD’nin Menbiç’in kuzeyinde iki yeni üs oluşturduğu, bölgedeki mobil timlerini takviye ederek kalıcı hale getirdiği, Fransız Özel Kuvvetlerine mensup unsurların yörede gözlem ve devriye faaliyetlerine başladığı düşünüldüğünde Menbiç’in ABD işbirliği ile PYD’den arındırılması gerçekleşebilir mi?

Bu sorunun yanıtı aranırken İsrail ve İran arasında, Suriye topraklarında başlayan ve doğrudan bir kimlik kazanan çatışmalarla ABD’nin İran’la varılan nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilmesinin yarattığı gerginlik ve olası sonuçlarını, Trump’ın ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının hayata geçmiş olmasının yansımalarını, İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği acımasız katliamın nelere yol açacağını bir bütün halinde değerlendirmemiz gerekmektedir.

ABD, İsrail, Suudi Arabistan, BAE, kimi Körfez ülkeleri ve Mısır arasında uzunca bir süredir kapalı kapılar arkasında oluşturulmasına çalışılan İran karşıtı ittifakın hayata geçtiği bir dönemde, ABD’nin Suriye’de askeri varlığı vazgeçilmez bir noktaya yükselirken, Washington’un sahadaki ortağı olarak nitelediği PYD’ye ihtiyacı aynı oranda artmış bulunmaktadır.

Suriye’de Menbiç’ten başlayarak Irak sınırına kadar olan bölgede kurduğu üslerle Suriye’nin doğusuna yerleşen ve PYD’yi, bölgedeki kalıcılığının gerekçe ve güvencesine dönüştürdüğü gözlemlenen ABD’nin özellikle İran’la ilişkilerin geldiği noktada PYD’den vazgeçmesi ya da PYD’yi kendisinden uzaklaştıracak uygulamalara başvurması oldukça uzak bir ihtimal olarak görünmektedir.

Devamını Oku

İdlib-Arı kovanı

21 Mayıs 2018

“Riske girmeyen ilerleyemez. Kaplumbağa bile ilerlemek için boynunu dışarı çıkarmak zorundadır.”

L. Edri

Türkiye, Astana mutabakatı uyarınca “Gerginliği Azaltma Bölgesi” olarak kabul edilen İdlib’te, gerçekleştirme yükümlülüğünü üstlendiği gözlem istasyonlarının 12’cisini de faaliyete geçirerek sorumluluğunu yerine getirmiş bulunuyor.

Afrin’in güneyinden başlayarak doğuda Halep, güneyde Hama kırsalı, güneybatıda Yayladağı yöresine yayılan gözlem istasyonlarının tamamlanması ile birlikte Rusya ve İran’ın da benzer postaları evleviyetle kurması bölgedeki TSK unsurlarının güvenliği açısından büyük önem taşıyor. 24 Nisan günlü PYD-İdlib-Kıbrıs başlıklı yazımızda İdlib merkez ve kırsalında yuvalanan HTŞ (Hay’at Tahrir üş Şam) ağırlıklı muhalif grupların ayrıntılarını vermiş, çatışmalardan kaçanlarla birlikte İdlib nüfusunun üç milyona yaklaştığı bilgisini paylaşmıştık.

TSK’nın İdlib’i çevreleyen, güneyde Morik ve Zaviye’de 80 km. derinlikte bulunan gözlem istasyonlarının temel işlevi Suriye ordusu ile muhalif gruplar arasında çatışmayı engellemek.

Ancak İdlib’te HTŞ çatısı altında yuvalanan ve ağırlığını El Nusra’nın oluşturduğu silahlı muhalif grupların BM Güvenlik Konseyi ile Suriye’de başat güçler Rusya ve İran’ın yanı sıra rejim tarafından “terör örgütleri” olarak kabul edilmesi, Türkiye’nin üstlendiği görevi kritik hale getiriyor.

Türkiye, Astana mutabakatı çerçevesinde rejim güçleri ile muhalif gruplar arasında çatışmayı engelleme misyonunu yerine getirirken dolaylı olarak HTŞ’nin rahatlaması ve kendilerini güvende hissetmeleri gibi çelişkili bir sonuç ortaya çıkıyor.

Bir başka kritik nokta Suriye’de rejim, Rusya ve İran’ın, İdlib’te konuşlanan muhalif grupların varlığına ne kadar süre ile tahammül ederek hareketsiz kalacakları...

Devamını Oku