Trump ve NATO

27 Temmuz 2018

“Küçük şeyler birliktelikle büyür, anlaşmazlıkla paramparça olur”

“Concordia parueres crescunt, discordia maxime dilabuntur.”

Anonim

NATO üyesi Avrupa ülkelerinin başta Almanya ve Fransa olmak üzere büyük bir çoğunluğunun Atlantik İttifakına katkı paylarının kararlaştırılmış oran olan GSYİH’lerinin yüzde 2’sinin altında kalması bir süredir Trump’ın şimşeklerini üzerine çekmekteydi.

NATO bütçesinin yüzde 26’sının Avrupa ülkeleri, yüzde 74’ünün Kuzey Amerika’nın (ABD-Kanada) katkı payları ile oluştuğu dikkate alındığında dünyayı ticari bir gözlükle görme alışkanlığına sahip olan Trump’ın Brüksel’deki çıkışları, diploması dışı üslup ve yaklaşımı bir kenara bırakıldığında çok ta haksız sayılmamalı.

ABD’de özellikle Neoconlar ve Muhafazakar Parti içindeki “Çay Partisi-Tea Party” mensuplarının ABD’nin, Avrupa’nın savunulması konusunda üstlendiği çok yönlü yükümlülüklerden pek hoşnut olmadıkları uzunca bir süredir bilinmekteydi.

ABD’de kimi çevrelerde sarkastik bir yaklaşımla; “Avrupa’nın her başı ağrıdığında Amerika’nın kapısını çalması ve Washington’un elinde asprinle yardıma koşması” olarak tanımlanan ABD-Avrupa ilişkilerindeki sıkıntıların özellikle Trump’ın Beyaz Saray’a geçmesi ile birlikte zirve yapması, AB’ye yönelik ticari uygulamalarla birlikte düşünüldüğünde Brüksel’de yaşananlar sürpriz bir gelişme olmamalı.

Ancak buradaki paradoks ABD’nin, Avrupa güvenliğinin kendi öznel güvenlik kaygıları ve çıkarları ile ilişkisinin görmezden gelinmesi, Avrupa’nın refah ve güvenliğinin Washington’un “Homeland Security” kavram ve politikasının tamamlayıcı bir parçası olduğunun dikkatlerden kaçmasıdır.

Devamını Oku

MSB ve Genelkurmay...

23 Temmuz 2018

“Başarı için plan yapmıyorsanız, o zaman hükmen başarısızlığı planlıyorsunuz demektir.”

Towsend

Yeni sistemin ilk ve önemli icraatlarından birisi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanlığına atanması ve hemen ardından Genelkurmay Başkanlığı ile Kuvvet Komutanlıklarının bu bakanlığa bağlanması oldu.

Türkiye’de uzun yıllardır tartışılan, AB müktesebatına göre çoktandır gerçekleştirilmesi gereken, NATO toplantıları ve Devlet protokolü sıralamasında Türkiye’ye özgü bir karmaşa ve görüntüye neden olan bu konunun nihayet çözümlenmesi “eski bakışla cesur”, “günümüz anlayışı” içinde yeni dönemin normal kabul edilmesi gereken bir uygulaması..

Bu uygulamayı rahatlatan ve tartışma konusu olmaktan çıkaran en önemli unsur ise Genelkurmay Başkanlığının bağlandığı yeni Milli Savunma Bakanının bir gün öncesine kadar Genelkurmay Başkanı ve TSK’nın en üst komutanı Orgeneral Akar oluşu..

TSK’nın, bölük komutanlığından başlayarak hemen her kademesinde 1972 yılından günümüze üstlendiği ve komuta kademelerine ulaşan uzun yolculuğu sonucu; yetiştiği ve içinden çıktığı kurumun üniformasını teni ile özdeşleştirerek genlerine kadar tanıyan, sorunları, sıkıntıları, ihtiyaçlarını yakinen bilen, gelecek planlamalarının şekillendirilmesinde rol alan Orgeneral Akar’ın, sınırlarımızın içi ve ötesinde yaşanan kritik bir dönemde, bir önceki Genelkurmay Başkanı sıfatı ile Milli Savunma Bakanlığı görevini üstlenmiş oluşu, yeni yapılanmanın gerektirdiği geçiş döneminde TSK açısından en rasyonel seçim kimliğindedir.

Bu bağlamda Genelkurmay Başkanlığına atanan Orgeneral Yaşar Güler ve Kuvvet Komutanları ile emir-komuta zinciri içinde aynı karargahta birlikte görev yaptıkları da düşünüldüğünde Orgeneral Akar’ın yaşamındaki tek değişikliğin Milli Savunma Bakanı olarak görevine bu defa üniformasız devam edecek olduğu söylenebilir.

Çünkü TSK’nın birlik, beraberlik, dayanışma ve disiplin ruhu ile yaşam tarzını yansıtan en önemli geleneklerden birisi; mensupları görevlerinden ayrılmış, emeklilik hayatına başlamış olsalar da “komutan” olarak kabul edilmelerindeki kurumsal kapsayıcılık ve saygıdır.

Devamını Oku

Helsinki: Dağ ve fare mi?

19 Temmuz 2018

“İnanç görmediğimize inanmaktır. Bunun mükafatı da inandığımızı görmektir.”

St. Augustinus

Trump ve Putin’in Helsinki’de gerçekleştirdikleri zirve sonrası yaptıkları ortak açıklamalar, bu görüşmeden ivedi somut sonuçlar bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmış olmalı.

Ancak görüşme öncesi Washington ve Kremlin sözcülerinin beklenti çıtasını düşürmeye yönelik ihtiyatlı açıklamaları dikkate alındığında, Trump’ın alışılan ancak bu defa ülkesinde hakarete varan çok ağır eleştirilere neden olan -sonradan düzeltmeye çalışsa da- gafları dışında zirvenin yine de amacına ulaştığı söylenebilir.

Trump’ın, Rusya’nın Başkanlık seçimlerine müdahalesi konusunda ülkesinin istihbarat servislerini açık düşüren ve büyük bir tepki ile karşılanan açıklamaları bir kenara bırakıldığında Helsinki zirvesinin görünen yüzünün iki yararından söz edilebilir.

Bunlardan birincisi; aralarında üstelik pek çok ciddi anlaşmazlık, yarış ve rekabet bulunan iki ülke liderinin bir araya gelerek ufuk turu yapmaları, bölgesel ve küresel ölçekli sorunlara bakış açılarını paylaşmaları, anlaştıkları noktalardan yola çıkarak anlaşmazlık konularını saptamalarıdır.

İkincisi ise her iki liderin yönetim anlayışlarındaki otokrat tavır ve icraatlarına karşın diyalogun önemini örneklemiş olmalarıdır.

Önceki yazılarımızda “Mini Yalta Konferansı” olarak adlandırdığımız Helsinki Zirvesinde, ortak açıklamalar dışında neler konuşulduğu ve varılan mutabakatların neler olduğu “zirvenin görünmeyen yüzü” olarak yakın bir gelecekte ortaya çıkmaya başlayacaktır.

Devamını Oku

Kaynayan dünya...

17 Temmuz 2018

“Bin yıl geçse de taş yeşermez.”

Mevlana

Amerika ve SSCB’nin liderliklerinde biçimlenen Batı ve Doğu Bloklarının iki kutuplu dünyası ile Soğuk Savaş döneminde dış politika yazarlarının en büyük sıkıntısı konu bulmakta çekilen güçlüktü.

O yıllarda yazarların en büyük umut ve haber kaynağı, Fransız antropolog ve tarihçi Alfred Sauvy’un 1952 yılında ortaya attığı kavram olan “Üçüncü Dünya Ülkeleri” idi.

Aslında Sauvy, “Üçüncü Dünya” deyimini,1789 Devrimi öncesi Fransa’da “Ruhban Sınıfı, Asiller ve Köylüler” olarak ayrışan üçlü sosyal yapının üçüncüsü köylüleri tanımlamak için kullanmıştı. Sonraları bu kavram bir analoji kurularak örtülü bir küçümsemeyle “sanayileşmemiş ülkeleri” anlatmada kullanılır olmuştu.

Geçmişte 1’nci Dünya olarak adlandırılan Batı Bloku, 2’nci Dünya olarak adlandırılan Doğu Bloku ile 3’ncü Dünya ya da Bağlantısızlar olarak adlandırılan ülkeler -günümüzde bağlantısız olmak ortadan kalktığı için- artık yok.

İdeolojik temelli blok ve ittifakların yerlerini çıkar odaklı değişken ilişkilere terk ettiği, etik ve moral değerlerin materyalist ve hegemonik yaklaşımlar karşısında erozyona uğradığı günümüzde, uluslararası ilişkilere yön verme gücüne sahip devlet dışı aktörlerin de sahne almasıyla birlikte iki kutuplu dünyanın alışılmış indirgemeci analizleri de geçerliliğini yitirmiş bulunuyor.

Bu nedenle günümüz dış politika yazarlarının sıkıntısı konu bulma güçlüğünden “hangi konuya öncelik verilmesi gerektiği” noktasına kaymış durumda.

Devamını Oku

Yeni sistemde dış politika - 3-

10 Temmuz 2018

“Güçlükler, başarının değerini artıran süslerdir.”

Moliere

Geçtiğimiz hafta, hayat pahalılığı ve İran riyalinin değerinin düşmesini protesto etmek üzere Tahran’da hareketlenen sokakların sesinin, Ruhani ve hükümetin istifa taleplerine dönüşmesi İran’ı yakından izleyenler açısından sürpriz bir gelişme sayılmamalı...

Trump’ın P5+1 anlaşmasından ABD’yi çekmesi, Tahran’a yönelik yaptırım listesi ve zamanlamasını açıklaması ile birlikte İran’da bir süredir alttan alta ısıtılan rejim karşıtlığının sokakları hareketlendireceği özellikle bir süredir kulaklara fısıldanan “Haziran ayına dikkat” uyarıları anımsandığında beklenmeyen bir gelişme olmamalı...

2017 Aralık ayında İran’da Meşhed’de başlayarak ülke geneline yayılan gösterilerin kısa zamanda sönmesine karşın bu defa Tahran’da “Bazara” olarak adlandırılan çarşı esnafının da kepenk kapatarak göstericilere destek vermesi rejim açısından alarm zillerini çaldıracak bir gelişme olmalı...

Trump’ın, Kuzey Kore ile vardığı-nasıl yürüyeceği konusunda soru işaretleri olsa da-anlaşmadan sonra hedefinde, çok önemsediği İsrail’in güvenlik kaygılarına bağlı olarak şimdilik İran’ın kalmış olması nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir hareketlenmeyi öncelemiş görünüyor.

İran’da rejime yönelik bir kalkışmanın küresel/bölgesel maliyeti ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte özellikle ABD’nin 4 Kasımda başlayacağını duyurduğu İran’dan petrol ithalatının durdurulması ve gelişmelerin Suriye sahasına yansıması Türkiye-İran-ABD ilişkileri açısından türbülanslı bir döneme eşlik edecek görünmektedir.

ABD’nin İran’la ilgili önceliğinin, Şii milisler ve Devrim Muhafızlarına bağlı unsurlarla Hizbullah’ın Suriye’den çıkarılmasını sağlayarak İsrail’in güvenliğini güvence altına almak olduğu düşünüldüğünde önümüzdeki süreç Suriye’de yeni ayrışmalar ve birlikteliklere aday görünmektedir.

Devamını Oku

Yeni sistemde dış politika -2-

5 Temmuz 2018

“Kelebek bir defa kanatlandı mı bir daha asla tırtıl haline gelmez.”

Colin Wilson

Suriye’de iç savaş, muhaliflerin tutunduğu İdlib, Deraa, Kuneytra gibi bir iki cep dışında Esad lehine sonuçlanıyor olsa da Suriye coğrafyası, merkezinde İran’ın bulunduğu ayrı bir gerginliğe sahne olmaya aday görünmektedir. Suriye’nin güneybatı ve batısının Rusya, kuzeydoğu ve doğusunun ABD tarafından kurulan üsler aracılığı ile bir paylaşıma tabi tutulduğu ve İran konusunun giderek ısınmakta olduğu düşünüldüğünde, Türkiye-ABD arasında Suriye’de mevcut makasın yeni eklenti, bağlantı ve gelişmeler sonucu kapanması oldukça kuşkulu görünmektedir.

ABD ile Menbiç konusunda varılan anlaşmanın görece yumuşattığı PYD odaklı anlaşmazlık ve gerginliğin, Suriye üzerinden İran’a yönelik olası hamleler gündeme geldiğinde, Pentagon’un Fırat’ın doğusunda PYD’ye artacak ihtiyacı bağlamında ayrı bir kulvara taşınarak artma riski Ankara-Washington ilişkilerinde önemli bir yer tutabilecektir.

Bağlı olarak ABD’nin,İran’dan petrol satın alan ülkelerin 4 Kasımdan başlayarak ithalata son vermelerine ilişkin açıklamasına karşın Türkiye’nin bu karara uymasının mümkün bulunmadığı gerçeği,(Türkiye ham petrol ithalatının %27’sini İran’dan karşılıyor.) Ankara-Washington ilişkilerini bekleyen bir ayrı hassas gündem maddesi olmaya aday görünmektedir. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Dr.İbrahim Kalın yaptığı açıklamada (28 Haziran) “Türkiye’nin, İran’la ilişkilerini bozacak bir angajmana girmeyeceğini ve S-400 alımında geri dönüş olmayacağını” kayda geçirerek, bu konularda yürütülecek temasların çerçevesini Türkiye açısından çizmiştir.

ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ile başlayan ve Güvenlik Konseyinde ABD’nin vetosuna karşın Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncülüğünde BM Genel Kurulunda alınan kararlara dayalı anlaşmazlık, iki ülke arasındaki ilişkilerde belirleyici nitelikte olmasa da hassasiyetini sürdürecektir.

Washington ve Ankara arasında önümüzdeki süreçte ilişkileri belirleyici iki ana konu ABD’nin Fırat’ın doğusunda PYD’ye desteğini sürdürmesi ve S-400 sistemlerinin alınması olacak görünmektedir. Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasından Batı’da duyulan rahatsızlığı arkasına alarak karşı duruşunu güçlendirmek isteyen ABD’nin S-400 krizini derinleştirerek Ankara-Kremlin arasında bir çatlak yaratmayı hedefleyebileceği de olasılık dahilinde görülebilir.

Sonuç olarak Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla kutlamasındaki sıcak ifadeler ve Brüksel’de NATO toplantısında bir araya gelme isteği, iki ülke ilişkilerinde karşılıklı bağımlılıktan kaynaklanan bir yumuşama ve Amerikan pragmatizminin yansıması gibi görünse de yakın gelecekte Pentagon, ABD Dışişleri ve Kongre’nin mevcut hassas konulardaki tutum ve yaklaşımı daha belirleyici olacaktır.

Devamını Oku

Yeni sistemde dış politika -1-

3 Temmuz 2018

“Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar.

Güneş yalnız da olsa çevresine ışık saçar.

Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık,

Kargalar sürü ile, kartallar yalnız uçar.”

Anonim

24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçim sonuçları, Temmuz ayında yürürlüğe gireceği açıklanan yeni sistemle birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikadaki rol ve belirleyiciliğini daha da artıracak görünüyor.

Bu bağlamda 24 Haziran öncesi “kuliste bekletilen” ve seçim sonuçlarının açıklanması ile birlikte “sahnede yerini alan”, Türkiye’nin başta bölgemiz olmak üzere Avrupa/AB ve Transatlantik ilişkilerinde giderek çeşitlenip yön değiştiren ve spiral bir sarmala dönüşme eğilimi gösteren sorunlu alanlarını mercek altına alalım.

1 Temmuz 2018’de Avrupa Birliği Dönem Başkanlığını Avusturya’nın üstlenecek olması ve Başbakan Sebastian Kurz’un, Dışişleri Bakanlığı döneminden günümüze Türkiye’nin AB üyeliğine kategorik olarak karşı çıkması Ankara-AB ilişkilerinde sancılı/çalkantılı bir dönemi işaret edecek görünüyor. AB’nin içsel işleyiş ve mekanizmaları Dönem Başkanına mutlak bir yetki vermiyor olsa da Sebastian Kurz’un kronik Türkiye ve İslam karşıtlığının geçmişte olduğu gibi eylem ve açıklamalarına yansıması, Türk kamuoyunda giderek azalan AB üyelik desteğini daha da aşındırma riskine eşlik edebilecektir.

Devamını Oku

Kandili söndürmek -2-

28 Haziran 2018

“Bazen konuşmak yerine susarak pek çok şey anlatabilirsiniz.”

Anonim

TSK’nın, Irak topraklarında Kandil’e yönelik harekatına bugüne kadar Irak ve IKBY’den karşı bir çıkış gelmemesi, Türkiye’nin yürüttüğü başarılı diplomasi ve işbirliği kadar Bağdat ve Erbil’in otoritelerini pekiştirmeye yönelik çıkarlarına da dayalı.

IKBY; (özellikle Erbil) KDP ve KYB bölgelerinde yıllardır varlığını sürdürerek “paralel ve pek çok ayrı nedenle dokunulmaz bir statü” elde eden PKK’nın; nihai hedefleri, konumu, silahlı gücü, çoklu ilişkileri açısından neden olduğu içsel/dışsal baş ağrıları ve sıkıntılardan kurtulacağı, kendi söylemleri ile “devletsiz Kürtlerin” tek legal temsilcisi olma iddialarını güçlendireceği için TSK’nın Kandil harekatından açığa vurulmayan bir memnuniyet duyuyor olmalı.

PKK’nın kuzey Irak’tan tasfiyesi, Barzani’nin, bağımsızlık referandumu nedeniyle Türkiye ile gerilen ilişkilerinde bir rahatlamaya eşlik etmenin ötesinde PKK’ya yakın duran KYB’ye karşı KDP’nin elini güçlendirerek sarsılan otorite ve prestijindeki hasarı onarmaya ayrıca Goran hareketinin yükselişini azaltmaya yardımcı olabilecektir.

Bağdat’a gelindiğinde, Irak’ta PKK varlığı her ne kadar merkezi otoritenin dışında bir bölgede olsa da, topraklarında bir terör örgütünün varlığı ile birlikte anılmanın ve örgütün dış aktörlerle ilişkilerinin rahatsızlığından kurtularak gerek otoritesi, gerekse IKBY üzerinde yaptırım gücü artacak ve bağlı olarak komşusu Türkiye ile ilişkileri daha sağlıklı bir zemin ve işbirliğine evrilecektir. Nitekim İbadi’nin, PKK’yı silah bırakmaya çağıran açıklaması bu yönde bir ön işaret olarak okunabilir.

Ne var ki benzer argümanları İran için tekrarlamak an itibariyle çok olası görünmemektedir. Geçtiğimiz günlerde İran Genelkurmay sözcüsü Tuğgeneral Ebulfazl Şikarçi’nin; “Ülkesinin terörle mücadeleyi desteklemesine karşın bir ülke hükümetinin (Irak) izni olmaksızın gerçekleştirilen harekatın (Türkiye) gayrı meşru olduğu ve egemenlik haklarının ihlali anlamına geldiği” açıklaması bu görüşü desteklemektedir. Benzer bir açıklamanın 2017 yılında İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Behram Kasımi tarafından da yapıldığı anımsandığında Tahran’ın, konjonktürel nedenler ya da bir pazarlık kartı karşılığında ortak operasyondan kaçınma politikasında bir değişiklik olmadığı görülmektedir.

Bazı köylerle birlikte Kandil’in İran topraklarındaki doğu yamaçları, İran ordusu tarafından teröristlerin geçişlerine kapatılmadığı takdirde, PKK’nın, Kandil’de ulaşılamaz ve dokunulamaz algısı yıkılsa da bu durumda varlığı sembolik düzeyde de olsa devam edebilecektir.

Devamını Oku