Gazete Vatan Logo

Köşk’te Türkiye’nin 'Aile büyüğü' nü görmek istiyoruz

10 cumhurbaşkanını da tanıyan, Köşk’te tam 12 yıl yaşayan Özden Toker, Çankaya tartışmasında tüm toplumun asıl içine sinmeyenini tek bir cümleyle böyle özetledi

10 cumhurbaşkanını da tanıyan, Köşk’te tam 12 yıl yaşayan Özden Toker, Çankaya tartışmasında tüm toplumun asıl içine sinmeyenini tek bir cümleyle böyle özetledi

* Babanız cumhurbaşkanı olup, Köşk’e yerleştiğinizde siz 8 yaşındaymışsınız; yani tam oyun çağınızda...
Tabii, ben de Köşk’te hep oyunlar oynardım. Gerçi o zamanlar bir Fransız mürebbiyem vardı ve çok sıkı bir hocaydı. Bana pek göz açtırmazdı.

* Mürebbiyeden kaçabildiğiniz zamanlar?
Bebeklerim vardı, onlarla oynardım. Köşk’ün yan tarafında, hâlâ durur, bir gül bahçesi vardı, orada arkadaşlarımla saklambaç oynardık. Saraçoğlu’nun kızı, Büyükelçi Açıkalın’ın kızı, Ekrem Baydar Paşa’nın kızı...

* Koç Ailesi?
Onlarla da çok yakındık. Vehbi Bey’le babam birbirlerine çok benzerdi; intizamlı, tutumlu olmaları, ciddiyetleri, yenilikleri sevmeleri, geleceği görebilmeleri aynıydı.

* Koçlar’dan sizin en anlaştığınız?
Semahat! Rahmi’nin yaşı da bana yakındır, öbür ikisi daha küçüktü. Semahat, Nusret Arsel’le evlendiğinde ben de Metin’le evlenmiştim.

* 20 yaşına kadar Köşk’te yaşadığınıza göre genç kızlığınız da orada geçmiş; meselâ Köşk’te mektuplarınızı okuduğunuz ağaç altınız var mıydı?
Muhakkak, her genç kız gibi onlar da oldu ve ailem onları da çok normal karşıladı. Köşk’te ağaçların altında da oturdum; arkada havuz vardı, orada yüzdük de; kışları buz olunca buz pateni yaptık. Meselâ bana Köşk’te jimnastik dersi aldırırlardı.

* Afet Hanım’ın tarafında sizler, Atatürk’ün odasında da anne-babanız kalmışlar ve her iki oda da birbirinden çok uzakmış galiba, değil mi?
Evet, Köşk’teki ev bir U şeklindedir. Şu anda da öyle... U’nun bir tarafında annemle babamın odası ve bir kütüphane vardı. Ortada salon duruyordu. Havuz o salonun arkasındaydı. Biz de öbür U’nun ucundaydık.

* Orası size göre bir devlet binası gibi miydi, yoksa bir ev mi?
Bizim zamanımızda ev gibiydi.

* Köşk protokolü yok muydu?
Yok, pek bizde öyle kurallar yoktu. Ama tabii babamın misafirleri varsa, onlar aşağıda yerlerdi. Ama normal olarak bakanlar geldiklerinde hep yukarıda, birlikte yemek yerdik ve bir ev gibi davranılırdı. Yemeklerle annem ilgilenirdi. Meselâ bir şey yenmemişse saklanır, ertesi gün yenirdi.

* Yani Köşk’te çöpe yemek atılmaz mıydı?
Hayır, hiçbir zaman. Hâlâ öyleyizdir. Giysilerimiz için de aynı şey geçerlidir. Eskise bile tamir edilir.

* Doğrusunu isterseniz paltolarınızı ters yüz edip, bir daha giydiğinizi okuduğumda çok şaşırmıştım...
Ama giyilebilecek vaziyetteyse niçin atılsın; onun cevabını verebilir misiniz? Lisedeki arkadaşlarım da hep bana takılırdı; yine mi aynı paltoyu giyiyorsun diye... Niye giyilmesin? Annemiz bize palto yaptırırken eteğini içine uzun kıvırttırırdı, sonra her yıl boyumuz uzadıkça, ki benim fazla uzamadı ya (çok gülüyor), o açılırdı, biz de giyerdik. Annemin giysilerinde hâlâ sürfile izleri durur; elbiselerini genişletip, daraltarak yıllarca giyerdi. Niye giymeyelim ki?

* Yani bu bir mübalağa değil?
Hiç değil. Biz bunu kendimize bir sıkıntı vermek için ya da insanlara örnek olalım diye de yapmadık. Kaldı ki zaten bütün kuşağım böyle büyümüş.

* Ama siz cumhurbaşkanı kızısınız?
Peki bu niye bir fark yaratsın; benim sizden ya da bir başkasından ne farkım var? Bize şimdi, “Aman ne kadar mütevazısınız” diyorlar. Niye olmayalım ki... Buna cevap verin lütfen; benim sizden ne farkım var?

* Peki siz niye böylesiniz; sosyalist misiniz; çok mu terbiyelisiniz ya da ne bileyim İslam’ın özü budur mu diyorsunuz; bu yaptığınızın adı ne?
Bence bunun adı kendisiyle barışık olmak. Saydıklarınızın hepsi, izmler şunlar bunlar, onların hepsini birleştirmenin en iyi yolu kendinizle barışık olmaktır. Çünkü ancak o zaman realist oluyorsunuz. Bir insana gerçek mutluluğu bu veriyor.

* Siz şu anda yaşayan en önemli kadın figürlerden birisiniz...
Önemli değil de, eski diyelim.

* Bence önemlisiniz ve yazarken de şunu belirteceğim; hiçbir güncel siyasi konuya girmek istemiyorsunuz. Ama ben size isimlerle ilgili bir şey sormayacağım...
Sormamış olsan daha sevinirim.

* Bir sorayım, istemezseniz yanıtlamayın: Şimdi bütün yürütme yetkisi başbakanda olmasına karşın Türkiye’de zirve hep cumhurbaşkanlığı görülür; cumhurbaşkanı olmak başbakan olmaktan daha önemli bulunur. Siz 12 yılını Köşk’te geçirmiş ve Türkiye’nin bütün cumhurbaşkanlarını tanımış biri olarak bunu nasıl açıklarsınız; Türkiye’de cumhurbaşkanı olmak ne demektir?
Şu kadarını söyleyebilirim; cumhurbaşkanı benim için bir aile büyüğümüzdür.

* Yani bir siyasetçi değil, bir partinin adamı değil?
Hayır hayır, cumhurbaşkanının bir aile büyüğü gibi olması lazım. Biz bu evde hep öyle gördük; cumhurbaşkanları aile büyüğümüz olarak kabul edildi.

* Türk toplumu için de sizce böyle mi kabul ediliyordur?
Evet, bence Türk toplumu için de böyle. Türkler daha çok aile büyüğü gibi olan bir cumhurbaşkanı ister.

* Nasıl bir aile büyüğü?
İşte onu biraz evvel anlattım; anlattıklarımdan siz çıkarabilirsiniz.

* Meselâ ailesi çok mu önemli?
Aaa tabii, çok önemli.

* Başbakanı tek bir kişi olarak kabul etmek mümkün ama cumhurbaşkanı olunca ille de aile fotoğrafına bakılıyor galiba, değil mi?
Muhakkak, Başbakan’ın konumundan farklı, ailesiyle birlikte bir bütün olarak değerlendiriliyor. O yüzden de aile büyüğümüz olarak görmek isteyeceğimiz biri olmalı.

Baloya gitmenin karşıtı horon tepmek değildir
Özden Toker’in Pembe Köşk’ün oturma odasından doğru çift kanatlı kapıyı açmasıyla birlikte birden 80 yıl öncesindeki bir kış gününe geçiş yapıyoruz:

* Burası Cumhuriyet tarihinin ilk balosunun yapıldığı salon mu?
Evet, Atatürk ilk balonun 29 Ekim 1926’da bizim evde yapılmasını istiyor. Babam “Ama bizim ev küçük” deyince, buraya ek bir bölüm hazırlanıyor. Tabii hazırlıklar Bayram’a kadar yetişmiyor.

* 22 Şubat 1927’ye sarkıyor ve bu yıl da tam 80’inci yıldönümü olacak? Acaba 22’sinde bir balo düzenleyip, o günü anar mısınız?
(Özden Hanım’ın gözleri parlıyor birden) Çok güzel olur; gerçekten yapmak lazım... (Sonra hemen odanın diğer köşesinde bizi dinleyen vakfın ve köşkün bilirkişisi Yılmaz Bey’e dönüyor) Ne dersiniz Yılmaz Bey, yapabilir miyiz? (Yılmaz Bey gülümsüyor)

* Böyle bir baloya kimleri çağırırsınız?
İşte işin o tarafı sıkıntılı; çünkü küçük burası ve kimleri çağıracağınızın listesini yapmak çok zor olur.

Allah ömür verip bu kadar yaşayınca ahbaplarınız çok oluyor. Ama bu fikri de mutlaka hayata geçirmeli; harika olur...

* Cumhuriyet’in baloya verdiği önemi Batı taklitçiliği gibi algılayanlar var?
Ne alâkası varmış; orada önemli olan bir yaşam tarzı, bir vakti kadın ve erkeğin beraber geçirmesi, beraber eğlenmesi, dans etmesi, müzik dinlemesi, hep birlikte yemek yemesi, sohbet etmesi...

* Baloya karşıt olarak horon tepilmesini örnek gösterdiler meselâ; size göre de ikisi birbirinin zıttı mı?
Hiç olur mu; geçenlerde bir konuşma yapmak için Denizli’ye gittik ve civardaki bir termal otelde kaldık. Orada her yaştan insan vardı; kadınlı erkekli aynı masalarda oturuyorlardı. Belki horon tepmediler ama önce kendi halk oyunlarını oynadılar. O kadar güzel oynadılar ki, meğer oralarda böyle kulüpler varmış, kadınlı erkekli birlikte halk dansı öğreniyorlarmış. Sonra yine aynı kadınlar ve erkekler kalkıp dans müziğiyle dans ettiler. Ah dedim, Türkiye böyle olmalı işte. Bizim bahsettiğimiz bu!

2. cumhurbaşkanına geçiş bir Cumhuriyet sınavıydı

* İnönü, Atatürk ölüm döşeğindeyken Dolmabahçe’ye ziyaretine gitmedi, çünkü suikast tehdidi var dendi. Peki gitse, sizce gerçekten İnönü’ye suikast yapılacak mıydı?
Onu ben bilemem ama aslında babamın Ankara’da kalmasını Atatürk istedi. Çünkü Atatürk’ün ölümünden sonra ne olacağı belli değildi. Evet, o Cumhurbaşkanı, ama ya ondan sonra? İstanbul yine başkent yapılır mı, saltanat yine geri gelir mi, kaos olur mu, devrimler yaşar mı? Bunların yanıtı yoktu ve babam Ankara’da kalıp duruma hâkim olmak zorundaydı. O nedenle birinci cumhurbaşkanından ikinci cumhurbaşkanına geçilmesi Cumhuriyet için çok büyük bir sınavdı ve bunun için tedbirler alındı. Babamın İstanbul’a gitmemesi de bu tedbirler içinde değerlendirilmeli.

Adı üstünde ‘devrim’ öyle 70-80 yılda bitmez!

* Köşk’te türban olmaz mı?
Ben buna yanıt vermeyeyim.

* Niye vermiyorsunuz?
Yoo, ama bakın niye vermek istemiyorum... Biraz evvel annemin ailesinden, hayatından, onun geçirdiği değişikliklerden bahsederken (O anlattıklarını yarınki bölümde okuyacaksınız.) hiç türban lafını etmedik. Öyle bir konu yoktu. Eskiden türban yoktu. Annem de Kuran okurken, namaz kılarken başını örterdi, Ramazan’da orucunu tutardı ama annem başını açıp hastabakıcılık kursuna da gitti, ata da bindi, piyano da çaldı... Çağdaş Türk kadını olarak iki hayatı da çok güzel bir şekilde birleştirdi.

* Fakat işte bir kesim de bizim için var, diyor?
(Söyleşimiz boyunca Paşa’nın kızının sesi, ilk kez bu kadar sert çıkıyor) Benim için yok!

* Devrimlerini tamamlamamış bir ülke olduğumuz, o yüzden birtakım hassasiyetlerin devam etmesinin gerektiği düşünülüyor; sizce de böyle mi?
Zaten “devrim” dediğiniz şey; bir şeyi devirip yerine başka bir şey koymaktır. Devrimlerimiz de en kısa zamanda devirip, yerine başka şeyler konarak yapılmıştır. Atatürk o temelleri atmıştır. Ama o temeller üzerinde inşa edilecek olan binalar öyle 70-80 senede yapılacak şeyler değil. Tabii ki birtakım sarsıntılar olacak ama gene o temeller üzerinde aynı devrimler yükselecek ve yaşayacaklar. Bütün kalbimle inanıyorum.

* Yani tüm devrimci reflekslerin hâlâ ayakta olması normal mi?
Kesinlikle, ismi devrim! O kadar kolay mı zannediyorsunuz devrimi? Yani benim hayatımda 10 yılda reform yapılacak, bitecek gidecek ve mesele kalmayacak. Böyle bir şey olabilir mi? Erdal Abimin o kitabı bütün okullarda okutulması gereken bir kitap; biz Batı’dan 300 yıl geri kalmış bir ülkeyiz. Bu Batı taklitçiliği, Batılı olma hevesi değil. Bilimsel olarak 300 yıl geri olmak çok önemli bir eksik. Bir Nobel bile alamamıştık, çok şükür Orhan Pamuk aldı.

* Sevindiniz mi?
Tabii sevindim. Nobel kimsenin siyasi fikirlerinden dolayı verilmiyor ki, eserlerinden dolayı veriliyor bu. Niye küçültelim ki bu başarıyı?

3N+1K

KİM: O, İsmet İnönü’nün kızı; tüm Türkiye’nin hanımefendisi olmuş Mevhibe Hanım’ın sırdaşı; SHP’nin Onursal Başkanı Erdal İnönü’nün kardeşi; merhum duayen gazeteci Metin Toker’in eşi; CHP Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan Toker’in annesi. O, Özden Toker! 7 Şubat 1930’da Pembe Köşk’te doğdu. Doğduğunda babası 46 yaşındaydı ve Başbakandı. Ankara Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudu. Daha sonra İngiltere’de yüksek lisans yaptı. 1955’te gazeteci Metin Toker’le evlendi. Gülsün (Bilgehan) ve Nurperi’yi (Özlen) eşi cezaevindeyken dünyaya getirdi; bu konuda oğlu Güçlü Toker daha şanslı olacaktı. 1967’de geçirdiği trafik kazası yüzünden ölüm tehlikesi atlattı. Bir süreliğine, Ankara’nın İzmir caddesinde otursa da ömrünün tamamı Pembe Köşk’te geçti. 1984’te kurulan İnönü Vakfı’nın Başkanı.

NEDEN: Özden Toker daha röportaj önerimizi kabul ederken “Siyaset konuşmam” demişti. Yine konuşmadı, ama cumhurbaşkanlığı sorumuza öyle bir cümleyle yanıt verdi ki; Köşk tartışmasında toplumun asıl içine sinmeyeni o tek cümleyle enfes bir biçimde özetlemiş oldu. Elbette Toker’in yaptığı tanıma uymayan geçmişten de cumhurbaşkanı örnekleri bulabiliriz; ama şimdi önemli olan gelecek... AKP’lisinden CHP’lisine, Laz’ından Kürt’üne, esnafından gazetecisine kadar hepimiz tam da Toker’in dediği gibi bir cumhurbaşkanı istemiyor muyuz?
NE ZAMAN: 5 Ocak, Cuma günü.
NEREDE: Özden Toker’in doğduğu, hâlâ yaşadığı, Cumhuriyet tarihimizin en önemli evi olan Çankaya’daki Pembe Köşk’te.

Yarın
* Pembe Köşk neyin laboratuvarı oldu?

* Atatürk’ün gerçek evladı kimdi?

* Latife-Atatürk çiftiyle Mevhibe-İnönü çiftinin arasındaki fark neydi?

* Atatürk’le niçin göz göze gelemezdiniz?

Haberin Devamı