Gazete Vatan Logo

Bu yol hikayelerini mutlaka okuyun!

Kimi uçakla, kimi trenle yapılan yedi yol hikâyesi bunlar, kahramanlarını Uzuner’in yolculukları sırasında yanında oturanların oluşturduğu...

Buket Uzuner’in yeni kitabı “Yolda” yedi öyküden oluşuyor. Kimi uçakla, kimi trenle yapılan yedi yol hikâyesi bunlar, kahramanlarını Uzuner’in yolculukları sırasında yanında oturanların oluşturduğu... Ama Uzuner yol arkadaşlarının isimlerini değiştirdiği gibi hikayeleri de kurgulamış. Bunların, ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu söylemeye hiç niyeti yok!
Her bir öykünün bize fısıldadığı sır ise aynı. O da; yolculuk denilen şeyin bir yerden bir yere gitmeyle sınırlı kalmadığı dahası önemli olanın varılan yer kadar
yolculuğun bizzat kendisinin olduğu. Yani gezginlik hali... Ne de olsa Buket Uzuner de hayatının büyük bölümünü yollarda geçirdi. Bu yüzden biz de kendisiyle, yeni kitabından hareketle onun ününe oranla bilinmeyen hayatına doğru yola çıktık. Ve çok ilginç şeyler öğrendik.


Yedi yol hikâyesinden oluşuyor “Yolda.” Nedir bu hikâyelerin derdi; nasıl bir yol öneriyor?
Gezi kitaplarım insanları yoldan ve baştan çıkartsın isterim! “Yolda”yı okuyanlar, çantalarını toplasın, yollara düşsün... Otogara gidip, ilk otobüse atlayıp Mardin’e Trabzon’a Datça’ya gitsin. Birkaç gün kalıp, tarihi, kültürü, yemekleri öğrensin, fotoğraf çeksin, insanlarla ahbaplık etsin, yenilenmiş olarak geri dönsün... Çünkü yollar sınavdır. Beklenmedik bir durumda bilinmedik bir kültürde, yeni insanlarla ve yabancı dillerde en çok kendimizi tanırız. Bu yüzden çok gezen çok anlar, anlamaya başlamaksa hayatın alfabesidir. Bu yüzden yolculuğun, kendini ve ötekileri merak ve keşfetmenin hikâyeleri de bunlar.


Gençlik yıllarınızdan beri geziyorsunuz. Sizi yollara düşüren neydi?
Gezginler için seyahat etmek, para pul işi değildir. Yola çıkmak bir merak, dürtüdür. Finlandiya’ya ilk gittiğimde benim oturma ve çalışma iznim yoktu, çalıştığım üniversiteden maaş alamıyordum, aylarca sürünmüştüm. Hep dünyayı görmek istedim. Çocukken “Ne olmak istiyorsun” diye sorulduğunda “Astronot veya denizaltı kaptanı” derdim.



Yabancı bir ülkeye gitmek, dünyayı gezmek öncelikle cesaret ister. Nasıl cesaret ettiniz?
Babam ve annemin etkisi büyük... Birkaç gün önce kaybettiğim canım babam bürokrattı, annem öğretmen. Müslüman ülkelerde ve kadınların ikinci sınıf görüldüğü diğer ülkelerde, babaları tarafından değer verilen kızları sokakta gördüğüm an tanırım. Bu kızların omurgaları hayatları boyunca dik durur. Bu kızlar hem erkekleri sever, onlara şefkatlidir hem de onlardan korkmaz. Onları kendilerinden üstün görmez. Benim babam da öyleydi. İlk çocuğu kız olduğu için sokakta dans etmiş biriydi. Mesela yıllar önce bir kalp krizi geçirdiğinde bana “Ben gidersem ailenin başında sen varsın” demişti. Oysa erkek kardeşim benden sadece üç yaş küçük. O yüzden geçen hafta cenaze namazında, “Tüm kadınlar arkaya” uyarılarına rağmen en ön sırada durup “O benim babamdı!” diyebildim. Ben babamın kızıyım. Tabii hayal gücümü, edebiyat sevgimi, seyahat tutkumu ise anneme borçluyum. Onda da gezginlik vardı dedeleri gibi gezgin-şair bir kadındı. Lisedeyken ata binen, paraşütle atlayan, atletizm dereceleri olan, trampet çalan bir annem var! Mesela hâlâ ev işlerini sevmez ve seyahate bayılır.


NORVEÇ’TE SORDUKLARI İLK SORU “SÜNNETLİ MİSİN?” OLDU

İlk kez kaç yaşında çıktınız yurt dışına?

21 yaşında. 1980 darbesinden önceydi. Dünyayı gezmeyi çok istiyordum ve bunun tek yolu burslu okumaktı. Çocukken halının üstüne yatar, atlası açar, bir yer seçer ve “Büyüyünce buralara gideceğim” derdim. O yüzden uzun yıllar nereye gitsem o küçük kız çocuğunu hep yanımda götürdüm. Tek tek postayla onlarca üniversiteye başvurmuştum. Norveç ve Kanada’dan kabul gelmişti, ilk Norveç’e gittim.


Norveç’te keşfettiğiniz neydi?
Gençtim, kendimi güzel buluyordum. Hacettepe Biyoloji’yi bitirmiştim. Öykülerim Varlık Dergisi’nde yayımlanıyordu hem de zamanın efsane ismi Yaşar Nabi Nayır’ın bizzat kendisi bana eliyle telif ödemişti. Attila İlhan’ın edebiyatçı çocuklarındandım. Yani kendimi büyük yazar sanıyordum. Ayrıca resmi tarihle büyümüş, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçılarındandım... Kendime müthiş güveniyordum! Ama o da ne? Norveç’te sordukları ilk soru “Sünnetli misin”di! Müslüman kadınların sünnet edildiğini ilk orada öğrendim. Bir diğer soru ise “Babanın kaç karısı var?”dı. Ama en kötüsü bana “Bu buzdolabıdır” diye bir buzdolabını gösterdikleri andı. Yani Norveç’te önce kendimizin nasıl algılandığını ve gayri resmi Türkiye tarihini öğrenmeye başladım...


O meşhur sırt çantalı tren (inter-rail) yolculuğuna nasıl çıktınız?

O zamanlar sırt çantası da yoktu. Zavallı anneciğim, Singer dikiş makinesiyle çadır bezinden çanta dikerdi. Böylece adına inter-rail denen ve 26 yaşından küçük gençlerin bir ay boyunca istedikleri Avrupa ülkesinde tek biletle ucuza seyahat edebilecekleri tura çıktım. O bileti alabilmek için bebek bakıcılığı, garsonluk, bulaşıkçılık, çevirmenlik yapmıştım. İlk seferinde bir ayda 30 bin km. yaptım. Trenlerde rastladığım tüm gezginler bana ilk kez bir Türk kızına rastladıklarını söylüyordu.


Sanırım daha sonra ABD’ye gittiniz...
ABD’ye karşı, Şili olaylarından ötürü ön yargılıydım, bir dünya vatandaşı olan arkadaşım Carol de ABD hükümetine muhalifti. Ama bana “Görmeden karar veriyorsun” diyordu ve sonunda beni davet etti. Üç ay kaldım. Ama Şili’de Allende ve halka yapılan katliam yüzünden o kadar doluydum ki arkadaşımla bir başka arkadaşımızın evinden bu yüzden kovulduk. Arkadaşımızın annesi “Bu kadar Amerikan düşmanı birisini evimde tutamam, sabah ilk uçakla gidiyorsunuz” demişti. Ama New York’u görmüş ve büyülenmiştim, ilk görüşte aşktı. Yolculukların en güzel yanı da budur, sizi ön yargılarınızdan kurtarır. Yani artık öyle kolayca Türkler kötüdür, Yunanlılar iyi” diyemezsiniz.



Sperm bankası ararken oğlumun babasına rastladım


Hiç aşk yolculuğu yaptınız mı? Birinin peşi sıra bir yerlere gittiniz mi?

Tabii aşk için hem ben gittim, hem peşimden gelindi. Oğlumun babası (eski eşi Ali Murat Erkorkmaz) bunun esprisini çok yapardı. Bir arkadaşı vardı, Modalı. Sevdiği kız karşıdaydı, onun için her gün karşıya geçer, biz de acırdık. Oğlumun babası da “Ona acırdım, benim sevgilimse gezgin çıktı, peşinden dünyayı dolaşıyorum” derdi. Ben de aşk peşinden gittim. ABD’den ODTÜ’ye döndüğümde bir Türk mimara aşık olmuştum. Ama o Afrika’ya gidiyordu, ben de onunla Cezayir’e gittim, birkaç ay kaldım.


Tüm bu yolculuklardan sonra Türkiye’ye döndüğünüzde neyle karşılaştınız?
Geri döndüğümde 30’uma yaklaşıyordum ve hayatımda ilk kez anne olmak istiyordum. Evli değildim, ortada baba adayı yoktu. O yüzden sperm bankası aranıyordum. Adamlar başıma dert olacağına! Neyse o hoş insana, oğlumun babasına rastladım. Aşık olduk ve bir aşk çocuğu yaptım. Ancak resmi belgeler gerektiği için sonradan tamamen bürokrasi nedeniyle evlendik. Böylece yerleşik hayata da geçmiş oldum ki, bu sayede ilk romanımı yazdım. Çünkü romancılar yerleşik toplumlardan çıkar. Kuzey Kıbrıs’tan romancı çıkamamasını ben buna bağlarım.


Ama oğlunuzu siz Kanada’da doğurmadınız mı? Hem de tek başınıza?
Kanada’daki bir projeyi çok önceden kabul etmiştim. Altı-yedi aylık hamile olmama rağmen yine de gittim. Oğlumun babası da gelmişti ama İstanbul’daki işleri nedeniyle Türkiye’ye dönmüştü. Oğlum da hesaplanandan haftalar önce doğmaya karar verince, ODTÜ’den arkadaşım Fatih (Gökçe ve karısı Carole) dışında tanıdığım kimse olmadan Kanada’da çocuğumu doğurdum. Başımda BM gibi bir doktor grubuyla! Ama doğurmaktan o kadar korkmuştum ki, 48 saatten uzun sürmüştü. Gelen doğurup gidiyor ama ben yapamıyordum, korkudan sıyrılmak için doktorlara hikayelerimi İngilizce anlatıyordum. Biri o kadar merak etmiş ki beni doğumhaneye bizzat götürmek istemiş, yolda da “Sonu ne oldu” diye sormuştu. Meğer o İskoç asıllı doktor kimseyle de konuşmazmış, bana gösterdiği ilgi nedeniyle diğer doktor ve hemşireler şok geçirmiş, hastanede kaldığım 6 gün boyunca efsane olmuştuk oğlumla! Tabii şimdi anlattığım gibi eğlenceli değildi, zor ve yalnız bir doğumdu!


Fahişelerin sokağına düştüm tecavüze uğramaktan korktum


Tek başınıza, genç bir kadın olarak seyahat etmekten hiç korkmadınız mı?

20’li yaşlarda çok korktuğum seyahatlerim oldu. Bir gece Hamburg’ta cebimde azıcık bir para ile fahişelerin işe çıktığı bir mahallede kaybolmuştum. Hiç Almanca bilmiyorum... Ama “Kaç lira” diye sorduklarını anlıyor insan. İnsan etinin satın alınabilir olması bütün insanlık için onur kırıcı, neden fahişeleri suçlarlar ki? Tecavüze uğramaktan çok korkmuştum. Bir de Michigan Üniversitesi’ne gittiğimde bir süre kötü bir yerde kalmıştım. Korku filmi çevrilecek, üç katlı bir ev düşün, pansiyon sahibi de sapık bakışlı, keş bir genç bir adam! İşte öyle bir yerde gece boyunca da Zürihli sevgilimin hediye ettiği İsviçre çakısını sıkı sıkı tutarak uyumaya çalışmıştım. Ama bugün olsa yine çıkarım o yolculuklara.


Kadınlar bizi okuduğunda aşağılanıyoruz, Ahmet Altan ve Orhan Pamuk okuyunca sorun yok


Kadın olmak zordur ya kadın yazar olmak?

Yazmak biraz da delirmektir. Erkeklerse tehlikeli olduğunu sanarak zeki kadınlara “deli-kız” der, hem zeki hem başarılı kadına da “cadı”. Deli veya cadı olmak istemeyen kadınlar da yazmaz, yazamaz! Çünkü yazmak insanın ruhunu soyabilmesidir. Ama bir kadın yazar için bu çok zor hele Müslüman ya da feodal bir toplumda! Çünkü bir erkek yazarın anlattığı cinsellik onu “çapkın yazar” yapar, kutsar. Dahası kadınlar, bir kadın yazarı okuduğunda “Bu kadınların okuduğu yazar” diye aşağılanır. Ama aynı kadınlar, Ahmet Altan’ı, Orhan Pamuk’u ya da Mario Levi’yi okuduğunda “kadınlar tarafından beğenilen yazar” olurlar. Kardeşim, okuyanlar aynı kadınlar! Erkekleri okuyunca mı değerleniyorlar?


Farklı ülkelerde de bu geçerli mi?
Tabii ki. Amerikalı kadın yazar Claire Messud demişti ki; “Ben de Paul Auster kadar tanınan bir yazarım ama ona sordukları soruları bana sormuyorlar, hep annelikle ilgili sorular soruyorlar.” Aynı şey benim için de geçerli. Orhan Pamuk’la aynı anda çocuklarımız oldu. O sırada ona sorulan sorular babalığı ile ilgi değildi ama bana hep annelik soruldu. Beni bir de lise yıllarımda ortaya atılan “kadın duyarlılığı” sözü çok incitir. Ne demek bu? Yaşar Kemal duyarlı değil miydi ya da Orhan Kemal? Çünkü entelektüel alanda erkekler kadınları rakip bile görmüyor. Hâlâ bir kadın yazar meşhur olduğunda, pek çok kapalı kapı ardında, hemen onun kaç kişiyle yatıp kalktığı konuşuluyor. Oysa bir erkek yazarın her zaman yaratıcılığı söz konusudur. Ama bunlar değişecek, şikayet etmiyorum. Çünkü değişimi görüyorum. Mesela Sevgi Soysal’ın dönemini düşünsenize... Siyasi söyleminiz yoksa ciddiye bile alınmıyordunuz ya da gecekondu veya köy romanı yazmazsanız...


Şu an ne yazmak gerek ciddiye alınmak için?
Bu on yılın modasına göre, etnik konular yazarsanız ve kendinizi mağdur olarak tanıtırsanız başarı ve ün sizi bekleyebilir. Elbette bir yazar muhalif olacak! Devletini, hükümetini, belediyesini, kendisini eleştirecek ama adil de olacak. Hem o hükümete muhalif ol, hem de hükümet yanlısı gazetelerde nefes nefese köşe yaz, kimi kandırıyorsun, heyy? Yazar kişisel çıkarı için kendi düşüncelerinden taviz verince bitiyor bence. Ha yine kitabı satar, gazetelerde her nefesi haber olur ama eğer gerçekten yazarsa
o bittiğini bilir! En son Kanada’ya bir konferansa gitmiştim. Burada dünyanın daha demokratik olması için sivil toplum derneklerinde gece gündüz gönüllü insanlarla tanıştım. Kadın haklarını içselleştirmiş üstelik gay olmayan (!) erkekler... Hani feministleri sadece eşcinseller destekler diye bir Türk geyiği vardır ya! Ama buna rağmen benimle, yani bir Türk kadın yazarla karşılaştıklarında daha kahve içmeden ilk soruları “Siz ne zaman Ermeni Soykırımı konusunda Atatürk’ün de Hitler gibi bir rolü olduğunu kabul edeceksiniz?” oldu.


Nasıl yani?
Evet yurt dışında bir Türk yazarına edebiyat dışında her şey sorulur ama böyle bir soruyu daha önce hiç duymamıştım. Öfkelenmedim, bunu neden sorduklarını anlamaya çalıştım. Ya Atatürk’ü iyi tanımıyorlardı ya da beni kızdırmak için soruyorlardı. İyi ama kuzum biz Atatürk’ü iyi tanıyor muyuz? Can Dündar’ın Mustafa’sı iç savaş çıkartacaktı az daha! İpek Çalışlar’ın Latife Hanım’ı ne güzel bilinmezleri açtı önümüze. Önce bizim Atatürk ve tarihimizle ilgili bir konsensüse, ortak paydaya ulaşmamız gerek. Öfkelenmek yerine kendimizi iyi anlatabilmemiz... Sevap ve günahlarımızla kendimizle yüzleşip sanat, edebiyat ve bilim yoluyla kendimizi dünyaya anlatmamız... Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yola çıktığına inanıyorum. Bunu da başaracağız. Baksanıza neler başardık, ne sıkıntı ve acılarla da olsa nereden nereye gelebildik, yani “Yolda”yız işte!





Haberin Devamı