Dış politika çemberi daralıyor...

Ne oluyor, yine mi kara bulutlar dolaşıyor? Haftanın ajandasında ilk sırada yine Irak var; Savaş kapıda bekliyor! Türkiye kötü ile en kötü arasında seçim yapmak durumunda görülüyor.

Haberin Devamı

"Resmen savaşa hayır" söylemi artık kimseye inandırıcı gelmiyor. Savaş olacaksa Türkiye'nin bu savaşın dışında kalmasının mümkün olamayacağı kanaati sık sık ifade ediliyor. Her ne kadar Meclis iradesi bunu teyit etmediyse de o zaman durumun vahametinin iyi anlatılamamış olduğu söyleniyor, şimdi bir kez daha denenmesi, Meclis'e yeniden başvurulması bekleniyor. Bu sefer, "ülke çıkarları gerektirdiği için" siyasilerin de önlem almaya hazırlandığından, gerekirse grup kararı bile alınabileceğinden bahsediliyor. Neredeyse herkes savaşa dahil olmaya ikna ediliyor. Ve öncelik yeni hükümetin kurulmasına veriliyor. Ama o da ne? Hafta sonuna doğru bakıyoruz ki hükümetin kurulması gecikiyor yada geciktiriliyor. Sayın Erdoğan'ın niyeti anlaşılamıyor. ABD'ye net bir cevap vermek yerine zaman kazanmaya çalıştığı bildiriliyor. O sırada ABD'den gelen "en azından hava sahasını kullanma" talebi de dikkat çekiyor. Acaba yeni hükümet yeni tezkere için "daha dar kapsamlı bir formüle" mi gidiyor? Daha da önemlisi, şu ana kadar basiret gösteremeyen ABD sonunda kendi yolunu mu çiziyor? Hepsi olabilir! Bedeliyse hiç kuşkusuz artan ekonomik ve siyasi risk olacaktır.

Buraya kadar öyle ya da böyle karmaşayı çözüyoruz. Ama dün tezkere propagandası yapılırken bugün başvurulan tezkereden kaçma manevrasını anlamakta zorlanıyoruz. Hele hele Sayın Erdoğan'ın küçük sürprizlerini hiç algılayamıyoruz! Durun, bununla da bitmiyor. Geçen hafta aynı anda Kıbrıs düğümüne de takılıyoruz. Annan planı son tarih 28 Şubat olmazsa 10 Mart derken yine elde var sıfır... Kimse bu duruma şaşırmıyor. Zaten Lahey'e hayır demeye gitmediğimiz gibi evet demeye de gitmemiştik. Diplomaside çareler tükenmeyecektir ya da Sayın Denktaş'ın ifadesiyle'bu ne ilk ne de son fırsattı'bu da böyle geçti gitti demek mümkün. Ancak bir de bakıyoruz, daha heyetler Lahey'den dönmeden AB'nin erken uyarı sistemi çalışıyor. Kıbrıs'ta çözüm olmasa da Kıbrıs Rum Kesimi'nin bu haliyle AB'ye üye olacağı hatırlatılıyor. Hatta uyarının dozu aşılarak Türkiye AB toprağında işgalci duruma düşmekle tehdit ediliyor. Aslında yeni bir söylem de değil; Kopenhag'ta vanlan noktadan ileriye doğru bakabilenler bu durumu öngörmek gerektiğini söylüyor. Çünkü hatırlatmak gerekirse, Kıbrıs Rum Kesimi'nin üyeliğinin resmen ilan edildiği platformda "Türkiye'nin üyelik görüşmelerinin başlayıp başlamayacağına Aralık 2004'de bakarız" denildi. Ayrıca, önce Rum Kesimi'ni tam üye yapan böylece Türkiye konusunda karar verme aşamasına gelineceği zaman karar merciine Kıbrıs Rum Kesimi'ni de katan bir takvim gözetildi. Nasıl olsa Kıbrıs Rum Kesimi tam üye olduğunda Türkiye'nin üyeliğini veto edecek, AB'nin de Türkiye'ye karşı başka bir bahane yaratmasına gerek kalmayacak. Yani Türkiye'ye AB kapısı usulünce kapatılacak. Tabloyu daha fazla karartmak istemiyorum. Amacı Türkiye'nin etrafındaki dış politika çemberinin giderek daraldığına, hareket alanın azaldığına dikkat çekmek. Peki şimdi Türkiye ne yapacak? Sıkı sıkıya kenetlendiği AB hedefine doğru attığı her adımda önüne bir engel konan Türkiye tüm dünyaya rağmen tetiğe basacağını söyleyen ABD'nin mecburen yanında mı olacak? Yoksa bir son manevrayla kendi alternafini mi yaratacak?

DİĞER YENİ YAZILAR