İnkâr sonrası

Haberin Devamı

Topçu çocuğun sözlerinden sonra yine ortalığa “bu ülkede ırkçılık olmaz” diyen galat-ı meşhur, ya da doğru bilinen yanlış çıktı. Telaffuzda sorun yok ama içerik galat, yani yanlış. Galat-ı meşhurların galat-ı meşru haline geldiği bir yer Türkiye. Boşuna “galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evlâdır”, tercümesiyle “yanlış bilinen doğrusundan evlâdır” denmemiş. Hâlbuki gündelik dil ve yazı dili buram buram ırkçı, dışlayıcı ve ayrımcı ifadelerle doluyken bu inkâr neyin nesi? Laikçi, milliyetçi ve ahlakçı tariflerin dışına düşen her vatandaş bu davranışın hedefi değil mi? Kaldı ki lumpen veya değil, toplumun içsesinin ortaya kolaylıkla döküldüğü top sahalarında bu lâflar devamlı telaffuz edilmiyor mu? Taraf’ta Gülengül Altınsay derlemiş, işte bir bölümü:

“17 Aralık 2008’de Trabzonlu bir grup taraftar dönemin MHK Başkanı Oğuz Sarvan’a tepki olarak ‘Ermeni Oğuz’a Trabzon’da soykırım’ sloganı atmıştı. Bugün Emre’yi ırkçılıkla suçlayan Trabzon tribünleri daha üç hafta önce ‘Papazın çayırından Kanuni’nin memleketine hangi yüzle geldiniz’ sözlerini sarf etmişti. Bursa tribünlerinin Beşiktaş maçlarında tekrarladıkları ‘Ermeni köpekler, Beşiktaş’ı destekler’ bağırışları, İstanbul’daki olaylı Beşiktaş-Bursa maçı öncesinde internetten yayınladıkları ‘Bekle bizi zenci Kartal geliyoruz, bekle bizi Arap Kartal geliyoruz’ tehditleri. Tabii en fazla unutmadığımız da iki sezon önce Bursa-Diyarbakır maçında yaşadığımız olaylar. Tüm Bursalı taraftarlara dağıtılan Türk bayrakları, kocaman ‘Ne mutlu Türk’üm Diyene’ pankartı.”

Evde ve sokakta, etki ve tepkilerimiz İttihatçı-Kemalci millet tanımının dışında kalan herkesi, yani bu durumda bu topraklarda yaşayan aşağı yukarı her insanın kimliğini dışlamıyor mu? Hatta bazen yetmiyor, “Türk” olmayan her dünyalıyı da dışlamıyor mu? Bu davranış bozuklukları İttihatçı-Kemalci travmanın yarattığı derin kimlik bunalımının tezahürleri değil mi? Pekâlâ, inkâr ve örtbas mekanizmasının bu kadar sarih bir ırkçı dil ve ortama rağmen her defasında devreye girmesinin nedeni ne olabilir? Gerçeğin dayanılmaz ağırlığı ve vahameti olmasın sakın?

Salı günü yine bir 24 Nisan’dı. Bu toprakların kadim Ermeni ve Süryani varlığını söndüren, Jöntürk hükümetinin 1915’te aldığı toplu sürgün kararının 97. yıldönümüydü. Adına ne derseniz deyin Ermeni ve Süryanilerin başına gelenler, şanlı inkâr ve örtbas tarihimizin beslendiği şahdamar olarak ruhumuzu ve şuurumuzu esir almış durumda. Her gün ve pekçok farklı konuda, evde, işte ya da sokakta tekrarlanan yaygın şizofreninin kaynağı muhtemelen bu damar. Herkesin bildiği, en azından tahmin ettiği bir gerçeğin, bir durumun yemin billâh inkârı. Ortalıkta dolaşan harikulade bir söz var: “Bu topraklarda Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler öldüklerini kanıtlamaya uğraşır”.

Ama inkârın kendisi şizofrenik, iki ruhlu. Ve o ölçüde de yaşanması çok yorucu bir ruh hali. Zira inkâr edilen madem olmadı neden aksini ispat etmek ve ettirmek için bu kadar çaba sarfedilir? Dışarıdan ve artık içeriden inkâr konusunda itirazlar yükseldikçe kızılır, köpürülür? Lobicilik için paralar harcanır, kitaplar yazdırılır, Azerbaycan’dan, Türk Dünyası’ndan, bölgede “denize düşmüş” olan Başkan Obama’dan medet umulur?

Yaygın inkâr halinin giderek çözüldüğü kanısındayım. Onyıllardır biriken bilgiyle her akımdan, her cenahtan gençlerin sorguları bize ezberlerimizin, tabularımızın, mitlerimizin, masallarımızın, riyalarımızın şahdamarını kurutmanın vaktinin geldiğini söylüyor. Onlar şahdamarın tahribatının kendi istikballerine yöneldiğini görüyorlar. Her 24 Nisan’da 23 Nisan’ın büyümek istemeyen çocukluğundan çıkıp daha çoğalıyorlar. Nar gibi.

DİĞER YENİ YAZILAR