Tatilden kalan kırıntı oyunlar

25 Ağustos 2018

Güneşin kurutulmuş domatesleri andırdığı bir saatte, çocuklarla dolu bir motordayım. Hayal mi gerçek mi bilmiyorum. Arada çocukluğum mu motorda diye sorduğum da oluyor ancak bu düşünceye çok yüz vermemeye çalışıyorum.

Bir oğlanın, dayısı olduğunu tahmin ettiğim otuzlarındaki genç bir adamla oynadığı rüzgârla yarışan şapka oyunu bunu körüklüyor. Birbirlerine benziyorlar ama baba-oğul gibi değil. Sorumlulukları böyle bir çizgiden geçmiyor. Kimse kimseye karşı ne bir sonraki günün ne de sonraki yılların ağırlığında ezilmeye niyet etmiş. Adam çocuğun kafasındaki şapkayı alıp teknenin güvertesinin dibinin de dibine atıyor. Çocuk tam şapkayı almaya yeltenecekken iki kedi yavrusu gibi güreşmeye başlıyorlar. Derken bir küçük mola devreye giriyor. O zaman güneşten kestane balına dönmüş teni ve göz alıcı sarı renkteki saçlarıyla oğlan, güvertenin ucuna koşuyor şapkayı yerden alıyor ve dayısı olduğunu tahmin ettiğim adamın üstüne balıklama atlıyor. Haydi bunlar yine tutuşuveriyorlar güreşe. Böyle yol mu biter... Şaka maka bitecek gibi.

Yol olsa iyi, ömürler bitiyor. Dokuz günü uyuyan güzel edasıyla geçiren bir ülke olmak zaman zaman, yaraya tuz basmanın farklı ve paradoks yüklü bir çeşidi olarak herkesin moralini yükseltebiliyor! Kurban Bayramı esnasında derin dondurucuların satışlarının tavan yapması bile bir yerden sonra başka bir hengâmenin konusu oluveriyor. Uyku oyunu bu diyor birileri. Derin donduruculardaki uyku.

Kuzu kulağı bitkisinden başka kuzu vb. sözcüğünü telaffuz edemediğim günlerden geçiyor olsak da Ağustos’un göbeğini vuran bu tatili palmiyelerle dolu bir elbise gibi giymekten çekinmiyorum. Biri palmiye mi dedi? Aklım yine motordaki çocuğa ve çocukluğa kayıveriyor. ‘Kim ne yapsın doları, kim ne yapsın euroyu’ rehaveti, dayı yeğenin şapka-kasket oyununu olsa olsa daha da alevlendirebilir. Ki öyle oluyor. Uyuklamakla meşgul yolcu bir kadının kucağına düşen densiz şapka öyküsü kaldığı yerden, biraz hışımla karışık biçimde devam ediyor. Buna karşın dayı ve palmiye tişörtlü yeğen, doğru yerde ve zamanda dallanıp budaklanan ağaçlar gibi uslanmak bilmiyorlar. Kediyle karışık güreşlerine kedi gibi devam etmeye niyetliyken, oğlanın palmiye tişörtü havada uçuşuyor (bu resmen palmiye oyunu) ve yol gerçekten de bitiyor.

Artık kara ve kediler burnumuzun dibinde! Karadaki kediler ise en unutulası olanı inatla hatırlamaya devam eden canlılar. Motordan inip kasabın önünde rast geldiğim Nursel Hanım, böyle bir özelliğe sahip. Kasabın ‘çok şımarık bu çok ’ dediği haliyle, ilahi Nursel Hanım’cığım, hayatına bütün bilirliği (bilmişliği değil) ile devam ediyor. Asla ama asla yerde yemek yemiyor. Nursel Hanım’ın oyunu, gün, kuru bir domates renginde batarken sürdürülmesi gereken ‘unutmama’ oyunu.

Bu esnada gökyüzünden kurutulmuş domates renginde bulutlar geçiyor. Güneş mi bulutlar mı daha gerçek, orada da sınıfta kalıyor insan. Rüzgâr desen o da ayrı bir alem. Bayram harçlığını alıp mendilini sallayan eski bir çocuk o da. Değişen, betonlaşan, kuruyup giden bir iklime bakadururken, ne olursa olsun, çocuksu bir merakı elden yitirmeme oyunu.

Bana gelince, evdeki kurutulmuş domatesleri suya atmak ve yumuşamalarını beklemekten başka çarem yok. Ama her şeye rağmen, yok hayır, çaresizlik oyunu değil bu. Hayat varsa, ertesi gün varsa, kurutulmuş domates rengi bir seher varsa, hayır, çaresizlik oyunu değil.

***

Devamını Oku

Iskarta hayatlar

19 Ağustos 2018

Anlatıyor:

Eski bir tesisat borusundan yapılma bir abajur karşımda duruyor. Mağazadaki oğlanla bakışıp duruyoruz. ‘Sevdiniz siz onu, sevdiniz’ diyor. Sevip sevmediğimden emin değilim. ‘Abajur’un yanındaki kırmızı musluğa bakıp duruyorum. Bir keresinde evde patlayan bir su borusunun izinin düştüğü bir musluk bu. Hatırlattıkları ise yerde yüzüp duran halılar ve bir o kadar sıkıntı. Bu abajurun sevgiden çok kafamı karıştırdığı ortada. Derken gözüm kovalara kayıyor. İlkokulda koridorun dibinde her birinin üzerindeki harflerle (Y-A-N-G-I-N) hatırladığım bu kovaların ne işe yaradığını tam olarak belirtemiyor oğlan. ‘Saksı diye kullanırsınız’ diyor. ‘Ne saksısı?’ diye gayriihtiyari soruyorum. ‘Ne bileyim içine kaktüs dikersiniz’ diyor. Sonunda eski bir Leica’dan bozma bir çalar saat alıp çıkıyorum.

Derdin neydi diye sormuyorum. Aslında net bir cevap aramadığımın da farkındayım. Yıllar önce bir komşumun neden söylediğini hatırlayamadığım o bilmiş cümlesi bu duruma denk düşebilir: ‘Renkler ve zevkler tartışılmaz!’ Ona da niye tartışılmasın ki diye sormadığımı fark ediyorum, vb. çelişkiler.

Aranacak bir cevap varsa o cevap, sevgili Fazilet’in (Onat) bir hafta önce gönderdiği Zygmunt Bauman’ın ‘Iskarta Hayatlar’ adlı kitabında saklıymış meğerse...

Kitabı tamamen bitiremediğim için (ve kitap ağır ağır lezzetini çıkara çıkara okunması gereken bir kitap olduğu için) birkaç noktayı sizlerle paylaşıp bugünlük dükkânı kapatmayı planlıyorum.

Bauman, kitabında ‘Modernite ve Safraları’ alt başlığıyla karşımıza çıkıp bizlerle ilk başta nesnelerle sonrasında insanlarla (özellikle sığınmacılar ve göçmenler) ilgili son derece çarpıcı saptamalar yapmış. Yaşadığımız zaman diliminin ‘atıklardan kurtulma’ çabası olduğunu dillendiriyor Bauman. Oysa bu ‘atık’ fikrini yaratan da sistemin ta kendisi. Sanayi Devrimi’nden bu yana yapılagelen bu. Ekonomik ve teknolojik ilerlemenin özü ve sözü bir atık yaratma hali aslında. 21. yüzyılın en acı tecrübesi ise bu ‘atık’ fikrinin artık tamamen insana yaftalanmış hali. Peki ya siyasetçiler ne yapıyor? Kendi pis atıklarını duru bir su gibi göstermek için en çok onları kullanıyor!

Kısacası ıskartaya çıkarılmış hayatlar, yeniden dönüştürülüyor ve tezgâha konuluyor. Kazanan kim sorusu ise ortada. En ayrımcı, ırkçı, sefil, faşist politikaları sürdüreduran siyasetçi... Ancak iş bununla da bitmiyor. Örneğin tüketim mallarının pazarlandığı birçok yer için atık kültürün hayat bulduğu yer diyebiliriz. Dahası da var: Hemen hepimiz çöpe atılma korkusu içerisinde kendimizin, toplumun, ilişkilerin ‘kurbanlık koyunu’ olma kâbusunu yaşar haldeyiz. (Kurban Bayramı için özel bir seçim değil!)

Bauman, dışlanmaktan korktuğumuz dehşetin iki kaynağı olduğunu söylüyor. İlki Büyük Birader, ikinci ise onun erkek kardeşi! Ancak ne yazık ki şimdiki zamanda çoğu insanın bu iki kaynağın izini kaybettiğini belirtmekten de geri kalmıyor. En büyük sıkıntımız da bu zaten.

Devamını Oku

Göçmen kuşların gitme zamanı

19 Ağustos 2018

Geldiler ve gidiyorlar. Ancak düşünsenize, aslında gittikleri yer, yine yaz mevsimi ve onlar yine sıcak iklimlere, güneşe gidiyorlar. Onları, bizim buralarda sonbahar hakim olurken, güney yarımkürenin sıcak iklimlerindeki gökyüzünde gören ve ‘gelmişler’ diye sevinecek sayısız çocuk kalpli var.

Bu aslında ‘neredeyiz’ sorusuna da pek güzel bir yanıt. Nerede olduğumuz ve neye, nasıl baktığımızla da ilgili. Değişmeyen gerçekse, nesilleri devam edebildiği müddetçe göçmen kuşların göç edecekleri...

Doğa’nın böyle bir yaşam diskuru ve değişmezliği var. Ancak aynı durum bizlerin yaşamı algılayışı için geçerli değil. Bizler düşüncelerimizi farklı bir açıya taşıyabilir, değişebiliriz.

Geçen Sahaflar’dan bir kitap aldım. 1995 yılında ilk baskısı yapılmış bir kitap. Ali Nesin’in, 1994-1995 yıllarında yazdığı yazıları derlediği ‘Matematik ve Doğa’ kitabının önsözünde karşıma çıkan bir paragraf var. Bu ‘hal’ aslında sonbahara yaklaşan, sonra kışa, ardından ilkbahara ve evet yine yaza göz kırpacak kişisel ve toplumsal deneyimlerimizi bir kez daha açığa (ağaca) çıkarır nitelikte. 1994’ten 2018’e ne değişti sorusunu da yanında barındırıyor. Evet vasat biçimde çok şey değişti. Ama birtakım şeylerin de hiç değişmediği ortada. Belki de bu yüzden bu kadar vasat biçimde değişiyordur her şey diyesim var.

Matematik profesörü hocamız Ali Nesin, kendine göre kolay bulduğu yazılarını bile hiçbir biçimde anlamayan lise öğrencilerini karşısında görünce şaşırmış. Yazının hakkını da teslim ederek (öyle ya her yazı ille anlaşılacak diye bir şey yoktur; okurla yazının kurması umulan köprü her zaman kurulamaz ve okur kadar yazı da bu işten sorumludur), anlatmaya çalışmış ama burada da başarılı olamamış. Derken ilginç bir şey olmuş. Ali Nesin, öğrencilerle konuştukça asıl suçlunun kendisi olmadığını fark etmiş. O dönemde Lise 2 fen bölümüne giden bu öğrencilerin ‘çift sayı’ kavramının tanımını veremiyor oluşları karşısında şaşkınlığa düşmüş.

Peki neden ?

Burada Ali Nesin’in saptamasını sizlerle paylaşmak isterim :

‘Belli ki soyutlama, genelleme, tanımlama gibi matematik yapmak ve sağlıklı düşünmek için gereken niteliklerden yoksundular. ’

Devamını Oku

Olimpiyatlar

13 Ağustos 2018

Özel Tohum Vakfı Özel Eğitim Okulu mezunlarından Hikmet Cem Sezgin, erken tanı ve eğitimin, otizmli bir bireyin hayatında nasıl bir fark yaratabileceğinin en güzel örneklerinden biri. Aldığı eğitimle okuma-yazma, okuduğunu anlama, matematik becerileri, sosyal ve toplumsal uyum becerilerinde son derece önemli ilerlemeler kaydeden, bateri ve piyano çalan Cem, sporcu kimliğiyle de dikkat çekiyor. Dereceleri ile 2018 Avrupa Paralimpik Şampiyonası’na katılmaya hak kazanan ve 2019 Dünya Paralimpik Yüzme Yarışları, 2020 Paralimpik Olimpiyatları’na katılmayı hedefleyen Cem’i içtenlikle kutluyorum. Haydi Cem, devam!

***

Bu esnada ya biz ‘normal’ yetişkinler hangi olimpiyatlara katılabiliriz sorusunu akılda tutmak önemli. Ayakkabı Kutularında Dünyalar Saklama Olimpiyatları’nda ilk üçe girebilir miyiz? Buna çok sevdiğim bir zarf atmak isterim: Bittabi.

Kürsüde Konuşanın Üstüne Yürüyen Futbolcu Olimpiyatları’nda da üstün başarı madalyası almamızın eli kulağında.

Bu halimizle envaiçeşit olimpiyata katılıp birbirinden gözde madalyalar almamız işten bile değil.

Velhasıl geldiğimiz yer fazlasıyla göz dolduruyor. İyiyiz, iyi.

Gazeteci Mehveş Evin’in bu konuda hazırladığı bir kitap var. ‘Buraya Nasıl Geldik’ sorusunu A’dan Z’ye masaya yatırmış. Evin, A’dan Z’ye derken Türkiye’nin yakın tarihine bakabileceğimiz başlıkların altını çizmiş. Sadece gazetecilerin, iletişim fakültelerinde okuyan genç öğrencilerin, sahaya açılmaya hevesli idealist ve civan muhabirlerin değil, aynı zamanda hemen her yaştan meraklı okurun da ilgiyle takip edebileceği bir çalışmayı önümüze koymuş.

Hemen birkaç başlık paylaşayım:

Devamını Oku

Dolarla ilgili bir iki şey

11 Ağustos 2018

‘Helikopteri gönderdik ya!’

Olayı fazla dramatize etme niyetinde değilim ama son günlerde birçok arkadaşımın dilinde hep o fıkrayı duyuyorum. Hani adam zordaymış ve ‘Allahım bana yardım eder’ diyormuş. En son sellerin arasında çatıya çıkıp oturduğu sırada aynı gerekçeyle tepesinde beliren kurtarma helikopterinin yardımını ‘ya bi git allasen’ diyerek reddetmiş. Ve Niyazi biçiminde ölüp gidivermiş. Sonrası daha alem. Allah katına çıktığında ‘Ey Yaradanım neden bu biçare kuluna yardım etmedin’ diye isyan ederken cevap gelmiş: ‘Yardım diye o kadar çok şey gönderdim, aklın neredeydi?’

Fıkra bir yana bugün geleceğimiz bu noktayı ekonomistler yıllardır söylüyordu. Şu an doların düşmesi için dua etmekle meşgul kişilerin bu noktada fark etmesi gerekenin başında da bu geliyor.

Öte yandan Ekonomi Bakanı’nın açıklamaları esnasında Trump’tan gelen alüminyum ve demir ürünlerin ithaline yönelik gümrük vergisinin halini kaç gazete duyurmaya cesaret edebildi emin değilim. Bakan’ın konuşmasını ve hemen ardından yapılan yorumları takip ettiğim televizyon kanalının ve nicelerinin hayal aleminde yirmi bin fersah dalışını ise son derece görkemli bir ‘dalış’ olarak zihnime kaydettiğimi ifade etmek durumundayım. Bir kez daha kulakların çınlasın Fahrenheit 451.

Ekonomi böyleyken gelelim aşka. Sevgili arkadaşım Hikmet Hükümenoğlu’nun ‘Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri’ kitabı, romanlarıyla (Körburun’u mutlaka okuyun derim) tanıyıp sevdiğimiz bu yazarı farklı bir boyutuyla da karşımıza çıkarıyor. Hükümenoğlu’nun öyküleri, tıpkı günümüz gibi. Buruk, trajikomik ve kısa.

Aşk Öyküleri-No3’ü okurken nedense şu dolar fıkrasını bir kez daha düşünesim geldi... Adam dört yıl üniversitede kızın peşinden koşuyor. Kız bunun yüzüne bakmıyor. Sonra mezun oluyorlar ve aradaki buzlar eriyor. Al sana aşk! Oğlan askerdeyken kız hasretten 17 kilo veriyor. Bir daha toparlanamıyor, toparlanamıyorlar... Kız ise kilo vermeye devam ediyor. Düştükçe düşüyor yani. Düşüş bu. Sonu gelmiyor. Geldiği yerdeyse bambaşka kırılmalar hasıl oluyor.

Aşk nedir sorusuna ‘aşk ona inanmamaktır’ biçiminde bir ön cevabınız varsa son derece keyifle okunabilecek öyküler bunlar. Şahsen, Hikmet’in sunduğu ilhamla zaman zaman yüksek sesli kahkahalar atarak okudum. Aşka inanmadığımdan değil. Tam tersi. Hem aşka hem de edebiyata inandığımdan. Kitaptaki cevabın tümü de bunu işaret ediyor aslında.

Aşk ve edebiyatın besbelli yetemeyeceği ekonomi açmazındayken, ne olacak bu doların hali sorusunun cevabını tepemizden aşağı inecek helikopterlerin skorsky gölgelerine bırakıyorum. Sonraki olası konuşmaları ise şöyle hayal ediyorum.

Devamını Oku