Cinayeti gördük

Haberin Devamı


(Kıymetli arkadaşım Yasemin Göksu ve bir grup yürekli insan Uludere’ye gittiler geçen hafta. Yasemin’in satırlarını sizinle paylaşmazsam olmaz. Epeyi kısaltmak zorunda kaldım affına sığınarak...)

Yasemin diyor ki:

“Daha giderken, yolda, biliyorum yazmam gerektiğini bunları. Gel gör ki ne zaman, yazmam gerektiğini bilsem; yazmanın içimi biraz olsun serinleteceğini... Nereden başlayacağımı hiç bilmem!(...)

Botan...

(...) Öyle çıplak görünüyor ki her yer... Öyle ağaçsız, çiçeksiz, kokusuz... Bir zamanlar binlerce koyunun gezindiği, beslendiği bu topraklarda ot yok şimdi. Yüzlerce kilometre yol giderken, altı üstü iki sürücük görüp seviniyoruz gene de. Anlatılır bir yoksulluk değil. Üstelik yaklaştıkça karşımıza çıkan, dünyanın en verimsiz o korkunç kömür yatakları, içimize iyice kasvet bastırıyor. Ve yol boyu karakollar... “Kara kol...” Etrafından korktukça, etrafına korku salan “kara kol’lar”. Öyle tuhaf ki... Yol boyu rastladığımız insanların gözündeki tedirginlik ve korku, yol boyu rastladığımız askerlerin gözündeki tedirginlik ve korkuyla neredeyse birebir örtüşüyor. Birbirlerinden aynı endişelerle çekinen, korkan insanlar... Siviller ve askerler. O ortak korku üzerine kurulmuş bir hayat... (...)

Meydanda kalabalık bir erkek grubu dizilmiş.

Ellerini, gözlerinin içine bakarak sıkmak cesaret istiyor. Zehir zıkkım bir acının ve öfkenin arasından, bir tepsi şeker uzanıyor önümüze, hoş geldiniz şekeri... Ahhh... Zehir, zıkkım...

Buz gibi soğuk alev alev yakıyor... Oraya gidene kadar, karşılaşma anı geldiğinde ne yapacağını bilemeyen üç minibüs insan, taziye sırasına girip, acıya dokunuyoruz sonunda. İnsanların gözlerinin anlattıklarını anlamak değil ama anlatmak çok zor. Ne diyeceğimizi bilemez bir halde dikilirken, neyse ki yaşlıca bir adam Kürtçe bir şeyler söyleyip, ‘el Fatiha’ diyor ve kurtarıcı bir duaya başlıyoruz.

Kendilerine ekmek parası diye sunulan çaresizliği, bilmem kaçıncı yüz kere yaptıktan sonra, bir gece yarısı düşürüldükleri bir tuzakta bombalarla parçalanarak öldürülen 35 insan... Başlarına ne geldiğini belki de anlamadan, korkudan taş kesilerek, belki saklanmaya fırsat bile bulamadan, toza toprağa karışarak... Birbirlerinden, katırlarından, belki de kendilerini vuranlardan medet umarak...

(...) Vaktin hızla akıp geçmesi sebebiyle, diğer iki köye gidişi çabuklaştırmak gereğine sığınıp, öbür köye geçiyoruz ve öbür köye... Ortasu, Gülyazı... Aslında Roboski ve Bêjuh!

Gülyazı... İsmiyle müsemma olamamaktan utanan Gülyazı... Mezarlar orada işte... Beş bin nüfuslu köyün gencecik öğretmenleri... Çoğu Kürt değil. Öğrencilerini anlatıp, ağlıyorlar. 12-13 yaşlarındaki çocuklar... Medyadan bazı omurgasızların kaçakçı ya da terörist diye yazdığı küçücük, yoksul, el kadar çocuklar... Öğretmenlerin yanında gencecik bir kız...

- Nişanlım... diyor, ‘gözlerini ne anası ne de babası kapatabilmiş. Gözü açık gömmüşler, ben yetişemedim ki kapatayım...

Vuruluyoruz!

Meydana doğru yürüyüp, bir kez daha taziye sırasına giriyoruz. Biri beni durduruyor. Kafamı çevirip, iki elimi tutan küçük elin sahibine bakıyorum. Yüzü tamamen yanmış...

- Ne oldu sana diyebiliyorum, anlatıyor. Yürek kaldırır gibi değil...

- Sonra peki...

- İki abim, benim yüzümü ameliyat ettireceklerdi, para biriktiriyorlardı... öldüler şimdi...

Allahım... Gözyaşlarımı tutmaya çalışmak faydasız... (...)

Hepsinin soruları var... Para, tazminat isteyen yok. Sorumluları arıyorlar!

- Türkler neden yaptılar bunu bize?

- Biz devlete hizmet ediyorduk. Karakol bilir; burada başka geçim kaynağımız yoktur. Getirdiğimiz ne ki? Çay, sigara, şeker, mazot... Geçerken onlara da veririz çaydan, sigaradan...

- Benim kardeşim okula gidecekti, harçlığı yoktu... Ayakkabısı yoktu...

- Ben babamı istiyorum. Ben başka hiçbir şey... Ben babamı... (...)

Dün bulunan küçük bir el, bu mezarlardan biri açılarak içine konulmuş! Bugün çıkıp gelen bir katıra sarılmış bir anne, evlâdını ondan soruyor... Birbirimize bakacak ne cesaretimiz ne yüzümüz var. Ağladığımızı da saklamıyoruz artık... Acı, soğuk kadar kesici ve yoğun. Öfke, elle tutuluyor... Mezarlık, bu çocukların daha birkaç gün önce yaşadıkları evlerin hemen üstünde...

Bu zulûm nedir, bu insanların başına gelen? Kim getirdi? Neden? Hem kurutup ocaklarını, hem ‘bundan sonra işiniz bu’ deyip, hem bombalarla parça parça ettiniz... Hem bizi bize düşman... Neden???

Kulaklarımda çınlayan bu dizeler de bir Kürdün... Hem zalim, hem korkak olana yazılmış... Hem kıyıp, hem itiraf edemeyene... Hem inkâr edip, hem kibirlenene...

Dostum! Postumun düşmanı...

Ahir zaman beyi...

Seni yere indiren zembil,

Artık inmeyecek gökten.

İpleri çürüyerek

Ve yolun yarısında koparak,

Düştü...

Düştü Kızı1deniz’e,

Kızı1deniz oldu mezarı onun... (Kadri Can)

Ama... Biz, gördük bu cinayeti... Artık yeter...

Yeter artık... Edi bese...”

DİĞER YENİ YAZILAR