Çamaşır kokulu Radiohead

9 Temmuz 2016

Uzun bir süredir radyo dinliyordum, koca bir albümü kitap gibi okumak yerine. Radiohead’in son albümü ‘A Moon Shaped Pool’ tuttu kolundan, eskiden olduğu gibi yolculuğa çıkmak isteyen içimdeki müzik aşkının. Bozyazı’daki evimizin terasındayım bunları karalarken. Glass Eyes çalıyor. Annem, yarım saattir manzarasına kilitlenip kaldığım pencere önünde çamaşırları toplamaya başladı. Manzaramı çamaşır toplama seansıyla böldüğünden değil sitemim, aksine rüzgarda denize eşlik eden çamaşırların güzelliğini kaldırdığından. Suçlamıyorum canım, toplayacak tabii ki, mangal hazırlığı ne de olsa. Radiohead’ın şarkıları hayatın her anına ustaca dokunabilir. Şarkıdan bağımsız bir kareyi canlandırabilirsiniz gözünüzde. Veya takarsınız kulağınıza başlarsınız yürümeye. Kendi klibi zaten hazırdır. O yüzden çok sevdiğim bir gruptur. Tasvir gücü çok yüksektir. Annem havluları çekerken mandallarından kendi klibimi çektim, ben de Glass Eyes’a. Çamaşırlar demişken Dolapdere on sene sonra kentsel dönüşümden nasibini alınca, en çok yokuş yukarı sıra sıra asılmış olan çamaşırların sadece fotoğraflarda kalacak olması üzüyor beni. Oysa bir Akdeniz ülkesi demek, Ege’ye çalmak demek balkonlara asılmış çamaşırların renklerinde ve kokusunda saklıdır, güneş batarken.

Albümün ilk 6 şarkıdaki deneysel iniş çıkışları, biraz sıkmadı beni desem yalan söylemiş olurum. Ama eserlerinin akış zamanını alışa gelmişin dışında kullanan sanatçılarla baş başaysanız sabırlı olmak lazım. Orhan Pamuk’u okurken gerekirse uzun bir ara verip araya başka kitaplar aldıktan sonra tekrar devem edeceksiniz. Nuri Bilge Ceylan’ın bir filmini bir çırpıda değil, belki üç güne yayarak izleyeceksiniz. Radiohead’in son albümünde de bahsettiğim sabır ön koşul. 6. şarkıdan sonra birkaç melodi ile sizi şaşırtacak ve yüzünüze tebessüm çalacak hazineler var içinde. Biliyorum bu tüketim çağında bir albüme haftalar, bir filme günler ayırmak zor zanaat ama hazineleri keşfetmek de çaba ister. Seçim sizin. Şimdi annem kocaman bir beyaz çarşaf astı bu arada. Elbise ve renkli mayolar da vardı, bir albeni... Ama bu kocaman beyaz çarşaf deterjan reklamı gibi oldu. Şimdi olmadı anne. Identikit şarkısındaki koro da neyin nesi? Şahane sürpriz. Bu albümde ve Radiohead’in birçok şarkısında, bazen Interpol’da, çokça Sigur Ros’da en çok delirdiğim an, popüler müziğin gereksiz tekrar eden nakaratlarından hiç olmaması. Damağa öyle bir bal çalıyorlar ki ikinci kaşığa eliniz uzanıyor ama nafile, şarkı orada bitiyor. Haydi al başa bir daha. Sonra bir daha. Albümü dinleyecekken o gün tek bir şarkıyla geçiyor. Kötü mü oluyor hayır. E ne diye söyleniyorum o zaman? Şımarıklık işte. Popüler kültür serzenişleri.

Bizim de denediğimiz şarkılar var bahsettiğim eylem planında. Hem sözleriyle hem melodileriyle. Mesela son albümdeki Eriyorum Nihayet’e. Fakat kemik hayranlar dışındaki insanlar o kadar tepkisiz kaldı ki şarkıya sahnede çalmak bile istemedik bir ara. Ama şimdi tekrar repertuara alacağız. Belki de eskiden yaptığımız gibi bazı şarkılarda inat etmekte fayda var. Başlığa dönecek olursam, Radiohead’in albümünü tek bir yazıyla anlatabilmem mümkün değil. Aylar sürecek belki de dinleyip keşfetmek. O yüzden burada kesmekten başka çarem yok. Sevgiler.

Devamını Oku

Kısa notlar

19 Haziran 2016

- maNga ile birlikte Cartoon Network’ün Eğlence Fabrikası yarışmasına şarkı yaptım. Bununla da kalmayıp sunuculuğunu üstlendim. Yakında başlıyor. 10-13 yaş arası yarışmacıları zorlu etaplar bekliyor olacak.

- Gece televizyonu açtım, karşımda garip bir dekor, garip bir şarkıcı ortada kırmızı ve yeşil renkli tennureler giymiş semazenler. İstanbul’daki tennure terzisi Fahri Tipi zamanında verdiği röportajda şöyle demiş: “Kıyafetler, Mevlevi ayininde dervişin kefenini temsil ediyor. Tennurenin rengi bu yüzden çoğunlukla beyaz...” Ancak yine geleneğe göre ergenliğe ulaşmamış çocuklara renkli tennure dikilirmiş. Sikke adlı başlığının mezar taşını sembolize ettiği, hırkasının dünyayı işaret gösterdiği, beyazının kefen renginde olduğu tennureler sema etmenin ne kadar derin bir yolculuk olduğunu anlatıyor. AVM’lerde, TV şovlarında görünce üzülüyorum. Sanki değersizleştiriyormuşuz gibi geliyor. Aynı şekilde mehter marşının da her şekilde her organizasyonda icra ediliyor oluşu da çok doğru gelmiyor. Kültürel miraslar daha özel ve daha özenli sergilenmeli. İlla yapılmak isteniyorsa, çevre, dekor, kalabalık o ana hazırlanmalı diye düşünüyorum.

- Televizyondaki sinema kanalları akıl etti hemen, Will Smith’li Ali liste başında yeniden. Varsa oluru bence sinema salonları da tekrar vizyona sokmalı filmi. Bir hafta bile oynatsalar salonları dolduracaklarına eminim.

- Bebek koltuğu taşıyan taksi gerekliliğini düşünüyorum. Keşke her durağa bebek koltuğu bulundurma zorunluluğu getirilse. Yeri gelmişken, trafikte ön koltukta oturan, camdan sarkan, taksilerde kucaklarda taşınan bebeklere, çocuklara ne zaman dur denecek, cezalar kesilecek? Kaza olduğu zaman kader deyip geçecek miyiz her zamanki gibi?

- GBOB dünyanın en büyük canlı yetenek yarışması. Grupların sadece kendi şarkılarını çaldıkları, her geçen gün daha da büyüyen bir organizasyon. Türkiye haklarını yeni kurduğumuz 06 Records aldı. Berlin’deki finallerindeydim geçtiğimiz hafta. Uzun zamandır bir organizasyon içinde bu kadar iyi grubu bir arada dinlememiştim. Dünyaya doğru ve sağlam bir yoldan açılabilmek için muazzam bir fırsat. Ayrıntılar ve başvuru şartları yakında. Bu arada bu senenin kazananı Sinoptik, ikincisi Bow ve üçüncüsü hteththemeth’i gideceğiniz festivallerde sık sık duyabilirsiniz.

- Bizim mahalle belki de Türkiye’nin en çok hayvan seven yerlerinden bir tanesi. Güzel hoş ama anlayamadığım bir nokta var. Gece evine girmek isteyen birisi, kapısında yatan köpeklerden korkup giremezse veya alerjisi tetiklerse ne yapıyoruz?

- Batman v Superman’i izlemeye başladım. Yarım saat dayanabildim. Batman efsanesinin yerle bir oluşu vatana millete dünyaya hayırlı olsun.

Devamını Oku

Özledim seni Ankara

21 Mayıs 2016

İstanbul’dan bunaldığım için midir, yoksa yaşın ilerlemesiyle hissedilmeye başlanan Anadolu hastalığı memleket hasretine yakalanmamdan mıdır bilemiyorum ama özledim Ankara’yı. Zaman makinesi ile yolculuğa hak kazanan bir astronot olsaydım eğer asıl gideceğimiz yerden önce tüm ekibi Yüksel Caddesi’nin en civcivli zamanına uğrayıp, bol soğanlı döner yemek için ikna ederdim. Eskiye duyduğum özlem ara ara yakalıyor beni. Gereğinden hızlı koşmadığım zamanlarda. Korkmadan bu duygudan keyif almaya bakıyorum. Eskişehir konseri sonrası Ankara’ya giderken yolda vurdu yine başıma. Acaba kahvaltıda gördüğüm simide elimin gitmemesiyle mi başladı bu duygu? Ankara’nın gerçek çıtır simidinin yerini tutmuyor başka yerlerdeki. İzmirli arkadaşlarıma hep derim, “Yahu bırakın şu gevreği mevreği, gelin ben size harbi simit yedireyim Ankara’da”. Güzeldi benim büyüme çağlarım. Çok eğlenirdik kuzenlerimle. Kulakları çınlasın. Dikmen’den kaykayla Kızılay’a inerdik. Sonra koşa koşa Hayri Plak’a. Hayri Abi diye seslendiğimiz adam gerçekten Hayri miydi bilmiyorum ama bozmazdı bizi. “Metallica 90’nın tabları geldi mi Hayri Abi?” Bir başka gün “Slayer’ın Reign Blood kaseti geldi mi Hayri Abi?”... Hiç unutmuyorum, annemle gitmiştim Slayer albümünü almak için. Dolmuşa bindik. Ben elimde sanki içi altın dolu bir sandık varmış gibi sımsıkı tutuyorum kasedi. Şoförün dikkatini çekmiş olacak “Ver bakayım o kasedi” dedi.

‘Adamcağız mahvolacak’ dedim içimden ama hiç çıkartmadı kasedi. Arka yüzünü çevirip taktıktan sonra bana döndü “E oğlum aynı şarkı başladı yine” (kasedin iki yüzü de aynıdır çünkü)... Bu hikayeyi biraz abartmış olabilirim ama ‘Bizim şoförler bile bir başkadır’ demek için uydurmadım inanın. Gerçi bir başkadır o ayrı… Bazı şeyler yok hayatımda artık. Limon Bar, A.O.Ç dondurması, Gençlik Parkı. Onları özlüyorumdur belki de...

Gidecekler için öneriler:

-Anıtkabir’i listenizin başına alın. Ama çocuk arabası veya tekerlekli sandalyeniz varsa zorlanacağınızı üzülerek söylemem gerek.

-Kuğulu Park’ta mutlaka elinizde simit ve çay ile bir yarım saatinizi geçirin. Şanslıysanız cumhuriyet amcaları, teyzeleri de katılacaktır sohbetinize.

-Hava güzel kötü farketmez Eymir Gölü’nde bisiklet ve yürüyüş, üstüne de tabii ki mangal

Devamını Oku

Şelaleden elektrik üretmek

7 Mayıs 2016

Şelale Restoran diye bir yerde durduk Eskişehir’den İstanbul’a gelirken. Telefonları şarja koymak için priz sorduğumuzda bize 80’lerden kalma gibi gözüken bir kutuyu işaret ettiler. Üzerinde 199 yazıyordu kırmızı harflerle. Gelen akımı ölçüyormuş meret. Meğersem elektriklerini kendileri üretiyorlarmış restoranda. İnanamadım. Şelaleden elektrik üretmek mi? Helal size Şelale Restoran.

Tam çıkacakken tarihi mezar taşları görüyoruz, sağdaki bir bahçede. Devlet izniyle kazı yapabildiklerini ve onları sergilediklerinden bahsediyorlar. İşte bu yüzden seviyorum Anadolu’yu gezmeyi. Büyük şehrin dumanında kaybolmuş bizlere ışık tutmaya, ilham vermeye devam ediyorlar.

Müzisyenlere vize kolaylığı

Dün okuduğum restleşme haberlerinden sonra vizesiz Avrupa yolu biraz daha uzadı sanırım. Sağlık olsun da zaten az olan ümidim yerini ümitsizliğe bırakmak üzere. Ben şanslıyım, maNga konserleri başladığından dolayı üç yıllık vizemi aldım Almanya’dan. Konsolosluğa da teşekkür ederim buradan. Bir gün vize kalkar mı bilmiyorum ama kültür-sanat ve iş dünyasının çalışanları en azından artık vizesiz girip çıkabilmeli Avrupa’ya. Müziğimizi ihraç edemememizin nedenlerinden birisidir bu. Bir müzisyenin istediği vakit yurt dışında çalabilmesi oldukça zor ve masraflı bir süreç. Bizim pasaport sistemimizde ayrıcalıklar sağlanmaz mı, bu giriş çıkışları kolaylaştırabilmek için? Biz Eurovision’a giderken gri pasaportlarla oldukça üst düzey bir muamele görüyorduk pasaport kontrollerinde mesela. Duvar suratlı bir memur bile, müzisyen kimliğimizden dolayı gevşiyor, hatta müzikten bahsetmeye başlıyordu. Tek evrensel dildir çünkü, müzik. Türkiye’de de yüzlerce grup ve müzisyen var, kaplarına sığmayan. Avrupa yapmıyorsa kolaylığını, biz onlar için bir şeyler yapmalıyız. Bir sistem geliştirmeliyiz. Bu yakışır bizim gibi büyük bir ülkeye. Tabii ki patates gibi hemen geri dönüşü beklememek lazım bu ihracattan. Zaten zor olanı da bu değil mi? Bizden sonraki nesillere bir şey bırakabilmenin cömertliği...

‘Her şey dahil’ yanlışlığı

“Her Şey Dahil” sistemi turizmimize büyük zarardır, kimse birbirini kandırmasın. Turizmci olmayabilirim ama dünyayı ve Türkiye’yi dolaşan bir meraklıyım. Dünyanın hiçbir yerinde yoksa bu sistem, biz dünyanın en ucuzcu turistlerini ağırlamaya devam ediyorsak, bir siyasi krizde tüm turizm sektörü çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsa, “her şey dahil” gibi birçok sistem parçası artık tartışılmalı ve baştan inşaa edilmeli. Kuzey ülkelerinden Alanya ve Antalya’ya çok rağbet var. Onlarla ilgili çok önemli projeler var. Geliştirilmeye de çok açık. Özellikle futbol burada çok önemli bir katalizör. Bir gün “ilgili” bir belediye bulduğumda bunları onlarla paylaşmayı çok isterim.

Devamını Oku

Daday

16 Nisan 2016

Kardeşimin acemi birliğindeki yemin töreni için Kastamonu’daydım iki gün önce. ‘Kulaktan Kulağa’ çekimleri için Abana’ya gitmiştik zamanında. Doğasına, denizine hayran olduktan sonra tekrar gitmek için gün sayıyordum. İlin güzelliklerinin yanında Türkiye tarihindeki önemi ve yer etmiş hikayeleri oldukça büyük. Bir çoğumuzun Çanakkale türküsü olarak bildiği “Çanakkale içinde” bu yörenin ağıtlarından örneğin. Savaş sırasında en çok asker gönderen ve en çok kayıp veren bölgelerden bir tanesi. Atatürk’ün bir davet üzerine ile gelmesiyle de şapka devrimi başlıyor. Ulu önder belki de bu yöreden ilham alıp başlatıyor inkılabı, kim bilir. Bizim de kaldığımız Daday seyahatinde yapıyor konuşmaları. Misafir edildiği konağa ve ruhuna selam göndererek kalacağımız at çiftliğine doğru yola çıktık, yemin töreninden bir gün önce. Çömlekçiler köyündeki “Daday At Çiftliği” nin otoparkında arabamızın motorunu susturduğumuz anda bizi sarmalayan sessizlikle birlikte gözlerim doldu. Mutlu kuş sesleri duymayalı o kadar olmuştu ki. İstanbul’daki kuşların şarkıları ile buradakilerinki çok farklı. Çiftliği harika bir doğallıkla yapmıştı Levent Bey. Tadını akşam çıkartmak üzere vakit kaybetmeden Taşçınar köyündeki doğa harikası gölete doğru üç km’lik bir yürüyüşe çıktık. Yeşilin her tonu vardı yolumuzun üzerinde. Ama gözümüz ve gönlümüzün şenliği bozuldu kıyıya vardığımızda. Ne yazık ki her yer çöp içindeydi. O manzaranın keyfini çıkartmak için kurulan sofralardan sonra insan böyle mi teşekkür eder doğaya? Doğa, bizler onu bir manzaralık kullanalım diye mi yaratıldı? Bu kıyının kenarında “Yüzmek ve avlanmak” yasaktır yazan Belediye, umarım oraya bir de büyük çöp kovası koyar. Belki o vurdum duymazların yarısını teşvik eder bu çöp kovası. Kıyının hemen karşısında yaşayan Belediye Başkanı umarım duyar sesimi. Yollara kurdukları otobüs duraklarının kendine has estetiğinden, güzel düşüncelere sahip oldukları belli. Umarım o pisliği yaratan insanların içine de aşılayacaklardır bu güzelliği. Bakın Atatürk ne demiş, Daday’da kürsüye çıktığında:

“Sizi bize başka türlü anlattılar. Burası adeta cehl (cahillik) ve taassup (bağnazlık) içindedir dediler. Bugün işte görülüyor ve parlak alınlarınızda, gözlerinizde görüyor ve anlıyorum ki, sizi bana anlatanlar çok şuursuz ve yalancı imiş. Ben sizden aldığım ilhamla bugün onlardan kalben nefret ediyorum. Benim bütün Kastamonu Vilayetinde olduğu gibi, burada da gördüğüm hakikat budur”

Ben de kısacık bir günde Daday’ın insanının farklı, güler yüzlü, oldukça eğitimli, kültürlü olduğuna tanık oldum. Atatürk’ün dediğinin aksine sizi bize hiç anlatmamışlar. Daha çok insanın duyması lazım bu güzel ilçeyi. Ama lütfen sevgili Daday’lılar, o gölete sahip çıkın. Torunlarınızın torunları da o güzelliğe tanık edebilsinler.

Hep diyorum, biz dünyanın en güzel ülkesinde yaşıyoruz. Ah bir de bunu anlatabilsek, gençliğimiz bu ülkenin her köşesini daha çok dolaşsa, yurt dışına tüm bu güzellikleri doğru gösterebilsek, ah bir de doğamızı koruyabilsek…

Ben bu satırları yazarken televizyona bir haber düşüyor. Nilüfer Belediye’sinin yıllar önce sergilemeye başladığı bir heykel, isminin altına yazılmasıyla birlikte müstehcenlikle, dini ve ahlaki değerleri zedelemekle iddiasıyla suçlanıyor. Müstehcen kelimesi sözlükte “açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız” olarak geçiyor. Bu heykele bakınca ben bu özelliklerin hiçbirini göremiyorum. Benim bildiğim, sanata değer veren Bursa Halkı da öyle görmeyecektir.

Devamını Oku

Amy’i ne öldürdü?

20 Mart 2016

Sanırım bazı solist ve grupların çok kısa kariyerlerinde neden efsane oldukları ile ilgili ön yargısız düşünmekte fayda var. Yeni neslin kolay hatırlayabileceği iki örnek: Kurt Cobain (Nirvana) ve Amy Winehouse.

3 albümle Nirvana ve 2 albümle Amy Winehouse neden bu kadar büyük bir iz bıraktı müzik tarihine? Müzikal olarak incelemenin dışında bence en büyük cevabı, o kadar vurdumduymaz bir farkları vardı ki, şok ettiler herkesi. Nirvana’nın aynı akorlar üzerine giden dev şarkıları, Amy’nin küçük yaşlarda yapabildiği emprovizasyonlar. Asif Kapadia’nın çektiği Amy’yi izledim geçen günlerde. Ne yalan söyleyeyim, bu satırlardaki gücü o belgeselden sonra bulabildiğimi fark ettim. Çünkü benim de kafamda soru işaretleri vardı.

Neydi bu “Amy” çılgınlığı diye. Şu da bir gerçek ki, soul ve caz benim ilgi alanımın kapısını ara sıra çalar. Miles Davis, Ray Charles, Erik Truffaz’dan öte değildir ilgim alakam. O yüzden de Amy’nin dehasını hemen görememiş olabilirim. Fakat filmi izledikçe, onun şarkılarını nasıl yaptığını gördükçe şaşkınlığımı gizleyemedim. Gitarla vurduğu aksak akorların üzerine bambaşka köşelerle oturttuğu vokalleri o yaşta birisi için “uzaylı” yardımıyla yapılabilecek bir şarkı söyleme tekniğiydi. Zaten herkesin sorusu şuydu, “Bu kız 17 yaşında böyleyse 27 yaşında ne olur.” Ama kimse bu sorunun cevabının “Ne yazık ki öldü” olacağını bekleyemezdi.

Hızlı şöhretin getirdiği popülerlik Amy’nin açıkçası beklemediği ve de istemediği bir şeydi. Bir rock grubunun aksine turneye çıkmak istemiyordu. Kendiyle olmak, şarkılar yazmak, stüdyoya girmek ve bağımlısı olduğu alışkanlıklarına devam etmek. Nişanlısı da pek yardımcı olmuyordu ona. Daha sonra menajerinin resti ve arkadaşlarının onu terk etmesiyle toparlanmaya başladı.

İdolü Tony Bennett ile yaptığı düet sırasında gayet mutlu ve sağlıklıydı. Bennet ona “Kendini kaybetme, çok önemlisin” demişti. Her şey güzel gidecekken anlaşmaları gereği yapmak zorunda olduğu dev turne başladı. O kadar çıkmak istemiyordu ki, terketmeye başladığı maddelere tekrar yüklenerek kendini konsere çıkamayacak hale soktu. Belgrad sahnesinde ayakta duramıyordu. Yüzbinlerin ıslığı çarpıyordu enstrümanların tellerine. Onu o halde o sahneye nasıl yolladı menajeri, hala inanamıyorum… Ve daha sonra gelen sonsuz uyku.

Tony Bennet belgeselin bir yerinde şöyle diyordu, “Hiçbir caz sanatçısı elli bin kişinin önünde çalmak istemez ki!"

Devamını Oku

Türkiye’yi tanıtma

5 Mart 2016

Aylar önce notlar almışım bir seyahatimden. Düzenleyip, ekleyip fırına verdim. Buyurunuz afiyetle: Dünyanın belki de en havalı lounge’ında Kopenhag uçuşumu bekliyorum. İsmini anlamadığım ama tadı şahane olan bitki çayımı yudumlayarak. Bonsai ağaçlarının arasında oldukça rahatım. Havaya girince laptop’ımı açıp bir iki satır yazayım diyorum. İnternet ihtiyacı da otomatik olarak doğuyor tabii. Şifreyi sorduğumda invest’li bir şey söylüyor genç. “İnvest? Nasıl w ile mi yazılıyor?” diye soruyorum önce. Anlamıyorum çünkü, neden böyle bir şifre… Hayır okunduğu gibi deyince yazıyorum “v” ile. Yatırım anlamına gelen invest sözcüğü ile değiştirmişler şifreleri. Bir anda karşıma Invest Turkey diye şık bir sayfa açılıyor. Türkiye’ye yatırım yapmak için on tane neden sıralanmış. Şahane fikir. İçimden alkışladıktan sonra başlıyor takıntılı Ferman’ın gün yüzüne çıkması. Hemen müziğe, sinemaya dair bir şey var mı diye bakıyorum ama yok ne yazık ki. Sonra ‘Gugıl Amca’ya diğer ülkeleri soruyorum. Karşıma Fransa çıkıyor. Onların da on nedeni arasında sanat yok ama daha enteresan bir şey var: Eğitim. Her neyse bu dip notu düştükten sonra dalıyorum düşüncelere. Etrafıma tekrar bakıyorum. Oldukça havalı, şık dizayn edilmiş bir lounge. Sanırsın ki bizim bütün ülkede tasarım anlayışı böyle. Daha geçen yaz çarpık kentleşme yüzünden sel bastı ülke turizminin atar damarı Bodrum’u. Kafamda bunlar uçağa biniyorum.

Genç mimarlara dikkat!

Gazeteyi açtığımda karşıma Gila Benmayor’un köşe yazısı geliyor. Sonu aynen şu şekilde: “Sanırım İstanbul’da Gehry, Jean Nouvel ya da Renzo Piano gibi mimarlığın flaş isimlerine kapıyı aralamayan kafa yapısı Tabanoğlu gibi uluslararası çapta kendini kanıtlamış mimarlık ofislerine yurt dışında destek olmayı asla düşünmüyor. Türkiye’nin tanıtımı diyenler daha çok kapsayıcı olmayı bir öğrenseler.” Kısmen katıldığım bir serzeniş. Bahsi geçen şirket, yurt dışındaki Türkiye konsoloslukları gibi binaların yabancı mimarlık bürolarına yaptırıldığından muzdarip. Yani diyor ki Gila Hanım, burada yabancıya yaptırılmıyor yurt dışında da Türk’e. Kısmen katılıyorum dememdeki neden ise, Kartal Belediyesi’nin uzun zamandır Zaha Hadid’in ismini zikretmesi. Yani olumlu gelişmeler de var.

Fakat bir mimar olarak benim canımı sıkan sorun tam olarak bu da değil. Sorun gerçekten iyi bir mimarlık eğitimine sahip olan ülkemizin, gençlerini pazarlayamaması.

Ne yurt içinde, ne yurt dışında. Mesela İngiliz Foster’ın ofisinde çalışan Türk gençleri var. Acaba haberdar mıyız? Önemli İstanbul projelerini hiç genç mimarlarımızın katılabileceği yarışmalara ne zaman açacağız? Sorular sorular sorular, cevapsız sorular… Sadece olumsuzluklardan bahsedecek değilim. Türkiye’nin tanıtımı konusunda turizm, sanayi, enerji gibi konular dışında da kafa yoran insanlar tabii ki var, yönetim kadrolarında.

Örneğin her sene Ekim ayında Amsterdam’da dünyanın en büyük dans organizasyonlarından birisi yapılıyor. Benim geliştirdiğim bir proje dahilinde FG radyolarının kurucusu ve yakın arkadaşım Birol Giray ile birlikte orada İstanbul günü yapmaya karar verdiğimizde, Kültür Bakanlığı buna oldukça sıcak yaklaştı. Gerekli düzenlemeler, maddi manevi desteği gösterdiler. Son anda yaşanan bazı aksaklıklardan dolayı seneye yapmakta daha yarar gördüğümüzden erteledik. Turizm Tanıtma Genel Müdürü İrfan Önal ve ekibine ilgi ve alakalarından dolayı teşekkürü borç bilirim. Kısacası her şey kötü değil, herkes aynı değil, sabır sabır sabır, her şey güzel olacak…

Devamını Oku