Şehirde sanat dinamizmi

14 Eylül 2018

Contemporary İstanbul’un yanı sıra ardı ardına açılan sergiler hepimizin içindeki sanatsever ışığı yeniden yaktı. “Otelde Bir Gün” isimli karma sergi, “Evrenin Titreşen Işıkları” ve “Tutkunun Anatomisi” başlıklı sergiler görmeniz gerekenlerden.

Gelecek haftanın hareketliliği şimdiden takvimleri ele geçirdi. Contemporary İstanbul fuarının yanı sıra ardı ardına açılan sergiler hepimizin içindeki sanatsever ışığı yeniden yaktı. Bu hafta programınıza almanızı önerdiklerimi paylaşıyorum.

Zilberman sezona 21 Eylül’de merhaba diyor. Kolektif bir sanatçı işbirliğinden doğan “Otelde Bir Gün” isimli karma sergi; Başak Bugay, Hera Büyüktaşcıyan, Can Küçük, Şant Mengücek ve Erinç Seymen’in çalışmalarını içeriyor. Galeri sanatçılarından Erinç Seymen’in daveti ile bir araya gelen bu isimler, “otel” konseptini, hem sınıflı topluma dair bir kara mizahın hem de dünyadaki geçici varlığımızın sahnelendiği bir zemin olarak ele alıyor. Otelin; birbirinden apayrı ihtiyaçlar, beklentiler, gelecekler ve amaçlar doğrultusunda tamamen rastlantısal şekilde aynı çatı altında bulunmuş insanlara dair sağladığı ortak alan fikrinden beslenen sergi, kültürel, toplumsal ve bireysel düzlemde bir okuma sunuyor. Her bir sanatçının özgün üretim pratiğiyle ve kendi sanatsal duruşunu yansıtan fikirsel yaklaşımıyla ele aldığı tema, şimdiden beni heyecanlandırdı. Sergiyi merakla bekliyorum.

SALT Beyoğlu’nda geçtiğimiz hafta kapılarını açan “Evrenin Titreşen Işıkları” başlıklı sergi, dört sanatçının mekânsal müdahale ve bir tür performatif iz bırakma niteliğindeki çalışmalarıyla iddialı bir yapım ortaya koyuyor. Kavramsal yönü hayli güçlü yapıtların; toplumsal kimlik, hakimiyet, etnik aidiyet, cinsiyet, akrabalık gibi başlıklar altında sıfırdan bir yorumlama sunduğu sergi, ismini Cixin Liu’nin “The Three-Body Problem” adlı bilim kurgu romanındaki bir bölümden alıyor. Çevremizi ve bütünsel bakış açımızı evrilten olaylar ve durumların gelecekteki algılanışına dair alternatif bir yaklaşım sunan sanatçılar, şimdinin yerine mantığın ve zihinsel aşinalıkların sorgulandığı yeni bir zemin öneriyor. Anna Boghiguian, Rana Hamadeh, Navine G. Khan-Dossos ve Merve Ünsal’ın işlerini bir araya getiren sergi, 30 Aralık’a kadar görülebilir.

Pg Art Gallery, Özer Toraman’ın kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Kimlik ve cinsiyet politikalarının dayattığı zihinsel ve fiziksel prototipleşmeyi eleştirdiği portreleriyle karşımıza çıkan Toraman, “Tutkunun Anatomisi” başlıklı sergisinde; duygudan düşünceye ve sonrasında eyleme yönelen tutku kavramından yola çıkıyor. Resimlerdeki figürlerin, herhangi bir cinsiyetçi kalıba ve duruşa referans vermemesi konusunda oldukça titizlik gösteren sanatçı, kadın-erkek kimliğinin ötesine uzanan bir tekil arayışın resmini çiziyor. 12 Ekim’e kadar görülebilir.

Fotoğrafa gönül veren sanatseverler ise rotasını Bomonti’ye çevirerek Leica Galeri’yi ziyaret edebilir. 20. yüzyılın moda ve portre fotoğrafçılığının öncü isimlerinden Horst P. Horst’un kişisel sergisi, izleyicilere keyifli bir deneyim vadediyor. Moda & Portreler başlıklı sergi 24 Kasım’a dek açık.

Devamını Oku

Tophane’den Pera’ya sanat rotası

7 Eylül 2018

Eylül ayında İstanbul sanat ortamında sezona merhaba diyecek sergileri Tophane’den Pera’ya sizler için derledim.

Tophane’deki Tomtom sokağın gözde mekânlarından Krank Art Gallery, genç sanatçı Merve İşeri’nin “Çürüyen Kavunlar” isimli kişisel sergisini ağırlıyor. Sanatçı; zamandan ve mekândan bağımsız, hayalvari bir dünyanın kapısını aralayan dört resim üzerine kurguladığı sergisinde, kişisel gelişim ve dönüşüm haline bir çeşit güzellemede bulunuyor. Her bir resimdeki dişil figürle birlikte dört sayısının sembolize ettikleri oldukça zengin. Dört element, ayın dört evresi, dört mevsim, dört ana yön gibi uzayıp giden liste aslında zamanın ve insanın durmadan kendisini yenilemesindeki döngüye atıfta bulunuyor. Sanatçının kendine has resimsel üslubuyla stilize ettiği figürler, değişmekte olan bedenin temsili olarak okunuyor. Küratörlüğünü Nicole O’Rourke’nin üstlendiği sergiyi, 20 Ekim tarihine dek mutlaka görün derim.

Rotayı Karaköy’deki Juma binasına çevirdiğimizde ise 14 Eylül tarihinde ortak açılış yapacak olan birbirinden iddialı sergiler bizi bekliyor. artSümer, sezonu Gökçe Erhan’ın ilk kişisel sergisi “Resimli Dünya Atlası” açıyor. İzleyiciyi resimlerinde anlattığı dünyaya kuş bakışı bakmaya yönlendiren Erhan’ın çalışmaları, doğal yaşam alanımıza döndüğümüzde karşılaşacaklarımızın adeta bir ön izlemesini sunuyor. Habitat adını taşıyan serisinden yağlıboya işleriyle birlikte resimlerine konu aldığı olaylar üzerine gerçekleştirdiği performanslarını içeren bir video çalışması ve naylon poşetlerden yaptığı kolajları izleyiciyle buluşturacak olan sanatçı, insan eliyle doğaya verilen zararı zihinlerde canlı tutuyor.

Mixer ise 2 farklı sergiyle sezona merhaba diyor. Benim de severek takip ettiğim isimlerden Alican Leblebici’nin kişisel sergisi “Son Çağrı”, gündeliğimizin içinde görmeye alışkın olduğumuz ve tanıdığımız nesneler üzerinden ürettiğimiz korkuları masaya yatırıyor. Sergi, çalar saat, yüksek rütbeli bir subayın şapkası, anti-depresanlar, uçuş panosu gibi nesnelerin; iktidar ilişkileri icra etme, korkularla başa çıkma ve hesaplaşma gibi farklı güçlerini gösteriyor. X-ray resimleriyle gözetleme, suç eşleştirme gibi soyut ve görünenden uzak bir yaklaşımın altını çizen sanatçı, küresel düzeydeki krizin ortasındayken çıkış noktasının içimizde olabilme ihtimalini sorguluyor. Üç fotoğraf sanatçısının bir araya getirildiği “Yakınlaşma” ise doğa ve zihin arasındaki bağlantıya odaklanıyor. Sergide işleri yer alan Emre Baykal, Nazlı Erdemirel ve Esra Özgüroğlu, beynimizdeki şaşırtıcı çözümleme yeteneği ‘’örüntü algısı’’ üzerinden kendi fotoğrafik üsluplarını kullanarak zihindeki bu etkileşim biçimlerini araştırıyor. Mixer’deki her iki sergiyi de 20 Ekim’e dek izleyebilirsiniz.

Pera’ya vardığımızda başarılı isimlerden Burcu Yağcıoğlu’nun solo sergisiyle Galerist bizi karşılıyor. Farklı ölçekteki desen ve kolajlarının yanısıra galeri mekânına müdahalesiyle izleyiciyi adeta bir girintinin içine çeken sanatçı, bir evrimsel mikrobiyoloji teorisi olan simbiyogenesis kavramını ele alıyor. Buradan yola çıkarak öznenin eylemliliğini sorunsallaştıran “İçeride”, 13 Eylül 20 Ekim 2018 tarihlerini arasında mutlaka görülmeli.

Devamını Oku

Haftanın sergileri

31 Ağustos 2018

Heyecanla beklenen sanat dolu günler geldi çattı. İstanbul’un rengine renk katan sergiler birer birer kapılarını açıyor. Bu hafta sanatseverlere merhaba diyecek olan erkencilerden bir seçki hazırladım.

Sezonun açılışına ilk adımı atan Galata Rum Okulu oluyor. Birbirinden iddialı üç farklı sergiyle izleyici karşısına çıkacak olan mekân 5 Eylül itibariyle ziyarete açık olacak. Benim de takibimde olan başarılı sanatçı Necla Rüzgar’ın “Çok Kalpli Varlık” adını taşıyan kişisel sergisi, son dönem işlerin yanı sıra sanatçının daha evvelki yıllarda imzasını attığı çalışmalarını da bir araya getiriyor. Çok Kalpli Varlık tabirini, farklı tür ve özelliklere sahip canlıların, durumların ya da düşünme biçimlerinin iç içe geçmesi olarak tanımlayan sanatçı; sergideki yapıtlar arasındaki kronolojik ilişiyi de bu bağlama oturtuyor. Mitolojiden tanıdığımız Medusa imgesi etrafında şekillenen yılan saçlı kadın portrelerinin merkezde olduğu sergi; canavarları ve çirkinlikleri karşısına alan bu çok kalpli varlıkların masalsı mücadelesinden sahneler sunuyor. Küratörlüğünü Deniz Artun’un üstlendiği sergi 30 Eylül tarihine dek görülebilir.

Gülçin Aksoy’un “KORO” isimli solo sergisi de 5 Eylül’den itibaren Galata Rum Okulu’nda bizleri bekliyor. Kavramsal derinliği yüksek enstalasyonlarıyla tanıdığımız Aksoy’un çeşitli mecralarda ürettiği son dönem yapıtları şimdiden merak uyandırıyor diyebilirim. Sıradan ve gündelik görünen mekân, nesne, durum ve olaylara kratolojik bir araştırma sahası olarak yaklaşan sanatçı, günümüz normlarını aile, cinsiyet, ahlak, toplumsal sınıf, devlet ve ideoloji kaynaklı göstergeler aracılığıyla irdeliyor. Derya Yücel’in küratöryal işbirliğiyle sunulan sergide; videodan yerleştirmeye, dokumadan fotoğrafa ve performansa kadar farklı medyumlardaki işler bizleri bekliyor. Aksoy’un zihninden ve belleğinden taşanlarla; seyir korosu, sanatçılar korosu, ağaç korosu, koro şefleri korosu, kendi kendinin korosu, ağlama korosu listesinin uzayıp gittiği “KORO” 30 Eylül tarihine dek açık.

Galata Rum Okulu’nda yer alacak üçüncü etkinlik ise Ani Çelik Arevyan’ın “Olduğu Gibi” isimli fotoğraf sergisi. Sanatçının yaklaşık otuz yıl boyunca dünyanın farklı bölgelerinde çektiği fotoğrafların ortak özelliği tarihsel, zamansal ve mekânsal referanslardan sıyrılmış olmaları. Bulunduğu yerlerin hafızasını toplayarak oluşturduğu birikimi, bambaşka imge ve anlarla bir araya getiren Arevyan, ortaya çıkan bu yeni serisinde yakaladığı kavramsal diyaloğu bizlerle paylaşıyor. Her bir fotoğraf ikilisi arasında keşfettiği form ya da renk ortaklığını ön plana çıkartan sanatçı, bir anlamda kendi arşivinden de kesit sunmuş oluyor. Haldun Dostoğlu’nun küratöryal desteği ve Nevzat Sayın’ın sergi mimarisiyle sanatseverlerle buluşan “Olduğu Gibi”yi 30 Eylül’e kadar izleyebilirsiniz.

Karaköy’ün sezona erkenden merhaba diyen galerisi Sanatorium ise Yunus Emre Erdoğan’nın “Şeylerin Ufku” isimli kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Hazır nesne ve füzen resimlerin birlikteliğinden oluşan bir yerleştirmeye imza atan sanatçı, nesne-mekân ilişkisine odaklandığı sergisinde, algımızın bu alanları ve orada bırakılan izleri deneyimleme biçimini masaya yatırıyor. 7 Eylül’de sanatseverlerle buluşacak olan sergi, 14 Ekim’e dek açık.

Devamını Oku

Sezona başlarken

24 Ağustos 2018

Tüm sanatseverler gibi heyecanla beklediğim günler yaklaştı. Sezonda izleyeceklerimizi paylaşmak istiyorum.

Gelecek yılı şimdiden iple çekmemize neden olan bir haber, 16. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü, Palais de Tokyo’nun kurucularından Fransız küratör, yazar ve akademisyen Nicolas Bourriaud’nun üstleniyor olması bana göre. Aldığım duyumlara göre şimdilerde yerel sanat ortamının önemli isimleriyle bir araya gelerek görüş almayı sürdüren küratörün, ilişkisel estetik ve interaktif/katılımcı sanat üretimi üzerine çalıştığını göz önüne alırsak bienalde bizi izleyicinin de kendisine aktif olarak yer bulabileceği bir seçki bekliyor.

Gerek küratöryal anlamda gerek izleyici deneyimi açısından oldukça ilgi çekici bir bienal olacağını tahmin ediyorum. Önümüzdeki günlerde açıklanacak kavramsal çerçeveye dair dolaşan söylentiler beni epey heyecanlandırdı. Bienal kapsamında düzenlenecek özel etkinlikler de merak uyandırıyor. Bienalin 30. yılı olması vesilesiyle hazırlanan özel proje, 1987’den bu yana düzenlenen her edisyondan birer sanatçının eserlerinin sınırlı sayıda üretilen baskılarını özel bir sette topluyor. Limited Editions ismini taşıyan bu sınırlı üretim projesi; Nevin Aladağ, Halil Altındere, Francis Alÿs, Taner Ceylan, Mark Dion, Elmgreen & Dragset, Ayşe Erkmen, İnci Eviner, Gülsün Karamustafa, Füsun Onur, Michael Rakowitz, Wael Shawky, Adrián Villar Rojas, Lawrence Weiner ve Akram Zaatari gibi pek çok yıldız ismi bir araya getiriyor. Limited Editions projesinin geliri ise gelecek yılki bienalde dünya prömiyerini yapacak yeni eser üretimine fon olarak kullanılacak.

Tasarım bienali okula dönüşecek

İKSV’nin bize kazandırdığı önemli etkinliklerden olan İstanbul Tasarım Bienali’nin dördüncüsü bu yıl gerçekleşiyor. “Okullar Okulu” teması üzerine kurgulanan; tasarımı bir öğrenme yöntemi, öğrenmeyi de bir tasarım biçimi şeklinde ele alan bienal, 22 Eylül - 4 Kasım tarihleri arasında gerçekleşiyor. Bienal mekânları, hepimizin ayağının aşina olduğu Akbank Sanat, ARTER, Pera Müzesi, SALT Galata, Studio X İstanbul, Yapı Kredi Kültür Sanat gibi kentin önde gelen kültür-sanat kurumları oldu. Böylece bu kurumların Kasım ayına dek sergi programları yerine bienale ev sahipliği yapacağını da duyurmuş olalım. Küratörlüğünü; Belçika’nın Hasselt kentindeki Z33 Güncel Sanat Evi ve Fransa’nın Arles kentindeki deneysel tasarım laboratuvarı atelier LUMA’nın sanat direktörü olarak görev yapan Jan Boelen’in üstlendiği bienal, farklı yaş ve disiplinlerden yerli ve yabancı 100’den fazla katılımcıyı ağırlayacak. Ekonomik, sosyal, teknolojik ve kültürel gündeme duyarlı bir yaratıcı üretim anlayışı geliştirilmesi adına özgün öğrenme yöntemlerinin izini sürmeye zemin hazırlayacak. Tasarım eğitimi konusuna da eleştirel bir yaklaşımla değinecek olan Okullar Okulu’nun bana göre en ilgi çekici yanı her bir mekânın; Bozum Okulu, Ölçekler Okulu, Dünya Okulu gibi farklı başlıklar altında

“okul”a dönüştürülecek olması. Açık çağrı yöntemiyle seçilen katılımcıların neler ortaya koyacağını merakla bekliyoruz.

Elbette yılın gözde etkinliklerinden Contemporary İstanbul da bu sene dolu dolu geçeceğe benziyor. 20-23 Eylül tarihlerini şimdiden ajandanıza not edin derim. Oldukça dinamik bir sezon bizi bekliyor.

Devamını Oku

Yaz biterken

17 Ağustos 2018

Alternatif sanat mekanlarının ağırlıkta olduğu çoklu sergi projesi Büyük Çayır Sergileri bayramda İstanbul’da kalan sanatseverler için iyi bir alternatif.

Yeni sezonun startı verilmeden önce yaz aylarının kapanışını yapan son etkinlik Büyük Çayır Sergileri, şehirdeki sanatseverleri minik bir İstanbul turuna çıkarıyor. Alternatif sanat mekânlarının ağırlıkta olduğu çoklu sergi projesi, yeni dönem kıpırdanmaları arasında gözden kaçmasın derim.

Konsept tasarımında Norgunk imzası taşıyan proje, çeşitli semtlerdeki tam 14 farklı mekânda 29 sanatçı ve kolektifin katılımıyla gerçekleşiyor. Yerli çağdaş sanatın önde gelen isimlerinin yanı sıra yabancı sanatçıların da işlerinin yer aldığı sergi serisi, aynı tema altında çok medyumlu bir diyalog ortaya koyuyor. Mekânlara göz gezdirecek olursak kitabevinden video space’e, Cihangir’den Beykoz’a uzanan hattıyla çeşitlilik ve bağımsızlık birinci kıstas diyebiliriz. Tıpkı çayır kelimesinin zihnimizdeki özgürlük ve zamansızlıkla bağlantılı çağrışımı gibi bu sergiler de üretimlerin herhangi bir kısıtlama olmaksızın kendilerine en uygun yeri buldukları özgür alanlara dönüşmüş. Projenin yıldızı ise hemen hemen her noktada işine rastladığımız Sarkis elbette. Sait Faik’in 12 farklı kitabının kapaklarıyla yaptığı duvar saatleri, neredeyse tüm mekânlarda sizi bekliyor olacak. Bu major yerleştirmenin diğer işlerle arasındaki etkileşim ise her sergide yeni bir boyut kazanıyor. Farklı sanatçı ve pratiklerle kurduğu köprüleri keşfetmek eminim size de heyecan verecek. Nişantaşı’nın genç ve yenilikçi galerilerinden Ariel’de; Larissa Araz, Can Aytekin, Sinem Dişli-Ege Kanar, Sinan Logie, Nermin Er ve Sarkis’in çalışmalarından oluşan zengin bir seçki sunulurken Öktem&Aykut; Murat Akagündüz’ün desenleri ile Antonio Cosentino’nun yerleştirmesini tek bir çatı altında birleştiriyor. Tophane’nin özgün konseptli galerisi Riverrun, Lara Ögel’in video ve nesne odaklı enstalasyonunu ağırlıyor. Geçtiğimiz sezon aramıza katılan video mekânı Bilsart ise Heinz Peter Schwerfel’in sanatçı portreleri adı altında 5 farklı filmi gösterimde tutuyor. Georg Baselitz, Alex Katz, Bruce Nauman, Annette Messager ve Anish Kapoor filmleri, sırasıyla her Salı-Cumartesi arası izlenebilir. Son dönemin parlayan mekânı Ark Kültür’de, benim de çoğunu ilgiyle takip ettiğim başarılı isimlerin çalışmalarından oluşan seçki göz dolduruyor. Yerleştirmelerini çok beğendiğim Meriç Algün ve Galerist’teki solo sergisiyle sesini iyice duyuran Merve Ünsal’ın yanı sıra Ayşe Erkmen, Selim Birsel, Özlem Günyol-Mustafa Kunt gibi yıldız isimlerin işlerini görmek için mutlaka Cihangir tarafına uğranmalı. Alternatif kimliğiyle ilgi çeken BAS ise bünyesindeki “Sanatçı Kitapları” koleksiyonunu, yazar Cem İleri’nin yorum, düzenleme ve icrasına açıyor. Sergi turunun başlangıcında aşina olduğunuz bir galerideki desenlere bakarken, birden kendinizi yeşilliklerin ya da kitapların ortasında bulabiliyorsunuz. Bu yönüyle oldukça merak uyandıran ve sıra dışı bir proje olduğunu söylemeliyim. Norgunk kesinlikle tebriği hak ediyor. Büyük Çayır Sergileri kapsamında rotanıza alacağınız diğer yerler ise Tophane’deki Mars İstanbul, Galatasaray’daki Gon, Çukurcuma’da Masa, Moda’da yer alan Poşe ve tabii ki Rob 389 kitabevleri. 15 Eylül tarihine dek keyifli bir kent turu yaparak sergilerin tadını çıkartabilirsiniz.

Devamını Oku

Bodrum’un saklı kültür bahçesi

10 Ağustos 2018

Geçtiğimiz haftaki Bodrum seyahatimden muhteşem bir keşifle döndüm ve hemen sizlerle paylaşmak istedim. Tatil beldelerinin böyle sürpriz mekânlarla dolması beni heyecanlandırıyor. Zai Bodrum da deniz, kum, güneşin ötesinde sunduğu alternatiflerle sizin de gönlünüzde

taht kuracak.

Bodrum’un özellikle yaz aylarında yükselen keşmekeşine kapılarını kapatmış olan, içeri girdiğiniz anda huzur ve dinginliğin hücrelerinize işlediği Zai Bodrum, ismini zeytinin eski bir deyişinden alıyor. Antik çağlardan itibaren tarih, mitoloji, din, bilim, kültür ve sanatta kutsal ve değeri tartışılmaz bir meyve olarak kabul edilen zeytinin; bilgelik, arınma ve ölümsüzlükle özdeşleştirildiği de biliniyor. İnsanın varoluşundan bu yana yetişmeye devam eden zeytinin sembolize ettiği şekilde, nesiller boyu süren bir aktarım ve birikimden ilhamla yola çıkılmış Zai’de. Tıpkı İlyada Destanı’nda Homeros’a fısıldayan zeytin ağacının “Ben herkese aidim ve kimseye ait değilim, sen gelmeden önce de buradaydım, sen gittikten sonra da burada olacağım...” sözlerini hatırlatır gibi değerli sanatçılarımızın isimlerinin bahçedeki ağaçlara verildiğini görmek beni çok mutlu etti. Eserlerinin yanında isimleri de bir zeytin ağacının gövdesinde ölümsüzleştirilmiş sanatçılar adına muazzam bir yüceltme örneği.

Yeni nesil kütüphane

Kendilerini Yeni Nesil Kütüphane olarak tanımlayan Zai’nin kapıları tüm edebiyat, müzik ve sanatseverlere açık. Bahçesinden girdiğiniz anda buradaki yaşamın sukünet ve huzur üzerine kurulu olduğunu anlıyorsunuz. Öyle ki neredeyse Japon Zen bahçelerini aratmadığını bile söyleyebilirim. Victor Hugo’nun, mekânın duvarında asılı duran “Kitaplık kurmak, tapınak yapmak kadar kutsaldır.” deyişini haklı çıkartırcasına bir meditasyon ortamı vadeden ve benim ruhu besleme alanı olarak nitelendirmeyi seçtiğim Zai’de, kişinin kendisiyle ve doğayla baş başa kalması esas olduğu için buna yönelik kurgulanmış bir sistem var. Kütüphanelerde yaygın olan ödünç verme şeklinde değil satın alma ya da orada bulunduğunuz süre boyunca okuyup geri bırakma usulüyle işleyen düzen, bir yandan da komün bir vakit geçirme anlayışını cazip kılıyor. Benim de deneme, şiir ve roman türlerinde bir kaç kitap alarak katkıda bulunduğum kütüphanenin hayli zengin seçenekler sunduğunu da söylemeliyim.

Kültür sanat vahası

Zai’yi yalnızca bir kitaplık işlevinden ibaret sanmayın elbette. Burayı gerçek bir kültür-sanat mabedi haline getiren pek çok etkinlik de düzenleniyor. Sinema alanına özel Film Okuma etkinliği interaktif yapısıyla göz doldururken, edebiyat dünyasına düşkünler için yazarların ağırlandığı söyleşi günleri programı zenginleştiriyor. Bahçesinde müzik dinletisi, kütüphanede özel okuma aktiviteleri ya da ressamların tablolarını izlemek, kültür-sanat meraklılarının kalbini çalacak türden seçenekler. Çeşitli alanlardaki atölye ve eğitimler de gelecek dönem kendisine yer bulacak. Şimdiden takibe alın derim. Ben de sıcak bir yaz günü Ağustos böcekleri ve kuş sesleri eşliğinde, piyanonun bile eksik olmadığı o huzur verici kafede kahvemi yudumlarken, bu saklı kültür-sanat cenneti gibi örneklere ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum.

Daha önce Casa del Arte ile başlattıkları yenilikçi projelerle ortama değer katan Büyükkkuşoğlu ailesini tebrik ederim. Bodrum’a yolu düşenlerin mutlaka uğramasını öneririm.

Devamını Oku

Çağdaş sanat ve gastronomi el ele

3 Ağustos 2018

Gündelik yaşam pratiğimizin temelinde yer alan konuların çağdaş sanat üretimlerinde sıkça karşımıza çıkıyor. Bu hafta yemek ve sanat ilişkisini ele almak istedim.

Geçtiğimiz günlerde yabancı bir yayında okuduğum bir haber, bir süredir zihnimde yer etmiş olan bu disiplinlerarası birlikteliğe değinmeye itti beni. Dünyaca ünlü enstalasyon sanatçısı Olafur Eliasson’u restoran açma fikrine kadar götüren yemek yapma tutkusundan bahseden haber, pişirmenin sanat pratiği üzerindeki olumlu etkisini masaya yatırıyor. Berlin’deki stüdyosunda, çalışanlarına her gün taze ve titizlikle hazırlanmış mönüler sunan Eliasson; yapıtlarının kavramsal temelini oluşturan ekoloji, çevre bilinci, doğallık ve yalınlık gibi unsurları kendi mutfağında da gözettiğinden bahsediyor. Vejetaryen ağırlıklı yemeklerin ve yerel malzemelerin tercih edildiği stüdyo mutfağında, yemek yapmanın bireysel motivasyon kaynağı olmasının yanı sıra birlikte yemenin kişilerarası diyalog geliştirici niteliği de önemseniyor. Olafur Eliasson’a göre atölyede bu türden komünal aktivite ve iletişimin beslenmesi, ortaya koyulan yapıtların ruhuna ve fikirsel alt yapısına da yansıyor. Mutfağın yaratıcılık kaynağı bir alan olduğu konusunda hepimiz hemfikirizdir sanıyorum. Eliasson da atölyesinde tam olarak bu yaratıcı potansiyeli artırmak ve deneysel eğilimler eşliğinde sanatına dahil etmekle ilgileniyor. Bu açıdan oldukça ilham verici bulduğumu söylemeliyim.

Liderlerin mönüsü

Başarılı sanatçılarımızdan TUNCA’nın da bu alandaki çalışmaları mutlaka hatırlanmaya değer. 2014 yılında gerçekleşen Desire isimli sergisi kapsamında aşçılık eğitimi alan TUNCA, dünya siyaset sahnesine damga vurmuş liderlerin sevdikleri yemekleri detaylı bir araştırmayla ortaya çıkarıp resimlerini yaptıktan sonra tarifleri bizzat kendisinin pişirirken gerçekleştirdiği performans videolarını sergilemişti. Bana göre sanat ve gastronomi ilişkisine dair en sıra dışı ve yenilikçi bakış açısını ülkemize kazandırmış olan TUNCA, daha sonra çeşitli sanat etkinlikleri dahilinde gerçekleştirdiği yemek odaklı performanslarıyla da çalışmasını zenginleştirdi. Yemek yemenin ve pişirmenin temel bir sosyalleşme olanağı olmasına dikkat çeken sanatçı, çağdaş sanata gastronomiyi incelikli bir şekilde entegre etmeyi başardı diyebilirim.

Sanat mı değil mi?

Yurt dışından örnek vermek gerekirse Art Basel 2015’te, Arjantinli sanatçı Rirkrit Tiravanija’nın bu temaya dair ses getiren performansından bahsedebilirim. Fuar alanının ortasında kurulan düzenekte Thai yemekleri pişiren sanatçı; ziyaretçileri kendisini izlemeye, soru sormaya ve yapılan yemeği tatmaya teşvik ediyordu. Buradaki temel soru elbette bu performansın, bir sanat üretimi olarak görülüp görülemeyeceğiydi. Bu katılımcı odaklı çalışmasıyla Tiravanija’nın, izleyenlerin zihninde gastronomi-sanat ilişkisine dair yeni kapılar açtığı bir gerçek. Yine aynı edisyonda, Katalan sanatçı Daniel Steegmann Mangrané’nin; ziyaretçilere kendi taze portakal sularını sıktırdığı interaktif işi de hatırlanmaya değer. Geçtiğimiz yıl ise Subodh Gupta, “Dünyayı Pişirmek” isimli yerleştirmesiyle fuara damga vurmuştu. Mülteci krizi, yer değiştirme ve yurtsuzluk temaları etrafında geliştirdiği çalışmasında, yemeği sembolik bir tüketim nesnesi olarak ele alan Gupta, konuya politik derinliğiyle göz dolduran bir örnekle dahil oldu.

Devamını Oku

Sanat terimlerine bakış

28 Temmuz 2018

Günümüzde sanat terimlerinin çoğu bilinmiyor. Hemen her gün bu terimleri duyuyoruz. İşte o terimlerin anlamları...

Bu hafta; her sanatseverin, gördüğü yapıtı, gezdiği sergiyi, tanıştığı pratiği özümsemesi açısından oldukça değerli olduğunu düşündüğüm ve geçtiğimiz günlerde bir yabancı yayında rastladığım mini sanat terimleri rehberini sizler için özetlemek istedim.

Kanon: Kelime anlamı olarak düzen, kural, kriter anlamına gelen ve etimolojik kökeni Yunanca’ya dayanan terim; aslında edebiyattan müziğe pek çok disiplinde kullanılıyor. Günümüze kadar gelen deyimiyle ise sanat tarihinde temsil ettiği hareket, kuram ve eğilimin saygınlığı kabul görmüş öncüleri için bir niteleme olarak başvuruluyor. Bir alandaki en üst düzey örneği ifade eden bu terimi; Picasso’nun kanonik bir ressam, Son Akşam Yemeği’nin ise kanonik bir resim olduğu cümleleriyle açıklayabiliriz.

Resimsel: Bir eserin ressam elinden çıkmış olduğunu vurgulayan ve fırça darbelerinin hakimiyetindeki bir yüzeyi tanımlayan terim; resim yapma pratiğinin özündeki doğal boyama hareketini keskin çizgisellikle sınırlamamayı tanımlar. Barok dönem sanatçılarında rahatlıkla farkedebileceğimiz bu eğilim, sonrasında empresyonistlere de ilham olmuştur.

Figüratif: Aslında bu terime, bir döneme damga vuran soyut-figüratif tartışmalarından aşina olan pek çok sanatsever vardır. Kelime kökünden de anlaşıldığı üzere bir sanat yapıtında, şart olmasa da çoğunlukla insan figürü ya da gerçek yaşamdan bir takım nesneler seçilebiliyor ve kompozisyon tanımlanabilir bir formal yapı içeriyorsa buna figüratif nitelemesi yapıyoruz. 20. Yüzyıl akımlarında daha net bir ayrım gözetilirken; artık güncel sanatta figüratif ve soyut eğilimlerin keskin bir şekilde ayrışmadığını görüyoruz. Yine de sanat tarihinde resim dilini belirtmek açısından işlevi süren bir terim.

Rakursi: Özellikle erken Rönesans’ta kullanımıyla sanat tarihine giren terim; nesne ya da figürün karşıdan, üstten ya da alttan bakış açısıyla resmedilirken, boyutlarının perspektif kurallarına uygun olarak kısaltılması ancak hacim olarak büyütülmesi tekniğidir. En ünlü örneği, Mantegna’nın “Ölü İsa” yapıtıdır. Portreler, manzaralar ve natürmort resimlerinde çokça görülen bu çizim biçimi, çağdaş figüratif ressamlarca da tercih edilmeye devam ediyor.

Jestüel: Soyut Ekspresyonizm akımına ait terimlerden biri olan sıfat, aslen bir resim yapma sürecinin belirtecidir. Jestüel ressamlar arasında en başta Jackson Pollock, Yves Kline gibi isimler sayılır ve buradaki vurgu, resmetme eyleminin kendisi üzerinde yoğunlaşır. Kendi başına deneysel bir üretimi niteleyen terim, kaligrafiden boya damlatmaya kadar geniş bir teknik yelpazesini kapsar.

Devamını Oku