Gazete Vatan Logo

Kaptan Rahmi Koç'un seyir defteri

Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi M. Koç'u dünya turunun Singapur ayağında yakaladık. Koç, 2 gün boyunca siyasetten denize, balıktan ailesine kadar pek çok konuyu anlattı

Marinanın tahta köprüsü denizle birlikte dalgalanıyor. Gri ufukta henüz bir şey yok. Burak objektifini bir daha kontrol ediyor. Ben saatime bir daha bakıyorum. Derken iyi kalpli bir Muson rüzgarı çıka gelip havadaki bütün nemi uzaklara def ediyor. Sonra inatçı çiy birkaç saniye geçmeden yine üzerimize konuyor. Sonra sabırlı rüzgar yine savuşturuyor. Ve ufukta halâ bir şey yok.

Sıcaklık 33 derece; İstanbul’da kar yağıyor. Burada saat sabah 10.30; Türkiye’de sabaha karşı 04.30! Bakıyorum: Ufukta yine bir şey yok.

İşte zaman böyle kendini tekrarladıkça aklım geçen yıl bu vakitlere gidiyor: Nakkaştepe’deki odasındaydık. Röportajımız bitmiş, ben odasından ayrılıyorken içimdeki ses “Nazenin IV’e gitmelisin” diyordu. Onun denizi, teknesini anlatırken ki heyecanı, onu denizde, teknesinde görme merakı uyandırmıştı.

Ama harekete geçmek için biraz beklemek gerekiyordu. En iyi zaman dördüncü etaba başlayacakları dönemdi. Ekim ayı geldiğinde doğru isme bir telefon, Rahmi M.Koç’a iletilmesi ricasıyla bir mektup, üzerine bir e-mail daha derken bir sabah elektronik posta kutumda “RMK” yazılı bir yanıtla karşılaştım. Kabul etmişti. Bekliyordu. “Vize problemi olmayan, her gün uçak kalkan bir yer seçmeliyiz ki, son anda da olsa hemen çıkıp gelebilesiniz” diyordu.

Doğrusu gönlümden bir dünya turunun tüm dekorunu taşıyan, yerlileriyle, güzel kızlarıyla, beyaz kumlu, cam gibi denizli tropikal bir ada geçiyordu. Ama güzergâh üzerindeki en uygun yer Singapur’du.

Ekim ve Kasım ayı haberleşmeyle geçti. Ben Ankara’dan bir e-mail atıyordum, “RMK” Avustralya’dan… Ben yine Ankara’dan, “RMK” bu kez Carins’ten… Ankara’dan; yanıt Darwin’den ve sonra da Bali açıklarından… Bu sayede her ayrıntıyı görüşmüş, sonuçlandırmıştık. Kesin koordinat, kesin tarih, ne çekmek, ne sormak istiyoruz, nerede görüşeceğiz, ne kadar görüşeceğiz, telefonlarımız, otelimiz, yani her şey tamamdı.

Artık organizasyon bitmiş, onlar Darwin’den sekiz günlük deniz yolu, biz Ankara-İstanbul’dan 14 saatlik hava yolu aşmış, “Republic of Singapore Yacht Club”ta buluşmak üzereydik.

Merakım büyüktü: Deniz mi Rahmi M. Koç’a nüfuz etmişti, yoksa denize de bir “RMK” imzası mı atılmıştı?

Birden Burak’ın sesiyle irkildim: “İşte göründü!” Evet, görünmüştü.

Beklediğimiz, marinanın boğazında bir noktaydı önce. Yaklaştıkça lacivertleşti. Sonra direkleri seçilmeye başladı. Saat 10.50’ydi. Aslında iki buçuk saat önce burada olmaları gerekiyordu. Ama Kaptan Yosi (Yoseph Catalan) Singapur boğazından itibaren ciddi bir deniz trafiğiyle karşılaşınca hem alargada hem seyir halinde her boy, her cins gemi arasından çok dikkatli seyir yapmak zorunda kalmıştı.

Ve işte sonunda karşımızdaydılar. Nazenin IV süzülerek Burak’ın objektifinin önünden geçiyordu. O esnada “RMK” da çıkıp kendini gösterdi. Birbirimize el salladığımızda “rıhtımda yolcusunu bekleyenler” karesinin tüm figürleri tamamlanmış oldu.

Atina’dan beri bozuk olan baş pervaneyi Yeni Zelanda’da tamir ettirmeleri sayesinde Nazenin IV marinadaki önceden kiralanmış yuvasına kolayca yanaştı. Bu lacivert güzellik tanışmak için elini uzatan alımlı bir kadın gibi nazlı nazlı merdivenini aşağıya bırakırken, arka planda da sakin bir hareketlilik yaşanıyordu. Herkes sessizce vazifesini yerine getiriyor, bir yandan demir atılırken, bir yandan da teknenin elektriği, suyu bağlanıyordu. O sırada Kaptan Yosi, başgüverteci Edi (Edmund Cumming), makinist Kemal (Gündüz) ve teknenin “her şey”i olan Mehmet’in (Ergin) bizi görecek halleri yoktu. Hemşire Suzan (Özgür) ve ahçıbaşı Wendy (Costanza) de içeriyle meşguldüler.

Ama “RMK” teknenin korkuluklarına dayanmış bize bakmaktaydı. En son gördüğümde İngiliz kumaşı, çizgili, koyu takımı, yakasında ipek mendili, gıcır gıcır bilmem nereden alınmış ayakkabıları, bir Fransız’ın kestiği saç tıraşıyla sanki hep bir acelesi var, sanki hep bir yere gitmeliydi ve o haliyle bulunduğu yerden dekupe edilmiş bir fotoğraf gibiydi.

Şimdi ise üzerinde egzotik, renkli dalların birbirine uzandığı tişörtüyle, mavi bermudasıyla ne kadar neşeli, ne kadar içten, ne kadar dingin duruyordu. Yukarıdan seslenerek “Hoş geldiniz! Buyurun!” dedi. Yanına çıkınca emin oldum ki kesinlikle karşımda duran Rahmi M. Koç, “imparator”luğun yönetildiği Nakkaştepe’deki Rahmi M. Koç değildi. O şimdi tüm yetkilerini, kredilerini, “ben”ini denizle paylaşmış, hatta arta kalanına razı olmuştu.

Bizi önce açık güverteye aldı. Havada bir “yaban ellerde buluşmuş bekleyen ve beklenen” olma hali, karşılıklı olarak “Siz buraya kadar geldiniz”, “Ama siz de bizi kabul ettiniz” memnuniyeti hissediliyordu. Hemen son programı açıkladı: “Şimdi konuşalım. Sonra öğle yemeği yiyelim. Akşam da kabul ederseniz bizim misafirimiz olun.”

“Yorgundur, hava da çok sıcak, üstelik daha şimdi marinaya yanaştılar, dinlenmeleri için biz dönsek daha iyi olur” diye düşündüğümüz bir anda yapılan bu davet iki gün neredeyse aralıksız sürecek bir görüşmenin de anahtar cümlesi oldu. Hemen teyp çantadan çıktı, objektif değiştirildi, aşağıdaki serin salona inip, doktor Erhan da (Bulutcu) aramıza katılınca “Nazenin IV” sohbeti başladı:

- Sekiz gündür denizdesiniz ama herhalde daha uzun da kaldığınız olmuştur?
Pasifik’i geçmek 12 gün sürmüştü.

- Tekne nasıl, sorun var mı?
Yok, şu anda çok iyi. Üçüncü etabı bitirip tekneyi üç ay Yeni Zelanda’da bıraktığımızda esaslı bir bakım yaptık. Direkleri indirdik. Çatlak, çıkık var mı diye röntgenleri çekildi. Makine, jeneratör, pervane, şaft bakımları yapıldı. Yeni tuvaletler kondu.Vernik ve boya rötuşları yapıldı, yelkenler elden geçti. Bu bakım bu dördüncü etabı çok rahatlattı.

- Bu geçtiğiniz bölgelerde hayal ettiğiniz gibi doğallığı korunmuş yerler keşfedebildiniz mi?
Çok nadir, her yer turistik olmuş. Örneğin Cairns-Avustralya’da övündükleri mercan kayalıklarıyla yağmur ormanları dışında bir yer yok. Panama kanalına girmeden önceki San Blass adaları dışında doğallığını koruyan beğendiğimiz bir yer olmadı. Bir de Pasifik’teki Marquesis adalarından Nuku-Hiva adasının doğal güzelliğini çok beğendik. Gelişmiş ülkelerden de en çok Yeni Zelanda’yı , doğası, insanları,şehirleri, düzenleri ile her şey mükemmeldi.
(Suzan’dan bize Türk kahvesi yapmasını rica ediyor. Kendisine de limonlu sıcak su…)

- Niye sıcak limonlu su?
Her saat başı içerim. Sarı limon olursa yalnız kabuğunu, yeşil limon olursa içiyle beraber koyarım. Böbrekleri çalıştırır, cildinizi nemlendirir, hazmı kolaylaştırır. Ben bunu 30 yıl önce Japonlardan öğrendim. O günden beri içerim.

- Yanaştığınız andan itibaren neler yapıyor oluyorsunuz?
Birincisi Yosi formaliteleri tamamlıyor. Umumiyetle gümrüğü bekliyoruz. Gümrükçüler gelip hepimizi şahsen görüyorlar. Tekneyi geziyorlar. Ondan sonra karaya çıkma müsaadesi veriyorlar. Şimdi burayı bilmiyorum ama birçok yerde tekneyi bayağı arıyorlar. Ne yazık ki Türkler Güney Pasifik’te uyuşturucu işine çok karışmışlar. O bakımdan beş tane Türk olunca, bir de koca bir tekne görünce hemen gelip köpeklerle arıyorlar.

- Ağrınıza gitmiyor mu?
İyi bir şey değil. Fakat ne var ki hepsi çok kibarlar. Hiç terbiyesizlik etmeden, fevkalade nazik konuşuyorlar. Ama işlerini de yapıyorlar.
Yeni Zelanda’da bütün et ve süt mamullerinizi çöpe attılar. Öğle yemeği yiyeceklerimizi bile attılar. Bizim Wendy bir pastırma paketini arka cebine saklamış onunla idare edebildik.

- Karaya çıktıktan sonrası?
İlk iş bir araba kiralıyoruz. Genellikle önceden ayarlanmış oluyor. Marinaya getirtip teslim alıyoruz. Yabancı şoför kullanmayı pek sevmiyorum. Onun yerine Yosi bizi götürüyor.

- Otelde kalıyor musunuz?
Hiç! Bizim için en rahat yer burası. Bir defa bedava! (Gülüyor)

- Kendimi karaya atayım da şunu yapayım dediğiniz, ihtiyacını hissettiğiniz hiçbir şey olmuyor mu; her şey burada var mı?
Sadece yürümek için. Tabii bir de merak ediyoruz. Lokantaları nasıl, insanları nasıl, dükkanları, tabiatı nasıl diye… O merakımızı gidermeye ihtiyaç duyuyoruz. Mürettebatın dinlenmesi için de fırsat oluyor. Çünkü çok yoruluyorlar. Sürekli iki kişi dörder saat nöbet tutuyor.

- Size nöbet sırası geliyor mu?
Eskiden tutuyordum. Biraz da torpil yapıp 20.00-24.00 tutturuyorlardı. Yemek falan dahil, gece otururken nöbet tutmuş sayılıyordum. Ama şimdi onu da yaptırmıyorlar. Bütün nöbetleri kendileri tutuyor.

- İneceğiniz yerlerle ilgili önceden bir şeyler biliyor oluyor musunuz yoksa her şey sürpriz mi?
Kitaplarımız, broşürlerimiz var. Önceden onları okuyoruz. Ya da indiğimiz yerdeki bir turist ofise gidip, bilgi alıyoruz.

- Meselâ burada bir Sunset adası varmış ve dünyanın tek pembe yunusları oradaymış.
Bu söylenenlerin hiçbiri neredeyse tam çıkmıyor. Memleketlerini fevkalade iyi satıyorlar. Çok iyi pazarlıyorlar. Turistin bütün parasını emiyorlar. Dolayısıyla bizlerle mukayese ettiğimizde üzülüyorum. İki timsahla yağmur ormanlarını o kadar iyi pazarlıyorlar ki aklınız durur.

- Biz hemen böyle konuşmak başladık ama rüzgar, yağmur, nemle geçen sekiz gün sonunda hiç yorgunluk hissetmiyor musunuz?
Yok efendim, yok. Çok iyiyim. Hemen çıkmak, dolaşmak, gezmek, görmek istiyorum. Siz hiç benden yana endişe etmeyin, keyfinize bakın.

- Bünyeniz artık alıştı mı?
Beni deniz tutmaz. Araba, tren, uçak da tutmaz. Her tarafta da uyuyabilirim. Allah o hasleti vermiş bize. Ama arkadaşlar rahatsız oldular tabii.

- Bir yıl öncesine göre daha sağlıklı görünüyorsunuz.
Gençleştik. Total bir bakımdan geçiyoruz. Her gün yüz masajı, ayak masajı… Başka bir işimiz yok ki… (Gülüyor) Tabii asıl önemlisi iyot ve gıdamıza, içkimize dikkat etmemizden kaynaklanıyor. Yavaş yavaş idman da yapmaya başladım.

- Geçen sefer lobutlarınızı İstanbul’da unutmaktan şikayet etmiştiniz.
Ama bu sefer de almadım. Çünkü onları çevirecek kadar yüksek tavan yok. Bir gün dikkat etmedim, arkadan kendi kafama vurdum, bayılıyordum.

- Çocuklarınız hiç şimdi bizim yaptığımız gibi tekne herhangi bir marinadayken sizi görmeye geldiler mi?
6-11 Ekim arası yine buradaydık. Tekneye ulaşmak için uçak aktarması burada yapılacaktı. Otelde kalıyorduk. O zaman bendenizin doğum gününü kutladık (75 yaşına girdi). O zaman ilk defa gelmiş oldular. Nazenin’in bulunduğu yere de değil, yoldaki bir durağımıza gelmiş oldular.

Güngör Mengi çok usta bir yazar, her gün okuyorum


- Türkiye’den nasıl haberdar oluyorsunuz?
İnternetten her gün Vatan, Hürriyet ve Sabah gazetelerini indiriyoruz. Onların köşe yazılarını okuyoruz. Güngör Mengi çok usta bir yazardır, mutlaka takip ederim. Bekir Coşkun’u, Ege Cansen’i, İlter Türkmen’i okurum. Emin Çölaşan’ı her gün takip etmek gerekir. Erdal Şafak çok iyi teşhisler koyan, müthiş bir adam. Cumhuriyet bulabilirsek o zaman da İlhan Selçuk’u kaçırmam. Hele de Cumhuriyet’in karikatüristleri… Turhan Selçuk, Tan Oral, Musa Kart, Semih Poroy, İsmail Gülgeç vd… Hepsi harika çiziyor. Ayrıca her gün Türkiye’yle konuşuyoruz. Yazıhaneden devamlı rapor, evrak, rakamlar gelir. Eş dost yazar. Bizi sevenler yazar.

- Çok e-mail alıyor musunuz?
Günde ortalama 30 e-mail alıyoruz. Bizi yakından takip eden Çanakkale’den Süleyman Bey adında bir dostumuz var. Daha yüzünü müzünü göremedik. Ama devamlı yazar bize. Aziz dostumuz Ayduk Koray da en sadık takip edenimiz. O kadar ki bürosunda parça parça dünya haritası var. Her etap bittiğinde o parçayı çerçeveletip bana gönderir. Bilhassa maç haberlerini ondan alırız. Daha maçı seyrederken bize yazar.

- Yola ilk çıkarken “Ne olursa olsun Türkiye saatine göre her sabah 08.00’de ailemi arayacağım” demiştiniz. Halâ arıyor musunuz?
Ararım. Meselâ evvelsi gün sabaha karşı 04.30’da kalkıp Suna’yı aradım İstanbul’dan… Samoş Amerika’daydı, onu aradık, o yatmış. Londra’da dostlarımız var, onları aradık. Tabii zor herkese denk getirmek.

- Özlemeye alıştınız mı?
Ailemi mi? Ne kadar oldu görüşmeyeli? (Doktor, yaklaşık bir buçuk ay oldu diyor.) Özlemeye başladık tabii. Zaten muayyen etaplarda İstanbul’a gidiyoruz. 1 Aralık’ta İstanbul’da olacağız inşallah.

- Program nedir?
Buradan Phuket’e gideceğiz. Ben oradan 1 Aralık’ta İstanbul’a geçeceğim. Bizim grubun yıl sonu işleri için orada olmalıyım. Ayrıca yılbaşını hep birlikte geçirme adetimiz vardır. Onu yerine getireceğiz. Sonra New York ve bir de Çin seyahatlerim olacak. Bu kez mürettebat da teknede kalmak istemiyor. O yüzden herkes nöbetleşe oradan evlerine dağılacak. Şubat ortası gibi beşinci etaba başlayacağız.

- Bu gezi tahmininizden daha mı pahalı yoksa daha mı ucuza çıkıyor? Bir hesap yaptınız mı?
Bir bütçe yaptık, bütçemizin içersindeyiz. Şimdiye kadar her şey tahmin ettiğimiz gibi gidiyor.

- İnanılmaz bir bütçe mi yoksa sanıldığı kadar da devasa bir şey değil mi?
Herkesin ayrı bir bütçesi vardır. Meselâ şu adamın (Marinadaki 61 metrelik White Rabbit’i gösteriyor. Sahibi, deniz tuttuğu için dalgada fazla sallanmayan, bizim deniz otobüsleri tipinde, motor yat yaptırmış.) yanında bizim bütçemiz solda sıfır kalır. Ama Osman Atasoy da dokuz metrelik tekneyle açıldı. Onun bütçesi kendine göreydi. Sadun Boro’nunki 11-12 metreydi. Her ikisi de sponsorluk yardımıyla gittiler. Gördüğünüz gibi her şey kendine göre relatif.

- Sizin sahip olduğunuz olanaklarınızla orantılığında?
O zaman şöyle söyleyelim; zaten bir teknemiz vardı. Zaten mürettebatımız vardı. Senede zaten iki ay geziyorduk. Dolayısıyla o bakımlardan fark etmedi. Üzerine eklenen fark yakıt, marinalar, kılavuz masrafları, gittiğimiz yerdeki masraflar. Fazla bir şey değil yani.


Nazenin V'i Tuzla'da yaptıracağım ki prestijimiz olsun


- Nazenin V yolda mı?
Şu anda desenleri üzerinde çalışıyoruz.

- Neden yeni bir tekneye ihtiyaç duydunuz?
Nazenin IV’le turu tamamlayacağız. Onu satacağız. Sonra Nazenin V’e geçeceğiz. Şimdi, ben ilk Nazenin’i yaptırdığım zaman boyu 19.96’dıydı. O zaman çok büyük tekne deniyordu, biz de daha büyüğünü istemiyoruz diyorduk. Bu iş kadınların mücevherlerine benzer, alındığı gün küçük gelir. Ayrıca bizim Tuzla’da kendi tersanemiz var, “RMK Marin” diye… İsmi “PKM Marin”di. Jak Kamhi’den almıştık. Orada hem askeri gemi hem koster hem yat hem de bakım yapıyoruz. Nazenin V’i orada yaptıracağım ki, bizim tersaneye milletlerarası yat camiasında bir prestij kazandıralım.

- Bu yat 38 metre. Yaşanan yeri de 40 metrekare. Bu kadar bir alanın içinde, patron siz olsanız bile, günlerce yaşamak zor değil mi? Kırgınlıklar, gerginlikler olmuyor mu?
Çok doğru. Dokuz kişi 40-60 metrekarede olunca ister istemez sürtüşmeler, birbirinin ayağına basmalar oluyor. Ama bu ekip daha evvel beraber çalıştığı için bunu asgariye indirdik. Sonra problemi olan Yosi’ye idiyor. Orada halloluyor.

- Siz ne zaman devreye giriyorsunuz?
Yosi getirir bana, “Böyle böyle bir sıkıntı var, siz bir konuşun” der. Ben o zaman konuşurum. Meselâ bu seyahatte bir defa bana rastladı. Onda da Yosi yatıyor muydu, yok muydu, onu bulamadık yani, bana geldiler. Hallettik. Mühim değildi, ama sürtüşme olmuştu.

- Daha çok iş paylaşımıyla mı ilgili?
Kültür farklılıkları ve çok çalışmanın getirdiği gerilim. Durup dururken de olabiliyor.

- Peki bütün bu macera kitap ya da belgesel olacak mı?
Kitap kesin olacak. Fotoğraf sergisi yapacağız. Ufak bir belgesel de çıkabilir.

- Dönüş ne zaman?
2006 Temmuz’undan önce dönmüş olmayı planlıyoruz. (Söze Kaptan Yosi giriyor, “Belli olmaz, deniz bu!”)

- Muhteşem mi bir dönüş planlıyorsunuz?
Tabii, şimdiden onun hayalini kurduk. Nasıl yanaşacağız, ne partiler verilecek, hepsi planlandı. Bu geziye sekiz kişi çıktık, sekiz kişi döneceğiz. Kalamış’tan ayrılırken mürettebatın üzerinde ne var idiyse, dönerken pırıl pırıl yine o takımları olacak. Kafamda ne konuşacağıma kadar hepsi tamam. Hele bir dönelim, gerisi kolay.


40 limanda 192 gün
- Birinci etap (19 Eylül-25 Kasım 2004): İstanbul, Atina, Capri, Ville France, Cannes, Menorca, Palma De Mallorca, Adra, Puerto Banus Marbella, Sotogrande, Gibraltar, Las Palmas Grand Canaria, ST. Matreen.
- İkinci etap (16 Ocak-19 Mart 2005): St. Marteen, St. Barth, St. Kitts, Guadeloupe, Martinique, St. Lucia, St. Vincent, Bequia, Mustique, Trinidad, San Blass adaları, Colon Panama, Panama Kanalı, Panama City, Galapagos adaları, Marquises adaları, Tahiti.
- Üçüncü Etap (7 Mayıs-8 Haziran 2005): Tahiti, Mooreea, Huahine, Tahaa, Raiatea, Bora Bora, Samoa, Tonga, Fiji, Auckland NZ.
- Dördüncü Etap (20 Ekim-20 Kasım): Auckland NZ, Noumea New Caledonia, Carins, Darwin, Avustralya, Singapur.



150 bin litre su, 85 bin litre yakıt
- Şu ana kadarki yolculuk boyunca 85 bin litre yakıt (En ucuz yakıt Trinidad’taymış ve litresi 25 cent daha ucuzmuş), Marinalar hariç 150 bin litre su arıttık.
- İstanbul’dan bu yana toplam aldıkları mesafe 21 bin 420 NM
- Sadece yelkenlerle en uzun 3 gün, yani 700 NM gidebildiler.
- Karşılaştıkları en şiddetli rüzgar 55 kn’ydi.
- Greenwich’i 26 Ekim 2004’te geçtiler.
- Ekvator’u iki kez geçtiler: Biri 17 Şubat 2005’te Kuzey’den Güney’e; diğeri de bu 19 Kasım’da Güney’den Kuzey’e.

YARIN: Rahmi Koç’la röportajımızın yarınki bölümü daha çok siyasete ve AKP’ye ilişkin. Başbakan Erdoğan’a ilişkin ilginç tespitleri olan Koç “pazarlama” meselesine yeni bir bakış açısı getiriyor.

Haberin Devamı