Gazete Vatan Logo

Cumhurbaşkanlığı bana teğet geçer!

Sabih Kanadoğlu Vatan'a konuştu

Cumhurbaşkanlığı seçiminde “oturum için 367 milletvekili gerekli” yorumuyla tüm Türkiye’nin dikkatini üzerine toplamıştı Sabih Kanadoğlu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı’ydı...

Siyah, kalın çerçeveli gözlükleri ve tavizsiz duruşu ile Alman ekolündenmiş gibiydi. Sarf ettiği her kelimenin önce ağırlığını tartıyordu. Bir süre sonra kendisinden “367’nin mimarı” ya da “Her şeyi bilen adam” diye bahsedilmeye başlandı. Sanki sarsılmaz bir zırhı vardı. Bu yüzden Ergenekon Davası kapsamında evi arandığında “Elbet üzüldüm” sözleri pek çok kişiyi şaşırttı. Öyle ya onun acı çekebileceğini, duygusal biri olabileceğini kim tahmin ederdi? İşte o zaman fark ettik ki, Kanadoğlu’nu pek tanımıyoruz. Bu nedenle makalelerinden oluşan “Unuttuk” isimli kitabını da elime alıp kapısını çaldım ve “Sizi biraz tanıyabilir miyiz?” dedim. Karşıma bilinenin aksine bir Kanadoğlu çıktı. Bu; esprili ve duygusal kişiliğini savcı kimliğinin verdiği mesafeli duruş ile sarıp sarmalayan, bu şekilde duygusal dünyasını koruyan, darbeci olarak anılmasına rağmen “en iyi rejim demokrasidir” diyen biriydi. Ve “Her şeyi bilen adam” ya da “367’nin mimarı” olarak anılmaktan da hoşlanmayan…



Kitabınızın adı “Unuttuk.” Neleri unuttuk?
Türkiye’nin son beş yıllık tablosuna baktığımızda gerek seçenler, gerekse de seçilenlerin demokrasiyi içselleştirmediğini... Demokrasinin bir kurallar rejimi olduğunu ve pek çok koşulu olduğunu. Umudumuzun çağdaş bir demokraside yaşamak olduğunu. Demokrasinin çoğunlukçuluk değil çoğulculuk olduğunu. “Mecliste çoğunluğu alan istediğini yapar” mantığının diğer organları bir kenara ittiğini. Bunları unuttuk.



Ya darbeler, onların demokrasinin gelişememesinde payı yok mu?
Demokrasiyi hazmederseniz darbe aklınıza bile gelmez. İlk darbe, 27 Mayıs’tır. İster 27 Mayıs ihtilali, ister devrimi deyin... Bu bir darbedir. Doğurduğu sonuçlar iyiyse “iyi”, değilse “değil” demek ikili bir standart ortaya çıkarır. Ama Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1950 ile 1960 arası dönem de karanlık bir dönemdi. Bu dönemde yaşananların da üstü örtülmemeli. Meclis’te kabul edilen Tahkikat Komisyonu, ona verilen yetkiler ibrenin, yönünü gösterir. Gerçek bir dikta kurma hevesinin sonucudur. Askeri, bir darbe pozisyonuna itmemek, ona engel olmak gerek. Bu da demokrasiye uyarak önlenir. Akıllı bir iktidar, darbe hevesini özendirmeyen bir tutumda olur. Bir iktidar, bu şekilde davranırsa birtakım yersiz heveslerin önüne geçer.


12 Eylül askeri darbesinin Türkiye’nin bugünkü tablosunda önemli payı olduğuna yönelik ciddi eleştiriler var. Ne dersiniz?
12 Eylül, siyasetçilerin ortak hatalarının sonucuydu. “Olaylar öyle bir hale getirildi ki, başka çare yoktu” ya da “Türkiye artık idare edilemeyen bir ülke haline geldi” gibi bir düşünce egemen hale gelmişse, günde 20-30 kişi öldürülüyorsa, “Sizin bunda kusurunuz var” demektir.

Sırf öğrenci olduğu için hapse düşenler var. Hele işkence... Hazmedilir gibi değil.
Bunun hazmedilecek yanı var mı! İşkence hazmedilir mi? İnsan onuruna yakışan en güzel ve iyi rejim demokrasidir. O yüzden kitapta “Türk devleti aşiret gibi yönetilemez” diyorum.


Diktayı kadınlar ve gençler engeller

Sizce sandıktan ne çıktı? One minute mi?
Siyasal iktidar, bu yerel seçimlerde geriye gitmiştir. Hem de bu seçimin yerel seçimden çıkarılıp genel seçim havasına sokulmasına, hatta halk oylaması havasına sokulmasına rağmen... Ortaya çıkan sonuç için “one minute” değil, “five minute” demek daha doğru olur.
Ayrıca şunu da gözlemliyorum; artık muhalefette kadınlar ve gençler yer alıyor. Onların katıldığı hiçbir seçimde dikta hevesinin yerleşme olanağı yoktur.


Kadınlar ve gençler daha mı demokrat?
Kesinlikle. Gittiğim her yerde, her konuşmamda bunu söylerim: Kadınları ve gençleri yanına almayan hiçbir siyaset başarılı olamaz. Çünkü, bir topluma direnme gücünü veren onlardır. Biat etme, boyun eğme kültürünün karşısındaki güç işte budur. Hem düşüncelerine, hem de demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan sandığa sahip çıkıyorlar. Bu Türkiye için iyiye bir işarettir.


Cumhuriyet mitinglerine de kadınlar damgasını vurmuştu. Aksi söylense de bu mitingleri anti-militarist bulmuştum. Bir kere çok neşeliydi, sonra Türk bayrağını sivilleştirmişti. Mesela kadınlar bayrağa sarınıp göbek atmıştı!
Değil mi? Ama ne güçlü bir muhalefettir o. Askerin postalı ve silahı, o gücün önünde değildir, ondan kuvvetli de değildir. İnancı hiçbir şekilde yıkamazsınız. Türkiye’de o inancı, o ışığı artık ben de görüyorum. Umutlanıyorum.


94 yaşında sandığa koşan vardı

Seçimdeki katılım sizce nasıldı?
Oy kullandığım yerde 94 yaşındaki anasını getireni bile gördüm. Kadın yürüyemiyor ama gelmişti, kucakta taşınarak oy kullandı. Eskiden bu kadar hevesle katlanılacak bir eziyet değildi oy kullanımı. Ama şimdi insanlar sandığa koştu. Bu da demokrasiye inancı kuvvetlendirdi.


Halkın birbirine olan inancı da tazelendi mi? Çünkü, “Bu halk buzdolabına, makarnaya oy verir, kimsenin işsizliğe, yolsuzluğa, hukuksuzluğa aldırdığı yok” deniyordu. Sırf bu nedenle askere göz kırpılıyordu.
Çok doğru. Ve bu gücün, inancın birleşmesi, demokrasiye sahip çıkmasıyla da dıştan ve içten müdahaleye ihtiyaç kalmaz. Bu da ortaya çıkmıştır. O bakımdan da büyük faydadır. Bu seçim şunu da kanıtladı: Eğer halk bir siyasi iktidara karşıysa, bunun mücadelesini yapmak zorunda. Düşüncenize uygun olanı seçersiniz. Bu durumda da bir kenarda oturup “Birisi gelsin, bizi kurtarsın” düşüncesinden de kurtulursunuz. Demokrasi denilen şey de budur.


Bu söyledikleriniz bir sosyal demokratın sözleri. Yanlış anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz? Çünkü size asker yanlısı, darbeci diyorlar.
Beni bu şekilde tanıtmak isteyenler var, buna şüphe yok. Sorun da bu. Bakın siz, anlatmak istediğinizi anlatırsınız ama birileri sizin yanlış anlaşılmanız için çabalıyor olabilir. Yani, “Ne yaparız da bu kişiyi itibarsızlaştırırız, anlaşılmasını zorlaştırırız, belirli bir yöne yamarız” çabaları var. O yüzden konuştuğum yerde yanlış anlaşıldığımı sanmam ama ne yazık ki, çağdaş demokrasinin egemen olması için gösterdiğim çabaların birçok yönlere çekildiğini de görüyoruz. Oysa, AKP’nin bakanları arasında da bana saygı ve sevgi gösterilir. Kimseye itici, kırıcı bir izlenim göstermedim.


Başbakan “Ben de dinleniyorum” diyerek sorumluluğu bırakıyor

2. İddianame’de “şüpheli” olarak tanımlandınız. Kanıt ne?
Hakkımda makul şüphe varmış gibi evimde arama yapılmış... Kanıt yok. İşte Cumhuriyet’e bomba atmaktan tutun, Sayıştay’a saldırı düzenlemeye kadar uzanan bir liste. Çocukken “Hepsini al” diye bir oyun oynardık. Topacın üzerinde hepsi al ya da sen seç yazardı. İşte şimdi de oynadığımız oyun bu!

Eviniz aranınca ne hissettiniz?
Üzüldüm, üzülmez olur muyum? Ama korkmadan, yılmadan, laik, demokratik, sosyal ve hukuk devletinin yaşaması için de elimden gelen her şeyi devam ettireceğim. Bu olay, benim için bir utanma ya da sıkılma konusu da olamaz. Bana bu damgayı vuranlar utansın!

Telefonlarınız dinlenmiş midir? Bu sizi tedirgin ediyor mu?
Dinlenmiştir herhalde... Ama tedirgin değilim. İşin en feci tarafı özel hayata tecavüz... Bu sizi çok rahatsız eder, hatta sizi bu tür olayların dışında kalma istemine iter. Özel hayatınızın sergilenmesi kadar felaket bir şey olur mu?

Başbakan’ın “Ben de dinleniyor olabilirim” sözünü nasıl yorumlamalı?
Siz dinleme yapıyorsanız, sizin dışınızdakilerin dinlemelerini de önleme gücünüzü kaybedersiniz. Türkiye’nin içine düştüğü sıkıntı da budur. Ayrıca bir ülkede başbakan çıkıp kendisinin de dinlendiğinden endişe ettiğini söylüyorsa, bundan şikayet ediyorsa ciddi bir sorun vardır. Bu şekilde rol bırakıp bir başka rol alıyordur.

Nasıl bir değiş-tokuş bu?
Telefon dinlemeyi önlemek iktidarın sorumluluğu içinde değil mi? Ama Başbakan bu şekilde konuşarak, bu sorumluluğu bir tarafa bırakarak şikayetçi konumuna geçmiş oluyor. Böyle bir hukuk ve demokrasi anlayışı olur mu? Sonra Yargıtay 9. Dairesi Jandarma’nın dinleme yetkisi kararını bozdu. Ama aynı şey Emniyet ve MİT için istenmiyor? Bu yetki İçişleri Bakanlığı’na tanınmış durumda. Ona “hayır”, buna “evet” diyorsanız, bu da akla iyi olmayan amaçları getirir. Sonra yasak delil kullanılamaz. İyi de kullanılamayacak olan yasak delil neden toplanır? “Yasak olduğu ortaya çıkana kadar toplayayım, gerekirse o kişi beraat etsin” diyorsanız bu da ne hukuka ne de demokrasiye sığar.


Eskiden rakıyı leblebiyle içer, Toma’nın meyhanesinde Leyla Gencer’i dinlerdim


Sizi “367” ile tanıdık. Ama kim olduğunuzu bildiğimiz söylenemez. Kimdir Sabih Kanadoğlu? Nerede doğmuş, büyümüştür?
1938 Menemen doğumluyum, Ayvalık’ta büyüdüm. Sonra İstanbul... Kabataş Erkek Lisesi, ondan sonra da İstanbul Hukuk Fakültesi.

Meslek gereği ülkeyi gezmiş olmalısınız?
Evet; Orhaneli, Erzurum, Bingöl, Tokat, Kırşehir, İzmir ve İstanbul, sonra da Ankara’da görev yaptım. İstanbul’a gelene kadar 20 sene geçmişti. İzmir’de de altı yıl kaldım. Gittiğim hiçbir yer için “Neden buraya geldim?” demedim. Hepsinden güzel anılarım vardır.

Aileniz?
Annemi çok küçükken kaybettim, babam da bugünkü ifadeyle avukattı. Baba mesleğini mi seçtim? Belki etkisi olmuştur ama daha çok Ayvalık’a döndüğümde birlikte çalışmayı istediğim için bu mesleği seçmiştim. Tek çocuktum.

Çok hayal kurar mıydınız?
Yok, gerçekçi biriyimdir. Ama duyduğum sıkıntılar karşısında teselli aramak için hayal kurmuşluğum vardır.

Kabataş Erkek Lisesi’nde okumak keyifli miydi?
Bana çok şey öğretti. Bir kere İstanbul’da yaşamanın keyfini... Sonra edebiyat öğretmenim Behçet Necatigil’di. “Evin Halleri”nin şairi... Çok özel bir hocaydı, onun öğrencisi olmak gurur verici. Allah rahmet eylesin, hâlâ gözümün önüne gelir. Bir diğer hocam da Galip Vardar’dı, onu da hiç unutmam. Türklük şuurunu sanırım ondan aldım. Galip Baba derdik. Samim Kocagöz’ün “Kalpaklar ve Doludizgin” isimli romanında Talip diye bir kahraman vardır. İşte o Galip Vardar’dır aslında. Yani Damat Ferit’in yalısında durup ilişki kurarak aldığı bilgileri milli direnişe ulaştıran kişi! Gerçek bir kahramandı ve bizim hocamızdı!

Hukuk Fakültesi?
İstanbul Hukuk daha farklıydı. Şehzadebaşı’nda bir yurtta kalırdık. Aylık 20 lira, felaket bir yerdi ama arkadaşlıklar çok güzeldi. İstanbul’un tadını çıkarırdık. Balık Pazarı’nda Gaskonyalı Toma’nın Meyhanesi’ne Leyla Gencer’i dinlemeye giderdik. Ne büyük keyifti. İstanbul güzel bir kenttir çünkü size bir yaşam sunar. Öğrenciyken tabii bunu yaşamak zordur. Çok güzel günlerdi.

Özlüyor musunuz?
Gençtim. Gençliği özlememek mümkün mü? Şimdiki hayatınızı da sevebilirsiniz ama her şeyi daha iyi bilmenize rağmen bazı şeyleri yapamıyorsunuzdur. O yüzden gençliği özlersiniz.

İyi rakı içer misiniz?
Hem de nasıl! Eskiden leblebi ile içerdim, az bir şey yeterdi. Artık mezeye ihtiyaç duyuyorum. Çok sevdiğim Şener Kartal diye bir arkadaşım vardı, çok özlüyorum, onunla öğle rakılarımız vardı. Nurlar içinde yatsın. Bugün de Çamur Şevket’imiz var, onunla buluşuruz. Ama ne zaman İstanbul’a gitsem muhakkak 20-30 kişi toplanırız.

Öğrenciyken arkadaşlarınız size takılır mıydı; “Cumhuriyet savcısı olacak adamsın” diye?
Olurdu. Sanırım verdiğim intiba ile ilgili olsa gerek bu.


Disiplinli görüntüm yanıltmasın tüm faturalarımı zamlı öderim

Kudretli göründüğünüzün farkında mısınız? Size yaklaşırken tedirgin oluyor insan.
İnsanları tedirgin ettiğimi sanmam. Ama belki mesafeli biriyimdir. Bu da mesleğin getirdiği bir özellik olsa gerek.

Ekşi Sözlük’te sizinle ilgili şöyle yazıyor: “Aynı apartmanda oturmak istemeyeceğim kişi, çünkü ya yönetici olursa!”
Çok güzel yazmış! Ama yanılmış. Çünkü yönetici olsam “Acaba sert görüntümden ötürü insanları tedirgin eder miyim” diye önce ben tedirgin olurum. Ama apartmanın gündelik işlerini takip edemeyeceğimden emin olun. Kendi işimi bile takip edemem, tüm faturaları zamlı öderim. Zaten mesleğe ilk başladığımda, bir arkadaşım “Emin misin avukat olmak istediğine, sen daha kendi işlerini takip edemiyorsun” demişti. Haklıydı, o arkadaşımın sözünü dikkate almıştım.

Dışarıdan bakıldığında sert, disiplinli, Alman ekolünden gelen bir savcı gibisiniz...
O yüzden insanlar beni tanıyınca şaşır. Sizin tahliliniz sürpriz değil o yüzden. Oysa espriliyimdir, fırsatını yakalarsam hiç kaçırmam!

Bir doktorla tanışınca “Doktor bey şuramda bir şey var” deriz. Avukatla tanışınca da “Şöyle bir derdim var.” Savcıyla tanışınca ise ürkeriz...
Başlangıçta olurdu. Savcılık fena değildir ama olayı çözdüğünüzde. Bunun için de sanığın olaydaki yerini kabul edilebilir şekilde ortaya koyan bir iddianame hazırlamak gerek. Geçenlerde çok hoş bir şey yaşadım: Bir ağır ceza reisimiz vardı. Anılarını yazmış. Oraya gönderdiğim bir dosya hakkında “Kanadoğlu’nun gönderdiği iddianameyi unutamam” diyordu. Yargıtay Başsavcılığı’ndan emekli olmuş olabilirim ama mesleğin başında gönderdiğim bir iddianamenin övülmesi çok hoşuma gitti.

20 yıl süren Dev-Yol davasını tek günde bitirdim

Mesleğinizde en üst mertebeye çıktınız? Ne hissediyorsunuz; başarı mı, onur mu?
Karışık. Bunun içinde başardım duygusunun verdiği huzur da onurlu bir görevi ifşa etmenin keyfi de “İyi ki bu mesleği seçmişim” sözü de var. Ayrıca bana güç de veriyor. Yani bana yakıştırılmak istenen yafta karşısında “Benim bundan ne sıkılacak, ne de utanacak halim var, bana bunu yakıştırmak isteyenler utansın” deme gücünü.

Sizin için “367’nin mimarı” diyorlar. Ne dersiniz?
367 ile tanınmak çok hoşuma gitmiyor. Çünkü bu nihayetinde Anayasa’nın bir maddesinin (102. maddesi) yorumlanmasıydı. Ben sadece “Oturumun açılması için şu kadar kişi gerekli” dedim, o kadar. Bunu kabul eden Anayasa Mahkemesi’nin 9 üyesini nasıl bir kenara bırakırız. Uzun bir süre de “Bülent Ersoy’u mahkum eden hakim” dendi, benim için. Oysa suç işlediği iddia edilen bir kişiyi yargıladım, o kadar. 367 de bir yorumdu, bu kitapta ele aldığım pek çok yorum gibi. Mesela 20 sene süren Dev Yol davasını karara bağlayan da benim. 20 senedir sürüyordu. Bir başladık davaya, insanlar çoluğu çocuğu ile gelmiş. Sabah dokuzda başlayıp akşam dokuzda bitirdik, ara bile vermeden.

Ama, 367’nin yarattığı etki çok büyük oldu.
Evet, ve bir suçlu arandı. “Kim dediyse suçlu odur” oldu. Ama şimdi ne 367 kaldı, ne meclisin cumhurbaşkanını seçmesi.

Telefonunuzun ilk üç rakamı; 367! Bu bir tesadüf mü?
Tamamen tesadüf. 2003 yılında Avea tarafından tüm Yargıtay üyelerine bu numara verildi, herkesin 367 ile başlar. Bu bana ilham verdi mi? Tabii ki mümkün değil!

Cumhurbaşkanını artık halk seçecek. CHP’nin sizi aday göstereceği söylentileri var?
Bu tür söylentiler dolansın. Benden teğet geçiyor!


Elveda Rumeli dizisini hiç kaçırmam

İlgi alanlarınız neler?
Anı ve tarih kitapları okurum. Türküleri severim. Söylerim de. Özellikle Rumeli türkülerini. Draman Köprüsü türküsünü severim, Rumeli kökenliyim. Bugünkü Yunan-Makedonya sınırındaki Servian’dan (eski Servican) gelmiş ailem. O yüzden Rumeli derseniz, hemen yüreğim kıpırdar.

Siz “Elveda Rumeli” dizisini de seyrediyorsunuzdur...
Hem de nasıl. Bir sınıf arkadaşımla, Hulisi Sağlamer’le Rumeli’yi gezdik. Servia’ya da gittik. Annemin özlemle anlattıklarının hem zevkini, hem de acısını yaşadım. Çünkü tek Türk eseri kalmamıştı.

Şarkıcı Alpay’ı da çok severmişsiniz, doğru mu?
Bir üniversite bana fahri doktor unvanı vermişti, o gün Alpay orada konser verdi. Sonra gece dörde-dört buçuğa kadar konuştuk. Sadece su içtik! Doğduğumuzdan beri arkadaşmış gibi hissetmiştik, hâlâ da öyle...

Müzik ve kitaplar dışında hayatınızda neler var?
Eskisi gibi gezemiyorum. Olanaksızlıktan mı? Olabilir? Geriye ne kalıyor? Bir an önce yaz gelsin de Ayvalık’a gidelim... Türkiye’yi o kadar gezdim, en sevdiğim yerdir orası. Hâlâ ilkokul arkadaşlarım vardır.

Eviniz neden şehir dışında?
Kiralar azdı da o yüzden.

Mesleğinizin en üst mertebesinden emeklisiniz, eşiniz yıllarca çalışmış. Çok mütevazı bir yaşamınız var. Ama bugün memur ve bürokratlara “Cumhuriyet eliti” deniyor. Sizi halktan ayıran nedir?
Halktan biri değil miyim ben? Ne eliti! Şöyle diyeyim; genele bakarsak, aslında zenci Türkler biziz!

Bakmayın sert göründüğüne çok merhametlidir

18 Temmuz 1981’de evlenmişsiniz. Yani 28 yıllık evlisiniz. Sabih Bey sizi ilk gördüğünde; “Bizim bu hanımefendiyle işimiz var” demiş. Sizce neyi kastetmiş?
İki cambaz aynı ipte oynamaz anlamında kullanmıştır, sanırım. Çünkü birimiz koç, diğerimiz oğlak burcuyuz! Zor yani. Ama birbirimizi tamamladığımıza inanıyorum. Fikirleriniz genelde aynı yerde buluşur, aynı yerde ayrılır. Sabih ağırdır, sakindir... Paniklediğimde beni sakinleştiren odur. Ben de üzülmesin diye elimden geleni yaparım. Evle ilgili her şeyi mesela ben yürütürüm.

Sabih Bey romantik midir?
Romantiktir ama çiçek almak gibi konularda biraz zayıftır. Mesela ben de Alpay’ı çok severim, birlikte dinlemeye gideriz. Artık öyle “bizim şarkımız” diyeceğimiz bir şarkı yok, ama ilk başlarda “Zeytin gözlüm” ortak şarkımızdı. Her evlilik nasılsa bizim evliliğimiz de öyle.

Cumhuriyet Başsavcısı’nın eşi olmak zor mu?
Zor yanları yok diyemem. Çünkü bir makamın ağırlığını sizin de taşımanız gerekir. Ama evlilik genel olarak birbirini taşımaktır.

En sevdiğiniz yönü nedir?
Herkes yüzüne bakıp sert biri olduğuna karar verir ama son derece merhametli ve insancıldır.







Haberin Devamı