Hz. Muhammed ve Hz. İsa

Yıllarca yazıp çizdiğiniz, konferanslarda anlattığınız ve diliniz döndüğü kadar açıklamaya çalıştığınız düşüncelerinizi başkaları da yazınca hoşunuza gidiyor doğrusu

Haberin Devamı

Yıllarca yazıp çizdiğiniz, konferanslarda anlattığınız ve diliniz döndüğü kadar açıklamaya çalıştığınız düşüncelerinizi başkaları da yazınca hoşunuza gidiyor doğrusu. Bir çeşit sağlamasını yapmış oluyorsunuz.

Hele bu kişi konunun uluslararası bir uzmanıysa bu sağlama daha da memnun ediyor sizi.

Son günlerde ünlü Ortadoğu tarihçisi Profesör Bernard Lewis'in "İslam'ın Krizi" adlı yeni kitabını okurken birçok sayfada böyle hoş duygulara kapıldım.


Birkaç yıl önceydi.

Versailles buluşmalarının kapanış günü sarayın ünlü Orangerie bölümünde verilen bir davete katılıyorduk. Yanımız yöremiz dev saksılara dikilmiş, yazın bahçeye çıkarılan, kışın ise içeri alınan binlerce portakal ağacıyla doluydu. Profesör Niyazi Öktem'le konuşuyorduk. Laf döndü dolaştı dinler arasındaki farklara geldi. Ben de yıllardır yazdığım bir konuyu anlattım değerli profesöre. "Konuyu hiç bu açıdan düşünmemiştim" dedi.

Konu peygamberlerin yaşamı idi.

Bugün dünyada etkilerini sürdüren tek tanrılı dinlerin peygamberlerine baktığımız zaman, büyük farklar görüyoruz.

Hazret! Musa bir sürgündü. Kavmini alıp, zalim firavunun elinden kurtarmak için başka diyarlara göç eden bir çile adamıydı. O sıralarda Hz. Musa'dan yana görünmek de pek hoş bir şey değildi doğrusu. İnsanın başına olmadık işler açılabilirdi.

Bu durum Hz. İsa'da daha da belirgindi. Olaya Roma kuralları açısından bakacak olursanız, idam edilmiş binlerce "suçlu"dan biriydi bu genç adam.

Tutuklanmış, hapse atılmış, işkence görmüş ve büyük acılar çektirilerek öldürülmüştü. Daha sonra yandaşları, aynı akıbete uğramamak için çil yavrusu gibi dağıldılar. Hem canlarını kurtarıp hem de inançlarını yaymaya çalışan, bir lokma bir hırka insanlardı onlar da. Ortada bir egemenlik ve paylaşılacak bir iktidar, mal mülk yoktu. Sadece bir suçlunun yandaşı olmak mirası kalmıştı kendilerine.

Oysa İslam peygamberi Hz. Muhammet kırk yaşına kadar rahat bir hayat sürdürdü. Kervanlarla ticaret yapıyordu, hanımı zengindi. Peygamberliği açıklandıktan sonra elbette sıkıntılar çekti, Medine'ye göç etmek zorunda kaldı ama bunlar, diğer peygamberlerle karşılaştırıldığında pek de ağır ve tahammül edilmez çileler değildir.

Hepimizin bildiği gibi İslam dini kısa bir sürede kendi yönetimini, ordusunu ve idare şeklini kurdu. Peygamber 63 yaşında eceliyle vefat ettiği zaman, arkasında büyük bir iktidar bırakmıştı. Bu yüzden çevresindekiler İsa'nın havarileri gibi dağa bayıra kaçmadı, tam tersine, egemenlik mücadelesine girişti.

Birinci halife Hz. Ebubekir bir yıl bu görevde kaldıktan sonra 63 yaşında eceliyle ölünce, büyük kavga başladı. Yerine halife olan Hz. Ömer öldürüldü. Ondan sonra gelen Hz. Osman da öldürüldü. Onun yerine geçen Hz. Ali de öldürüldü. Bırakın halifeleri, peygamberin öz torunu öldürüldü. Ve bu öldürme geleneği Emeviler ve Abbasiler döneminde de devam etti. Tarihi inceleyin: Yüzlerce yıl içinde eceliyle ölen halifeye ender rastlarsınız. Kimi boğulmuş, kimi bıçaklanmış, kimi şarapla zehirlenmiş birçok halife.

Bu durum, bir rastlantı olamaz.

Bir kurban çevresinde örülmüş olan Hıristiyanlık da, Roma'nın bu dini kabulünden yani bir iktidar aracı olduktan sonra, katliamlara sahne oldu.

Yahudilik de öyle.

Dolayısıyla bugüne kadar devam eden din çatışmalarının temelinde teolojik görüşler değil, doğrudan doğruya çıkarlar çatışıyor. Basit bir iktidar mücadelesi.


Yazının girişi sizi şaşırtmasın. Profesör Bernard Lewis bunları anlatmıyor. Sadece peygamberler arasındaki farka dikkat çekiyor.

Bence İslam ülkeleri arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen kavgaların, iç iktidar mücadelelerinin ve hatta bizim bu kadar kavga ortamına sürüklenmiş olmamızın temelinde aynı olgu var: Egemenlik ve mal paylaşımı.

Eğer insanlara, dinin yarattığı iktidar değil de çile kısmı miras kalsaydı, orada mutasavvıflardan başka pek az insan görebilirdik herhalde.

DİĞER YENİ YAZILAR