Dolmabahçe izlenimleri

Haberin Devamı

Önceki akşam Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki ofisinde yaklaşık 40 genel yayın müdürüne verdiği iftar yemeğindeydim. Hatırladığım kadarıyla Erdoğan uzun bir aradan sonra bu kadar kalabalık bir medya yöneticisi grubuyla biraraya geldi ve bütün soruları “etrafından dolaşmaya çaba göstermeden” açık açık yanıtladı. Saat 22.00’ye doğru sona eren sohbetin ardından, dünkü gazeteye ancak Erdoğan’ın konuşmasını geniş bir şekilde verebildik. Dolmabahçe’de edindiğim izlenimler bugüne kaldı. Hem daha kolayıma geldiği için hem de kolay okunsun diye madde madde aktaracağım:

* Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki Çalışma Ofisi’ne ilk kez gittim. Muhteşem bir yer olmuş. Çalışma Ofisi’nden çok Çalışma Kompleksi demek daha doğru olur. Fuaye, yemek salonu, basın toplantısı salonu, bahçe ve rıhtım peyzajının maharetli ellerden çıktığı belli. Binanın kapalı alanlarında yer yer Rahmi M. Koç Müzesi’nin o zevkli havası var. Yemek servisinin de zarif ve lezzetli olduğunu söyleyebilirim.

Geri adım yok

* Binanın havası iyiydi, Erdoğan’ın da... İçişleri Bakanı Atalay’ın temas trafiğinin seyrelmesi, hükümetin DTP’yle arasına belirgin bir mesafe koyması ve son günlerde gelen şehit haberleri “açılımın başlangıçtaki heyecanının azaldığı” izlenimi veriyordu. Ancak Erdoğan’ın konuşmasından ben tam aksi yönde izlenimler edindim.

* Başbakan’ın bu işte durma veya geri adım atma gibi bir niyeti yok. Aksine siyasi riskleri bile üstlenmeye hazır görünüyor. Üzerine basa basa “oyumuzun düşme riski olsa bile geri adım yok” diyor.

* Geniş kapsamlı kamuoyu yoklamalarında “açılıma yönelik desteğin arttığını” söylüyor. Ardından da “Henüz Türkiye’yi dolaşıp ne yapmak istediğimiz milletimize anlatmadık, onu da yapacağız” diyor. Bir önceki paragraftaki cümlesiyle bu ikisini arka arkaya okuduğumuzda, içeriği henüz belli olmayan açılım tartışmalarının iktidar partisine yönelik desteği biraz törpülediği sonucunu çıkartabiliriz.

* Erdoğan’ın bu olası destek erozyonuna karşı aldığı bazı önlemler dikkat çekiyor. Gelen her soruyu cevaplamadan önce, soruda geçen “Kürt açılımı” terimini düzeltiyor. “Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Boşnak’ı tüm etnik kökenlerden vatandaşlarımın çözülmeyi bekleyen sorunları var” cümlesini ısrarla kullanıyor. DTP ile hükümet arasına koyduğu mesafeyi giderek açıyor. DTP’nin Kürt kökenli vatandaşların gerçek temsilcisi olmadığını vurgulayarak, doğrudan DTP’yi muhatap almak yerine bölge halkına seslenmeyi tercih ediyor.

* Başbakan, ısrarla konunun bir “devlet meselesi” olduğunu söylüyor. “Birinci derecede sorumluluk hükümet olarak bizde olsa da, herkesin eli bu taşın altında olmalı” diyerek tüm kesimlere davet çıkarıyor. Baykal’a yazmayı planladığı mektup da, tüm kesimlere çağrı yaparken artık eski sert üslubunu kullanmayacağını gösteriyor.

* “Karşı çıktığınız şeyleri söyleyin, bir şeyleri dayatma gibi niyetimiz yok” şeklinde aktarılabilecek sözleri de, herkesi sorumluluğa çağırırken daha yapıcı bir üslup kullanacağının bir başka göstergesi. Tabii bu sözlerinin açılımın içeriği belli olduktan sonra anlam kazanacağını not etmek gerekiyor.

* İçeriği belli olmayan adımları şimdiden yorumlamak mümkün değil ama, bana göre daha başlangıçta böyle bir niyete “kötü niyet” yaftasını yapıştırmak da doğru değil. 30 Ağustos resepsiyonunda ayak üstü sohbet ettiğim Deniz Baykal’a da aynı şeyleri söylemiştim. CHP Lideri VATAN’ı “açılımı kayıtsız şartsız desteklemekle” eleştirince, “Bu ülkeyi bölmeye kimsenin gücü yetmez. Bu durumda iyi niyetli bir çabaya iyi niyetle yaklaşıyoruz, biz de herkes gibi içeriği merak ediyoruz” demiştim. Bugün de aynı görüşteyim.

Sokaktaki havanın farkında

* Demokratik açılım sürecinin artık yavaş yavaş netleşmeye başlaması gerektiğini de düşünüyorum. Bilgisiz tartışma ortamı, sürece gereksiz çizik atabilir. Sokaktaki adam “Neler oluyor, ne yapılmak isteniyor” sorusunun cevabını bulamıyor. Dolmabahçe’deki iftardan sonra bindiğim taksinin şoförü de öfkeliydi. Söylediklerini yazsam “Halkı askerlikten soğutma” suçlamasıyla karşı karşı kalabilirim. 7 yıldır attığı her adımda halkın havasını yoklayan ve partisinin oy desteğini kontrol eden Erdoğan bu durumun farkındadır. Meclis açıldıktan sonra “sokaktaki havayı değiştirmeye” çalışacaktır. Daha önce pek çok sorunda “her gün üzerine yeni bir unsur koyarak” götürdüğü kampanyalarda başarılı oldu. Bu defa işi kolay değil, kendi seçmeninde de kuşkular var.

Yatırım mı yok, olan kaynaklar mı?

* Erdoğan’ın “7 yıldır iktidardasınız, açılım aklınıza yeni mi geldi” söylemine karşı geliştirdiği savunmayı da gereksiz ve yanlış buluyorum. “Parti programımızda var, 2005’teki Diyarbakır konuşmamda değindim” gibi sözlerinin ikna gücü zayıf. “7 yılda bölgeye 15 milyar TL yatırım yaptık” savunması da kuvvetli bir argüman değil. Milli gelirin yüzde 1.5’i gibi bir rakamın 7 yılda bölgeye harcanmış olmasının -eski hükümetlere göre fazla olsa bile- övünülecek pek bir tarafı yok. Başbakan samimi davranıp sorunu çözmenin zamanının geldiğini anlatsa daha inandırıcı olur diye düşünüyorum. Yapılan yatırımı değil, sorunla yaşanırken harcanan kaynakların büyüklüğünü anlatmalı. “Artık insanımızı, enerjimizi, kaynaklarımızı bu sorunla yaşayarak tüketemeyiz” şeklindeki sözleri bana göre daha etkili.

* Başbakan’ın önceki akşamki sözlerinden sonra kendi payıma iyi niyetimi koruyorum. Ama, davetin sonunda “özerk kurumlarla” ilgili sözleri beni çok şaşırttı. Gelir İdaresi meselesine girmeyeceğim de, Merkez Bankası’na tabiri caizse “çakması” yanlıştı. Nitekim Ali Babacan da bu sözlerin yaratacağı tehlikeyi görmüş olmalı ki, dün Londra’dan kibarca bir düzeltme yapma ihtiyacı hissetti. Başbakan 2002-2008 yılları arasında yakalanan ekonomik başarıda özerk kuruluşların büyük payının olduğunu unutmamalı. Özerk kuruluşların siyasileştirilmesi büyük bir hata, çok büyük bir geri adım olur. Birileri Başbakan’a İngiltere Merkez Bankası örneğini anlatmalı. 15-20 yıl önce kredibilitesi siyasiler tarafından imha edilen İngiltere Merkez Bankası’nın neden hala Avrupa veya ABD merkez bankalarının güvenirliğine ulaşamadığını... İngiltere Merkez Bankası’nın son kriz öncesine kadar neden benzer ekonomilerin çok üzerinde faiz politikası uygulamak zorunda kaldığını, yanılmıyorsam 1992’de Soros’un İngiliz Sterlini’ni 2 günde nasıl çökerttiğini...

DİĞER YENİ YAZILAR