Kendini yaşlı hissedenler sonbaharda, kendini genç hissedenler ilkbaharda aşık olur” demişti bir dostum...Yaşlı olması gerekmez, sonbahar esasen romantik aşklar çağırır...Çünkü sonbaharın kendisi romantiktir...Sonbahar yalnızlıklar mevsimidir...Yalnızlıkların melankolisi hissedilir...Esasen sonbahar melankoliktir, romantiktir, yalnız ve hüzünlüdür...Sonbahar aşkları onun için hüzünlüdür...Aşk ne kadar dolu yaşanırsa yaşansın sonbaharda hüzün yaşanır...***Sonbahar aşklarının giysisi kazaktır...Erkekte gömlek üstü olması tercih sebebidir...Kazak, sonbahar aşkını yumuşatır...Sonbahar yağmuru, sonbahar aşkını romantikalara ulaştırır...Havanın yarattığı ürperti ise, aşıkları yakınlaştırır..Sonbahar cinsellikten çok aşkı çağrıştırır...***Sonbahar sinemaya gitmek demektir...Sonbahar sevgiliyle kitapçıda kitap karıştırmak, müzik dinlemek demektir...Sonbahar yağmur demektir...Yağmurda ilk öpüşme anlamına gelir...Aynı zamanda yağmurda veda etmeyi de gerektirir...Esasen ikisi de anlamlıdır...Öpüşürken sarılırsın...Veda ederken gözyaşlarına boğulursun...Her ikisinin de fonunda yağmur vardır...Müziğin Shirley Bassey’nin Love Story’si olması ise tercihendir...***Yağmursuz havalardan, sararmış yapraklı mekanlardan geçmeyen aşk, güdük kalır...Yaz aşkları, sonbaharı geçirmezlerse olgunlaşmadan kalır...Aşk rüştünü sonbaharda kanıtlar...Sonbaharları geçirmeyen aşk bir yaz esintisidir...Yaz güneşinin etkisindedir...Oysa sonbahar güneşsizdir ve melankoliktir...Aşk güneşsizken yaşayabilirse romanslaşır...Yoksa, rüzgara karışır...Hafızamda “İlk sonbahar aşkının veda sahnesinde Detroit’e giden bir genç kız var...” Lisedeki gözlüklü erkek arkadaşıyla 16 yaşındaki genç kızın yaşadığı aşk benim izlediğim “İlk Sonbahar aşkıdır...” Okulda başlayan bir Sonbahar aşkıdır...Yağmurda ilk kez “date” edilerek sinemaya giderek yakınlaşılmış, sonra deli gibi aşık olunmuştur... Sonbahar deli gibi aşık eder insanı...Rüzgar ara ara esmesi, yağmurun arada bir serpiştirmesi esasen önce melankolik sonra platonik olarak aşık eder insanı...Yalnızlığın burukluğu aşkı davet eder...Sinemalarda aşk güzeldir...Ve esasen sinemalar sonbaharda güzeldir...H H HNe ki ben bir gün çok gençtim ve sonbaharda sevgilime veda ettim...Hafif bir yağmur vardı ve çiseleyip duruyordu...Vedanın gerçekleştiği an, yağmur yağsın diye dua ettim...Biraz sonra kırmadı ve ıslattı beni...O an bir şarkı çıktı ruhumdan...Sanki Ajda Pekkan söylüyordu içimden:“Yağmurlu bir gündü...Tıpkı bugün gibi...Kaybetmiştim seni...Taştı gözyaşım...Karıştı yağmura...” Dostum yanlış düşünüyor Sonbahar kesinlikle yaşlıların aşk mevsimi değil...Esasen Sonbahar aşkın rüştünü ispat ettiği mevsim...Sonbaharda aşk romantiktir...Öperken sarılırsın...Veda ederken gözyaşlarına boğulursun...Her ikisinde de fonda yağmur vardır...Tercihen Shirley Bassey çalmaktadır...“Love Story” Sonbahar’ın ruhundadır...
Aklı başında bir kadının hayatta mutlu olduğu en önemli şeylerden biri, “istediği, arzuladığı bir erkeği kendine kitlemektir...” Kadın istediği ve gözüne kestirdiği erkeği kendine kitlemek ister...Daha işin başından kitlenmeye hazır “budalalardan” hiç haz etmez...Kadının istediği kendisinin gözüne kestirdiği erkeği “kitlemektir”...Her kadın sonuçta bir erkeği şöyle veya böyle kendine kitler...Burada mesele kitlediği erkeğin kitlemeye değip değmediğidir...Gerçekte kadın tamamen kitlediği hiçbir erkeği, kitlenmeye en çok değen erkek olarak görmez...Hep dışarlarda bir yerde kendisinin kitleyemediği daha büyük ve leziz bir parçanın olduğunu sanır...***Erkek kadının bir ilişkideki en büyük amacının “o erkeği kitlemek” olduğunu anlamaz...Kitlemek demek, “erkeğin o kadınsız pek yapamayacağına inanması” demektir...Kadınlar gizli gizli diğer kadınların, başka erkekleri nasıl kitlediklerini süzerler...Kendinden daha iyi erkek kitleyen kadınlara uyuz olurlar...Kendinden kötü kitleyenleri ise aptal bulurlar...Her halukarda bir kadın hiçbir zaman başka bir kadını beğenmez ve takdir etmez...Tek takdir etmiş göründüğü kendi kankasıdır...O da rekabetin olmadığı durumlarda vardır...Rekabetin olduğu anlarda kankalık yerini düşmanlığa bırakır...***Erkeği kitlemek öyle her kadının şipşak yapacağı kolay bir zanaat değildir...Erkekler iki tiptirler...Kitlenecek erkekler ve zor kitlenecek erkekler...Kadınlar kitlenmeyecek bir erkek olduğuna inanmazlar...“Kitlenmeyecek erkek yoktur, kitleyemeyecek kadın vardır...” Mesele kolay kitlenecek erkeği değil, kitlenmesine değecek erkeği kitlemektir...Daha doğrusu başka kadınların kitleyemediği erkeği kitlemektir...Onun için kadın zor kitlenen erkeklere yönelir...Zor kitlenen erkekler ise iki çeşittir...İflah olmaz serseriler ve iflah olabilecek yarı yabani evciller...Bir erkeğin serseriliği, kadını takmaması ve cool havası, kadını cezbeder...Kadın bu erkeği ister...Ama bu erkeğin içten içe, kendisine karşı duyarlı olmasını arzular...Hem duyarlı olacaktır...Hem de cool...Hem serseri ve takmaz olacaktır...Hem de sahiplenici...Kadın tamamen duyarsız, tamamen serseri olanlardan uzak durur...Onları fazla tehlikeli bulur...***Erkekler kadın kitlemesinin ne anlama geldiğini bilmezler...Yaşarlar, ama farkına varmazlar...Bir erkek bir kadına “gidiyorum” dediğinde, “gidemezsin” diye bağırıyorsa, kitlenmiş demektir...“Sen bilirsin” havasında hiç oralı olmuyorsa, ortada kilitlenme yok demektir...Kilit yoksa, kadın fitil oluyor demektir...Kitleyene kadar uğraşacaktır...Erkeğe “ben gidiyorum” diyecektir, onun fitil olmasına çalışacaktır...Başkasıyla gezecek tozacak onu kudurtacaktır...Tüm bunlara rağmen erkek sakinliğini bozmuyorsa, dönüp yeniden oynayacaktır...O adam kilitlenene kadar oyun sürdürülecektir...Onun için bazen kadınlar, eskiden kitleyemedikleri adamlara yeniden dönüş yaparlar...Eski bir hesabı yeniden açarlar...Daha doğrusu kapanmayan hesabı kapatmak için yeniden oyuna girerler...Zamanında kitleyemedikleri erkeği, yeniden kitlemeye uğraşırlar...Bazen başarırlar, bazense yine kitlemeyi başaramazlar...Ne ki kadının kitleyemediği erkeği kitleme uğraşı son bulmaz...Kitleyene kadar mücadele edecektir...Bilgisayar oyunu gibi “Insert coin” yapılacak, “game over” olacak, yeniden para atılacaktır... Kadın bilir ki, adam kitlenmezse yara kapanmadan sürecektir... Bir ömür o yarayla yaşamı paralel gidecektir...Üzücüdür, ama gerçek budur...
Hiçbir şey Ramazan’da restoranların durumundan daha açık gösteremez, Türk insanının kalbinde Müslümanlığın taşıdığı müthiş önemi...İstanbul’daki balık restoranları, İtalyan lokantaları, geniş kavlarıyla ünlü sofistike kulüpleri, Nişantaşı kafe-restoranları, yılın 11 ayında full çeken bütün trendy mekanlar sinek avlıyorlar...Birçoğu, tenhalaşmış masalarda oturan müşterilerin gözünün içine bakıyor ki bir an önce gitsinler de, kendileri de dükkanı kapatıp evlerinin yolunu tutsunlar...Ramazan iftardan ibaret geçiyor İstanbul’da...İftar yapılan kebabçılar, bol kepçe lokantaları, mantıcılar, börekçiler, Türk yemekleri yapan klasikler, hepsi öğlen saatlerinde sadece bir-iki masaya hizmet veriyorlar...İftar saati ise, müthiş geçiyor...Tıklım tıklım dolu bütün masalar, zevk var, keyif var, iftar var...***Aslında Ramazan’da yaşananlar bu ülke insanının dinle, hiçbir sorununun olmadığını, orucunu tutarken müthiş mutlu, son derece keyifli ve inançlı olduğunu gösteriyor...Kimse bu millete “Ramazan geldi oruç tutmalısın... Ya da tutmamalısın...” demiyor...Hiç kimsenin hiçbir şey telkin etmediği Türkiye, Ramazan ayını yüzde 80’ler yüzde 90’lar oranında oruç tutarak geçiriyor, iftarlarda lokantalar doluyor, sokaklar boşalıyor, buna karşın o orucu tutmayan yüzde 10’luk ya da 20’lik kitle de kendi hayatını yaşıyor...Türkiye’nin dinle ve dini özgürlüklerle ilgili kilit sorusu şudur ve Abdullah Bey’le, Tayyip Bey mutlaka ama mutlaka şu soruyu kendilerine sormalı:“Bu ülkede Ramazan’da niye bu insanlar oruç tutuyorlar? gibi abes ve absürd bir soru sormak hiç kimsenin aklına gelir mi?..” Oruç tutmayan herhangi bir kişi, deli ya da kafayı toptan yemiş bir psikopat değilse böyle bir soruyu aklına getirir mi?..Ramazan’da kimse zorla “tutun” demediği halde keyifle tutulan oruç, kılınan namaza, karşı çıkmayı aklından bile geçirmeyen laik kesim neden ve niçin Türban’a karşı çıkar?.. Siz hiç “Bu insanlar niye oruç tutuyorlar?” diyen bir akl-ı evvele rastladınız mı?..Eğer türbana “dini özgürlükleri kısıtlamak adına” karşı çıkanlar varsa, bunlar oruça niye karşı çıkmıyorlar da tam tersi oruç tutuyorlar...Ramazan ayında tutanıyla tutmayanıyla yakalanan bu müthiş konsensus niçin türban konusunda gerilime dönüşüyor?..***Nazlı Ilıcak kusura bakmasın, “Ulus 29 isimli restoran-gece kulübünde, namaz kılmak isteyenler için niye mescit yok” sorusu provokatif bir sorudur ve varolan hoşgörülü Ramazan keyfini ve uzlaşmasını yok etmeye yöneliktir...Hayatı daha fazla kaşımak yarar getirmez...Teninizi bile fazla kaşırsanız yara yaparsınız...Nazlı Hanım Frankafondur, Lozan’da okudu, dinle ilgili hep Batı’dan kendine uygun örnek vermeyi sever, söylesin bakalım;Paris’te Pazar sabahı brunch yapılan bir restoranda, herhangi bir Fransız “Kutsal Maria’nın ikonası nerede, önünde dua edip, mum yakmak istiyorum” der mi?..Böyle bir saçmalık olur mu?..Keza Hıncal Abi de hiç kusura bakmasın “Konyalı Restoran’da tam iftar öncesi 16.30-18.30 arası niye yemek servisi yok” diye maraza çıkartmanın Cumhuriyetçilikle hiçbir ilgisi yok... Dünyanın kalbürüstü bütün restoranlarında, öğle yemeği ile akşam yemeğinin servis edildiği saatler arasında restoran kapalıdır ve müşteri kabul edilmez...Londra’da kalburüstü restoranlar genelde öğlen 12-15, akşam 19-23 saatlerinde hizmet verirler, onun dışında kapılar duvardır, içeri kafanızı bile uzatıp bakamazsınız...İftardan hemen önce, 16.30’ya da 18.30’da elbette “İstanbul’un en meşhur iftarının yapılacağı Konyalı’da yemek servisi olmayacak...” Olmayacak ki, oraya iftar için gelenler keyifle iftarlarını hep beraber yapacaklar, oruçlarını birlikte açacaklar...İşin raconu, yolu yordamı, doğrusu bu... Nazlı Hanım’ın İstanbul’un en ünlü gece kulübünde mescit isteği ne kadar abesse, Hıncal Abi’nin iftar öncesi Konyalı’dan servis istemesi de bir o kadar absürd...Biri absürd, öteki abes...Sözcüklerden birinin Latince, ötekinin ise Osmanlıca olması, durumun sefilliğini maalesef değiştirmiyor...
Siz bakmayın attıklarına tuttuklarına... Türbancı Demokratlar’ın durumu çok kötü; çatırdıyorlar, bölünüyorlar, kıvırıyorlar ve fena halde sallanıyorlar...Sakın dansözlük falan aklınıza gelmesin...Dansözlük ekmek parasına yapılan başka bir meslek...Biz onların yaptıklarına “ilk dans gösterisi” diyelim... Allah rahmet eylesin, “Beyaz Türkler” deyiminin mucidi, sevgili kardeşim Ufuk Güldemir’in bir sözü vardı...Derdi ki Ufuk, “Gazetecilikte herkesin bilmediği esasen bir de koridor sicili vardır... Esas olan odur... Gazetecinin seceresi ne yaptığı, ne yapmadığı o sicilde yazar...” Şimdi bizim Türbancı Demokratlar yavaş yavaş gazetecilikteki koridor sicilini hatırlamaya başladılar elbet...Biliyorlar ki bugünlerin bir de yarınları var...Bir de işin “koridor sicili” tarafı var...6 aydır Türkiye’de “Sadece türbana özgürlüğü” liberallik adına kakalamak, bunun rantından her türlü istifade etmek iyi güzel de, bu işin bir de sonrası var...***Kimse aptal değil...Herkes kimin niye bu işleri yaptığını biliyor...Bu mesleğin Ufuk kardeşimin dediği gibi bir de “koridor sicili” var...Şimdi yavaş yavaş kıvırıyorlar:“Efendim liberal aydınlar (Onlar Türbancı Demokrat’a havalı olsun diye liberal aydın diyorlar... Siz kafayı takmayın o laflara, Türbancı Demokrat demeye devam edin çünkü zaten öyleler...) AKP’yi Annan Planını benimsediği ve eski kalıpları yıkarak yepyeni bir yaklaşımla ortaya çıktığı için desteklemişler...” Aynen böyle diyorlar...Ulan ne Annan’mış bu!!!Meğer Türbancı Demokratlar sırf şu zavallı Annan Kıbrıs planını geçirsin diye Türbancı Demokrat oluvermişler...Garibim Annan...Bilseydi ki muhterem, bir Kıbrıs Planı’ndan Türkiye’de bu kadar Türbancı Demokrat çıkacak, laboratuvara girer, insanlığa daha fazla hizmet edecek yaratıklar çıkartırdı... ***Bir tanesi dünkü yazısında aynen şöyle yazıyor:“Liberal-demokrat kesim (R.M.’nin notu:Türbancı Demokrat demek istiyor) hem Avrupa hem de Amerika’da AKP’yi açıkça taşıdı... Batılı aydınlara AKP’yi beğendirdi... AB bürokrasisine, AB Parlamentosuna AKP’yi benimsetti...ABD’nin politikaları oluşturan kesimlerini AKP lehine dönüştürdü... Sonunda bu günlere gelindi...” Vay vay vay...Görüyor musunuz neler neler yapıvermişler AKP için bir Annan planına ve Avrupa’ya “evet” deme uğruna...Şimdi birkaçı birden “desteğimizi çekeriz haa” diye Tayyip Erdoğan’a aba altından sopa gösteriyor... Muhtemelen Tayyip Erdoğan da kendi kendine soruyordur?..“Ne oldu bunlara da durup dururken böyle feryat ediyorlar?..” Söyleyeyim...Her şeyi sağladılar, şimdi yavaş yavaş koridor sicilleri geliyor akıllarına...Tarihe, çoluklarına çocuklarına, koridordaki meslektaşlarına ve genç gazetecilere, Türbancı Demokrat sıfatıyla kalacaklarını hatırlamaya başladılar...Sandıktan AKP çıktı ama...“Koridor sicil sandığı” başka türlü işler gazetecilikte...Onu hatırladılar...Şimdi yavaş yavaş yelken açıyorlar...Hiç merak etmeyin...Rüzgarı yakaladıklarında fırlayacaklar...Vira vira!!!
Lauren orta yaşlarda, hırslı, usta bir kadın gazeteci...Yazı İşleri Müdürü onu Amerika-Meksika sınırındaki Juarez’e müthiş bir röportaj yapmak üzere gönderiyor...Hiçbir gazetecinin burun kıvıramayacağı bir olay Lauren’in iz süreceği iş...İstihbarat ve iddia müthiş...4 bin ila 5 bin arasında genç kıza Amerika’nın hemen Meksika sınırında Juarez’de tecavüz ediliyor ve sonra da genç kızlar tecavüzcüleri teşhis edemesinler diye öldürülüyor...Genç kızların ve kadınların tek bir özelliği var...Hemen hepsi, Amerika ile Meksika arasındaki serbest ticaret anlaşmasıyla kurulan sanayi tesislerinde çalışıyorlar ve vardiyalardan gece geç saatlerde evlerine dönebiliyorlar...Tecavüzler bu vardiyadan dönüş saatine denk gelen ortalık karardıktan sonraki vakitte meydana geliyor...Polis ise, bütün bu olayların sorumlusu olarak bir Mısırlı’yı tecavüzcü sanık olarak yakaladığını söyleyip olayı örtbas etmek istiyor...***Orta yaşlardaki hırslı kadın gazeteci Lauren yani Jennifer Lopez’in iz sürdüğü gazetecilik olayı bu...Bordertown (Sınır şehri) filminin başında, “İzleyecekleriniz gerçek olaylardan esinlenmedir” deniyor...İzlerken “Bu kadar da olmaz” diyeceğiniz film bir de gerçek...Ne yapıyor gazeteci Lauren...4-5 bin tecavüz olayının olduğu bölgede tek bir tanık ortada görünmüyor...Çünkü tecavüze uğrayan kızların hepsi öldürülmüş...Bir tanık buluyor...Genç kız, öldüğü sanılarak konduğu mezarını elleriyle kazarak çıkan bir tecavüz mağduru...Onunla günlerce beraber yaşayarak röportaj yapıyor ve haberini yazıp gönderiyor...***Amerika’daki Yazı İşleri Müdürü Morgan yazıyı çok etkileyici bulduğunu söyleyerek telefonda Lauren’ı oyalıyor...Lauren haberinin çıktığı zannederken, bir arkadaşı, gazetenin haberi basmayacağını Lauren’ın kulağına fısıldıyor...Öldürülmek için her tarafta aranan kızı saklayıp, atladığı gibi uçağa Amerika’ya dönüyor ve soluğu Yazı İşleri Müdürü Morgan’ın odasında alıyor...Jennifer Lopez’le ünlü oyuncu Martin Sheen’in oynadığı Morgan arasındaki tartışma gazetenin yazı işleri müdürünün odasında geçiyor ve filmin tam kırılma noktası...O tartışmayı yüzlerce binlerce defa izlemesi lazım “Türk demokrasisini, global dünyanın miyarlarca dolar sermayeli dev şirketlerine ihale eden, İkinci Cumhuriyetçi entel gazetecilerin...” Martin Sheen’in sözlerinde bir Amerikalı editörün “Yeni dünya düzeni karşısında nasıl çaresiz ve satın alınmış olabileceği” gerçeği ancak bu kadar güzel anlatılabilinir...“O günler geçti Lauren” diyor, Amerikalı editör, “Haberin haber olduğu o günler geçti... Artık globalleşen dünyada dev şirketler ve yatırdıkları milyarlarca dolar var...” Lauren’ın cevabı şudur: “Sen satın alınmış olabilirsin Morgan... Ama beni daha satın alamadılar...” ***Bu Cumhuriyet’e duydukları geçmiş öfkelerin yarattığı intikam duyguları, insanları hangi uçurumların kenarına götürür bilmem, ama biliyorum ki “Ben daha satın alınmadım...” Globalleşmenin sonsuz yararlarına inansam da, milyarlarca dolar sermayeli finans kuruluşlarının “gündem” niyetine bize sattıkları “karlılıktan” ibaret olmayacak benim gündemim...O şirketlere karşı değilim...Ama onlara demokrasiyi teslim edecek kadar saf ve salak da değilim...Kendi hayat tarzımı ve gündemimi onların inisiyatifine terkedecek ya da kendi Cumhuriyetim’in garantörlüğünü onlara teslim edecek kadar aptal da değilim...Ya da Lauren’ın dediği gibi:“Ben daha satın alınmadım Morgan...” Morgan uzak bir örnek geldiyse size, aklınızdan geçen bir ismi onun yerine yerleştiriverin...Ona karışmam...
Globalleşmeden ve küreselleşmeden sanki, sakinleşmiş gibi sözeden 2. Cumhuriyetçi takımı var ya...Bunların küreselleşme ve globalleşme diye diye geldikleri nokta Türbancı Demokrat noktasıdır...Devrimleşirken evrimleştiler ve sonunde bir bölümü Türbancı Demokrat çizgisine sahip oldu...Bu Türbancı Demokrat kelimesini ilk kez duyuyorsunuz...Ama bundan böyle hep duyacaksınız...Türbancı Demokrat sadece türbana ve siyasi türevlerine demokrat olan demek...Demokrat olmak zor bir meret...Yaşamın farklılıklarını savunmak demek, bireysel özgürlüklerin arkasında durabilmek demek, deli deseler, divane deseler de farklı seslerin linç edilmesini önlemek demek...Bilimin çok sesliliğine, sanatın yadırgatıcı farklılıklarına, kültürün çoğullaşmasına, yaşamın farklılaşmasına, bireyin farrklı renkleri taşımasına, hayatın çeşit çeşit, renk renk, çiçek çiçek açması için namusluca durabilmek demek...Elbet türban takma hakkını da savunmak ya da darbelerin kısıtladığı özgürlüklere de karşı olmak demek ama bunların çok ötesinde, esasen bireyin yadırgatan özgürlüklerini bile yaşayabilme hakkını savunabilmek demek...***Şu Türkiye’ye bir bakın demokrasi tartışmasından aylardır anlaşılan tek şey “Türbana demokrasi...” Heykelleri müstehcen bulup, meydanlardan kaldıran anlayış bu Türkiye’de olmadı mı?..Peki heykellere, demokrasi yok mu bunlarda?..Tenis oynayan kız sporcuların resmini mini etekli diye gazetelere bunlar değil mi basmayan?.. Tenis oynayan kızın kıyafeti de mi demokratik değil?..Bunların hiç, müstehcen saydıkları bir resmi, bir heykeli, bir sanat eserini, bir romanı, bir denemeyi bir Dali’yi bir Bukovski’yi savundukları vaki mi?..Avrupa’daki bireysel yaşam özgürlüklerine “evet” diyorlar mı bu demokratlar...Hayır!Onun için Türbancı Demokrat’tır bunlar...Bunların demokratlığının demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi yok...Benim merakım sınırsız demokrasi diye diye, globalleşme, küreselleşme diye sürüye sürüye bu noktaya gelen İkinci Cumhuriyetçiler’in önemli bir kısmıdır...Zavallılar...Uzun ince bir yolda gide gide, Türbancı Demokrat biçimine girdiler...Bir düşünün bakalım...New York’ta, Paris’te, Roma’da, Londra’da millet özgürlükten ve demokrasiden bahsederken neden söz ediyor, Türkiye’de neden?..***Onların özgürlük ve demokrasi konularından söz etsen burada adamı bir güzel döver, bir de “ıslattık” niyetine yeri öptürürler adama Alimallah...Toplum o kadar demokrattır bizde yani... Bizim sınırsız demokratlar başlarda atıp tutuyorlardı, “ona da demokrasi, buna da demokrasi, sınırsız demokrasi, kahrolsun bürokrasi” falan filan...Gele gele aylardır, söyleyebildikleri tek şey kaldı o da “Türbanlı Demokrasi...” ***Kalçalarıyla meşhur Jennifer Lopez bile, önceki akşam baktım Meksika’daki tecavüze uğrayan kadınların özgürlük macadelesine adamış kendisini...Bordertown (Sınır şehri) isimli filmde, Antonio Banderas’la bir oynuyor ki, Meksika Amkerika sınırında tecavüze uğrayan 4000 kadının dramını ta iliklerinizde hissediyorsunuz... Jennifer Lopez 39 yaşına Ağustos’ta bastı ve yeni gösterime giren son filminde açık açık globalleşen ve küreselleşen dünyaya karşı müthiş bir filmde başrol oynuyor...Lopez küreselleşmeye karşı mücadeleye soyunurken, Amnesty Intrentaonal’ın ödülünü alıyor, bizimkiler ise Türbancı Demokrat halini alıyor...Yaşam, ne ilginç rastlantılara gebe?..
Allah izin verirse, annemle babam önümüzdeki yıl 50. evlilik yıldönümlerini kutlayacaklar...Sanıyorum onlar 50 yıllık evliliği götürebilen son Mohikanlar...Başka bir dönemin insanları onlar...Üstelik bir gün bile, gazetelerden “Kocanızı nasıl eve bağlarsınız?” veya “Evliliğinizi nasıl canlı tutarsınız?” yollu makaleler bile okuduklarına şahit olmadım... Benim yazdığım kadın erkek ilişkileriyle ilgili yazılara bile burun kıvırıyorlar...Kadın erkek ilişkilerinde daha çok şey bildikleri için değil...Yetiştirmek için bunca emek verip para döktükleri çocuklarının sıradan gördükleri konulara bu kadar kafa yorduğu için...Tuluhan Tekelioğlu’nun Sabah Gazetesi’nde bir süredir yaptığı “Her şeye rağmen ikimiz” başlıklı evlilik röportajlarında farkettim ki, her şeye rağmen evliliği sürdürebilenler artık toplum için bir örnek, bir rol model olma özelliğinde bile değiller...***Aslında olay gayet açık, bu işlere hiç de öyle kafa falan yormayan sevgili annemle babam, hiç de öyle tehlikeli sularda dolaşmadan 50 yıllık evliliği geride bırakıyor.Sabahtan akşama, burç uyumundan, kadın oyununa, erkek ihanetinden, kadınsı sadakatsizliklere kadar hayatın her detayını allak bullak edenler, hala sorunu çözmekten uzaklar...Sorun çözülmekten uzak, çünkü esasen evlilik dediğimiz şey anladığımız anlamda miadını doldurmakta...Toplumun yetiştirdiği yeni “birey” evliliklere düşünsel ve ruhsal olarak çok uzaktır artık...Tüketim toplumu tüketimi patlatabilmek için bireyi yarattı...Onun tercihlerini kutsallaştırdı, her bireyden zirvede bir kahraman yaratarak bireysel kahramanların tercihlerinden, tüketim patlamalarının yolunu açtı...Ego, Viyana’da Berggrase sokağında psikanaliz seansları yapan Sigmaund Freud’u fersah fersah aşarak, bir türlü doymak bilmeyen, hep yenisini, hep güzelini, hep pahalısını, hep mükemmelini arayan bir canavara dönüştürdü...Çağımız tüketim toplumlarının ego denilen canavarını, bir evlilik kurumunun tatmin etme olanağı yoktur...***Doymak bilmeyen tüketim toplumlarının yarattığı egosu doymak bilmeyen sürekli aç erkek ve kadınları tek bir kadının ya da erkeğin alkışları ya da destekleriyle doyurma imkanı kalmadı... Her ego sonsuz derecede kendi derdine, kendi alkışına, kendi takdirine düştü...Eşinin mütevazi destekleri, artık hiç de mütevazi olmayan egoların dişlerinin kavuklarını doldurmaz oldu...Üstelik ego zedelenmesinin meydana getirdiği hayal kırıklıkları, geçmişten farklı olarak “birebir misilleme, anında müdahale, korakor mücadele” kavramlarını gündeme getirdi...Esasen olan, “biz” kavramının yerine “ben” kavramının oturtulmasıdır...Aile “biz” kavramını esas alır ve ailenin çıkarlarını “biz” kavramı temelinde kişisel egonun üzerine oturtur...Oysa yeni tüketim toplumlarınıın temel kavramı “biz” değil, “ben” dir...Evliliği iki ben oluşturmakta ve üzerine “biz” kavramını oturtmamakta...***Oysa “biz” kavramı, “iki ben”in üzerindeki ortak bir ideali temsil eder ve aileyle meydana gelen “biz” evliliği oluşturan “iki ben”in üzerinde bir kurumsal kavramı oluşturur... Ne ki, artık insanlarda “biz” değil ben hakimdir...Hatta Türkiye’de de salt liberal ve İkinci Cumhuriyetçi arkadaşlarda çokca gördüğümüz gibi, birey geçmişte oluşturulan “Devlet” kavramını bile aşındırmakta, bireyin mutluluğu devletin mutluluğunun önüne geçmektedir...Çünkü devletin bireyin mutluluğu dışında bir anlamının kalmadığı savunulmaktadır...“Biz” kavramının en belirgin toplumsal örgütlerinden biri olan ulusun aidiyetini sembolize eden “Devlet”in kalkınmasının konuşulduğu yerde aile tamamen yok olacaktır...Bireylerin devletin önüne geçtiği toplumlarda aile olmaz...Ben en iyisi annemle babamın 50. yılları şerefine iyi bir hazırlığa girişeyim...Evliliğin yok olmaya yüz tuttuğu bir tarihin 50 yıllık evlilik örnekleri onlar...
Erkeklerin hırbo statüsüne giren önemli bir kesimi, kadınları zavallı olarak görür...Bir de kadınların ne olduğunu pek kafasına takmayan vasat erkekler vardır...Sıradandırlar ve kadınlar karşısında zavallıdırlar...Esas kötüsü zavallı olduklarının da farkına varmazlar...Sıradan ve zavallı olarak doğar, yaşar ve ölürler...Önce onları ilk kadınları olan anneleri yönetir...Yönetip yetiştirdikten sonra, everir...Uzun bir süre anneyle, karısı veya kadını arasında “bu adamın yularını kim tutacak” kavgası yaşanır...Erkek zavallı ve vasatsa durumun farkına varmayacaktır...Annesiyle, karısının “çok kıymetli olan kendisini” paylaşamadığını sanacaktır...Oysa durum kıymetle ilgili olmadığı gibi esasen erkekle ilgili de değildir...Tamamen kadınsı bir iktidar savaşıdır, ortadaki erkek sadece bir vesiledir...***Oğlanın annesi ağır bir vaka değilse, karısı pek ses çıkarmaz...Bilir ki oğlanın “ilk yuları anasındadır...” Fazla germeye gelmez...Kopup gidiverir...Fazla germezse de, arada bir durur durur söylenir...Kocasına ses edemediği durumlarda konuya komşuya seslenir...Her halükarda oğlanın anasını çekiştirir...Esas oğlan ise, bu kurtlar sofrasında saf ve salaktır...Bir o yana bir bu yana yalanır...İktidar savaşının muzaffer komutanı olduğunu sanır...Gerçekte savaşın komutanlarına da karargaha da uzaktır... Daha çok ortada sıçanı andırır...Erkeğin zavallı ve vasat olanı, esasen kadınları anlamadan yaşar, anlamadan ölür...Fazla dert etmediği ve gönüllü kabullendiği için hayatı da pek zor geçmez...İnsiyatifi olmadığından, sorumluluğu da yoktur...En kötü huyları kendilerini ve dolayısıyla erkeğin bir bok olduğunu sanmalarıdır...***Erkeğin akıllı geçineni, kadınlara iltifat etmenin yararını görenidir...Ne zaman bir yerde kadınlarla karşılaşsa “kadın erkekten üstündür” yollu iltifatlar eder...Amacı kadınlara şirin gözüküp, yatağın yolunu bulmaktır...Esasen kadın üstünlüğüne falan inanmaz...Kadının hoşuna gideceğini bilir, sallar...En güzel bu erkekler, rezil rüsva edilirler...Çünkü aranırlar...Arayan Mevla’sını da belasını da bulacaktır...Kendini akıllı zanneden erkek,“birkaç güzel sözle kadını ininden çıkartacağı”nı düşünür...Aptal olduğundan, ininden yavaş yavaş çıkan kadının ilerde nelere kadir olduğundan bihaberdir...Güzel sözlerle kadını ininden çıkarttıkça çıkartır...Ne zaman ki muşmulaya çevrilir, o zaman duruma ayılır...Ancak bunlar erkeği esasen akıllı zanneden ümitsiz vakadırlar...Ne kadar muşmulaya çevrilirlerse çevrilsinler, arlanmazlar...Batıl itikatları vardır...Kadının kendine karşı koyamadığını sanır...***Gerçek olan, kadınların zeka, uyanıklık, kurnazlık, duyarlılık, önsezi ve karmaşıklık konularında erkeklerden en az 50 misli fazla olduklarıdır...Bu iyi midir kötü müdür bilinmez, ancak bilimsel bir veridir...Salak gibi kompliman yapacağım diye edilecek laf değildir...Bir erkek ancak kadının üstün olduğunu bilirse, nispeten, o da nispeten kadınlar karşısındaki zavallılıktan kurtulur...Önlemini aldığı için bir parça daha belini doğrultur...Esasen belin tamamen doğrulması imkansızdır...Hani arzulanan, kamburlaşmadan, iki büklüm edilmeden ebediyete intikali sağlamaktır...Yazması ve anlatması çok zor bir konudur...Bu konuya devam edilmesi kadınlar izin verirse mümkündür...