Türk Dünyası’nın önemini kavramak…

5 Eylül 2018

Türk Keneşi ya da eski adıyla Türk Konseyi 6. Devlet Başkanları Zirvesi Kırgızistan’da toplandı. Türk Devlet ve toplulukları arasında işbirliğini sağlamak ve çeşitlendirmek üzere 2009 yılında kurulmuş olan Türk Keneşi kapsayıcılık bakımından Türk Dünyası’nın çatı kuruluşu niteliğinde. Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA), Türk İş Konseyi, Türk Akademisi ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) gibi ilgili kuruluşları uyumlaştıran bir şemsiye görevi görüyor. Konseyin kurucu üyeleri 7 Türk Cumhuriyeti arasında bulunan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye…

Önceki gün Kırgızistan/Issıkgöl bölgesindeki zirvede iki önemli katılım daha vardı. Konseye resmen üye olma iradesi gösteren Özbekistan ve gözlemci üye statüsü kazanan Macaristan. İkisi de çok önemli…

Özbekistan bölgenin demografik olarak en önemli merkezi. Komşu ülkelerde yaşayanları da dahil edersek 35 milyona yaklaşan Özbekistan, Türkiye’den sonra en yüksek nüfusa sahip. Aynı zamanda yer altı kaynakları ve tarihi dokusu ile dev bir potansiyeli mevcut. Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin düzelmesi Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri artırdığı gibi yeni katılımların da önünü açıyor. Macaristan’ın bu çatı altında bulunması hem doğu-batı sentezi bakımından önemlidir hem de Müslüman olmayan Türk topluluklarının Türk Keneşi’ne olan ilgisini artıracaktır.

Türkmenistan henüz birliğe soğuk bakıyor. Birleşmiş Milletler nezdinde imzaladıkları “tarafsızlık sözleşmesi” bunun en büyük sebebi. Ancak Kırgızistan Cumhurbaşkanı Ceenbekov’un çağrısında olduğu gibi bu süreçte Türkmenistan’ın da üye olması kaçınılmazdır. Elbette tanıma aşamasını hızlandırıp KKTC’yi dahil etmek mümkündür.

Böyle bakıldığında 1.5 trilyon GSYH, 200 milyona varan nüfus ve 5 milyon km2 yüzölçümü ile Avrupa Birliği gibi uluslararası birliktelikler sıralamasında hızla yükselen Türk Keneşi birlikteliği, lafta kalmaması gereken bir önem taşıyor. Aslında bu kuruluşun ardındaki kurumsal irade 1992 yılında başlatılan “Türkçe Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirveleri”ne dayanıyor. 2001-2006 arasında toplanamayan zirveler süreci 2009 Nahçıvan bildirisi ile resmen Türk Konseyi’ne dönüşüyor.

İşte 1992 yılındaki zirve bahsettiğimiz önemin en açık göstergesi. O tarihte alınan şu 3 kararı sıralamak yeterli sanırım: (1) Kişi, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı, (2) Ortak bir banka kurulması ve (3) Tüm doğal kaynakların Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevk edilmesi…

Düşünebiliyor musunuz? Bundan 26 yıl önce AB benzeri bir birlik için 6 Türk Cumhuriyeti Devlet Başkanı eksiksiz irade gösteriyor; “Türkiye üzerinden petrol/doğalgaz satacağız” diyor ancak Türkiye bugün hem petrol hem doğalgazda dışa bağımlı. Bu kaçırılan büyük fırsat atılan ya da atılmayan yanlış adımlarla akamete uğramıştır. Muhakkak ki Türkiye önemli işler de yapmıştır. Fakat ekonomi ile desteklenmeyen, bütünleşemeyen uluslararası ilişkilerin dünyada söz sahibi olması ne ölçüde mümkündür?

Bu kez gerçekten ıskalamadan tarihin bize sunduğu bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz.

Devamını Oku

KKTC bu oyuna gelmemeli

1 Eylül 2018

Kuzey Kıbrıs’ta vatandaşın birinci gündemi ekonomi. Nereye giderseniz gidin dövizdeki artış ve artan hayat pahalılığı konuşuluyor. Kimi sivil toplum kuruluşları eylem yapıyor. Hükümet bazı tedbirler alsa da hareket alanı hayli dar. Bu yönelim dünün fırsatçılarını da sahaya sürüyor. Geçmişte Annan Planı ile “yes be annem” diyenler yine sahneye çıkmışlar ve ekonomik krizden kurtulmak için AB’ye girmenin gerektiğini ileri sürüyorlar. Hatta bunun için Annan Planında olduğu gibi benzer bir sürecin başlaması gerekiğini ifade ediyorlar. Bu yolla kriz bitecek; halk refaha ulaşacakmış...Bu arada Kuzey Kıbrıs’ta kira sözleşmelerinde döviz kurunun Euro 4,60, Dolar 3.80 üzerinden sabitlendiğini belirtelim.

Bir diğer kampanya da eş zamanlı yürütülüyor. Bunu ortaya atanlar bizzat Rumlar... Adayı “NATO askerleri korusun” diyorlar. Böylelikle Türkiye ve Yunanistan’da NATO’ya üye oldukları için az da olsa asker bulundurabilecekmiş. Her iki tarafın hassasiyeti de sürecekmiş.

Tabi bu işler esas senaryonun ön tanıtımları.

Aslında istenen şey Türkiye’nin garantörlük haklarını budamak ve Türk askerini mevcut pozisyonundan geriye götürmek. Zira Doğu Akdeniz’deki doğalgaz arama faaliyetlerinde ciddi bir perde gerisi mücadele yaşanıyor. ABD menşeli küresel şirketler kendi varlıklarını ABD asker gücü ile tahkim etmek istiyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin askeri varlığı istenmiyor.

Türkiye’deki döviz kuru artışı ve bunun AB ile ilişkilerde yeni bir işbirliği sürecini hızlandırması Rum kesiminin KKTC’deki çıkarları konusunda daha iştahlı olmasını sağlıyor. Bazı çevreler AB müzakerelerinde daha önce olduğu gibi bu çıkarlara dayalı bir baskı/yönlendirme yapacakları belirtiyorlar. Ancak bu kez Türkiye’nin adımları geçmişteki gibi olmayacak. Türkiye ne KKTC’nin bağımsızlığı ne de askeri varlığı konusunda geri atacaktır.

Rum Tarafının Oxford Baskısı

Kıbrıs Türk ekonomisinin iki temel girdisi var. Üniversiteler ve turizm gelirleri. Son dönemde adanın güneyinden geçişlerin de arttığı ifade ediliyor. Böyle bir süreçte Rum Dışişleri KKTC’nin bu iki kaynağını baltalamaya çalışıyor. Örneğin Doğu Akdeniz Üniversitesi İngiltere’deki Oxford Üniversitesi ile işbirliği anlaşması yapmak üzere. Rumlar üniversitenin “yasa dışı” olduğu suçlamasıyla engellemek için uğraşıyorlar. Oysa söz konusu üniversitenin mezunları dünyanın hemen her yerinde yüksek lisans ve doktoraya kabul alabiliyorlar.

Devamını Oku

Türk Keneşi’ne çok önemli atama

28 Ağustos 2018

Türk Keneşi 6. Zirve toplantısı 3 Eylül tarihinde Kırgızistan’ın Issık Göl mevkisinde gerçekleştirilecek. Zirveye üye ülkelerin Devlet Başkanları katılacak. Zirvede kuruluşun yeni Genel Sekreteri de resmen göreve başlayacak.

Yeni Genel Sekreter Bagdad Amreyev ülkeleri, sınırları aşan bir diplomat. Devlet Başkanları nezdinde ciddi bir ağırlığı var. Üstelik Türkiye’de görev yaparken Türk Keneşi’nin kuruluş sürecinde birebir bulunmuş ve Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in bu yöndeki teklifini hayata geçiren diplomat olmuştu. Şimdi tohumlarını attığı kuruluşun başına geliyor. Türk Dünyasını ve Türkiye’yi çok iyi tanıyor. Ortadoğu sahasını en iyi bilen uzmanlarından biri olması günümüz koşullarında ayrı bir önem arz ediyor. Geçmişte yaptığı görevler ve uluslararası mecrada tanınırlığı ile Türk Konseyi’ni çok daha ileriye sıçratacağına eminim. Başbakan Danışmanlığı, 2008-2011 arasında Türkiye Büyükelçiliği, Kazakistan’ın Ortadoğu Özel temsilciliği, İran Büyükelçiliği, İslam İşbirliği Teşkilatı’ndaki görevlerindeki etkili çalışmaları Türk Konseyi için yeni bir sıçrama döneminin işaretleri...

Genel Sekreter Amreyev’in kısa zamanda sonuca dönük projelerle gündemde sıkça yer bulacağına inanıyorum. Çünkü Kazakistan ve Özbekistan arasında son yıllarda daha da artan güçlü ilişkiler ve Türkiye’nin bu sürece yeniden girmesi hepimizi için umutları yeniden yeşertiyor.

Nasıl bir kuruluş?

Türk Konseyi olarak da bilinen Türk Keneşi bugün sadece Türkiye için değil Türk Dünyası açısından büyük bir önem taşıyor. 2009 yılında Nahçivan’da kurulan “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye’nin üyesi olduğu Türk Dünyasının çatı kuruluşu konumunda. O tarihten bu yana İstanbul’da bulunan Genel Sekreterliği ile Türk Cumhuriyetleri arasında işbirliğini uyumlaştırıyor.

Özellikle dünyadaki çetin ekonomik mücadelenin yaşandığı böyle bir dönemde yeni ve alternatif projelerin hayata getirilmesinde vazgeçilmez bir yerde duruyor.

İşte bu etkili kuruluşun 6. Zirve toplantısında Özbekistan’da resmen üye oluyor. Türk Keneşi bu yönüyle eğitim, kültür, ulaştırma, enerji, turizm ve daha pek çok başlıkta Türk cumhuriyetlerinin birlikte üreterek kazanabilecekleri yegane kuruluş.

Devamını Oku

Toplumsal çözülme ve ‘İnsani vatanperverlik’

25 Ağustos 2018

Son dönemde yaşadığımız ekonomik ve sosyal sıkıntılar toplumsal sistemimizde derin yaralar açıyor. Bizler bunun farkına vardığımızda uzun bir zaman dilimini geride bırakmış oluyoruz. Çünkü toplum denildiğinde onun bir yapısal formdan ibaret olduğunu idrak etmek gerekiyor. Bu yönüyle değişim her zaman bir bütün ya da sürekli bir biçimde görünüm arz etmiyor. Sosyolog Ginsberg, toplumdaki değişimin onu oluşturan parçalar arasındaki denge kaybı ile başladığından söz eder. Yani kendi aramızda “bu toplum ne kadar değişti?” dediğimizde kendi parçamızın veya bütünde bize yansıyan fotoğrafla bir yargıya varıyoruz demektir. Daha ötesi ise bilimlik araştırmalarla fark edilebilir.

O halde yapmamız gereken, teknolojinin ve küresel araçların her yanımızı kuşattığı bu ortamda değişime uygun bir değerler alt sistemi kurabilmektir. Zira sanayi devrimi, ardından gelen kentleşme süreci ve son olarak küreselleşmenin kuşatıcılığı karşısında toplumsal direnç mekanizmasını kuvvetlendirmekten başka çare yoktur. Prof. Dr. Mümtaz Turhan toplumdaki bu değişim kapasitesini kültür değişim değerlendirir. Orada ayrımı yapılan ve değişimi kaçınılmaz olan maddi ve manevi kültür unsurları iyi kontrol edilemezse devletin insan unsuru ciddi şekilde sarsılabilir. Bugün pek çok Avrupa ülkesinin güçlü teknoloji veya daha yüksek bir milli gelire rağmen içinden çıkamadığı sorun da budur. Kendilerine uygun bir değerler sistemini inşa/kontrol edememek…

Bu noktada Prof. Dr. Erol Güngör’ü anımsamak gerekir. Güngör o yıllarda küreselleşme süreci kendisini gösterirken batılılaşma/modernleşme olgusu hakkında “tekniğini alalım gerisini bırakalım” diyenlere özetle şöyle demektedir: “Üretilen aslında o tekniğin bir ürünüdür tekniğin de nasıl üretildiğini almak gerekir.” İşte bu noktada Güngör, kendi kültürel sistemimizi güçlü ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı dirençli kılmanın endişeleri ortadan kaldıracağını ortaya koyar.

Şimdi Türkiye’nin önünde çok daha engebeli bir yol var. Bu yol sanıldığı gibi kısa da değil. Bir tasavvur süreci ve bir nesil inşasına kadar uzanıyor. Dolayısıyla hem mevcudu dirençli hale getirecek hem de geleceği dirençli kılacak bir değerler sistemine ihtiyacımız var.

Karşı tarafı alt etme, bağırarak üstünlük kurma ve nepotizm ile etrafı kuşatma… Böylesi yönelimler çoktan bizi biz olmaktan çıkarmaya başladı. Evin içini her geçen gün sıklaştırmak gerekirken ayrıştıran, birbirimizi örseleyen bir kültürel alt sistem bize dayatılıyor. Bunun topla tüfekle ilgisi yok. Büyük bir kahramanlıkla aldığımız, muhafaza ettiğimiz bu vatanı, dağıtılan kültürel sistem üzerinden ele geçirmek mümkün değil mi zannediyoruz!

Ve şimdi bu değerler sistemini onaracak, nesillere aktaracak bir etkili hamleye gerek var. Örneğin tozlu raflardan çıkarmamız gereken “İnsani Vatanperverlik” tezi gündeme taşınmaya değer. Hilmi Ziya Ülgen’in Kurtuluş Savaşı sonrası ülkeyi bir arada tutmak için geliştirdiği bu yaklaşım benzerleri ile desteklenmeli ve hatta uyarlanmalıdır. Bireyin hem vatanperver hem de insaniyetçi olabileceği bu değerler sisteminde bir vatandaş insaniyetçi olduğu için vatanperver veya vatanperver olduğu için insaniyetçi olabilecektir.

İrdelemeye devam edeceğiz…

Devamını Oku

Fırtına yaklaşırken…

22 Ağustos 2018

2019’a yaklaşırken Ortadoğu’da yeni bir savaşın ayak sesleri duyuluyor. Bu muhtemel savaşta gerek taraflar gerekse operasyonel mücadele, hibrid/melez bir içerik sunuyor. Bir ucunda İsrail diğer ucunda İran gibi gözükse de aslında çokça seslendirilen iki kutuplu dünyanın bölgesel yansımaları konumlanmaya çalışıyor. Bu kapsamda bölgedeki İngiliz senaryosunun devrede olduğunu unutmamak gerekiyor. Bazıları “İngiliz oyunları” diyor…

Çok açık ki ABD’nin Trump ile birlikte İsrail tezlerinin odağında yer alması, İran’ın Suriye’deki mücadelede milis güçleri ile sahada etkinleşmesi, Lübnan’daki varlığını tahkim etmesi ve Rusya’nın geri döndürülemez bölge dinamiği…

Adım adım yeni bir savaş kapımıza geliyor... Bu kez “vekaletler savaşı” resmiyet kazanacak. Yani her bir gücün saha hakimiyeti için öne sürdüğü unsurlar İsrail-İran bloğu arasındaki olası bir savaşın resmen öncü kuvvetleri olacaklar. Örneğin Suriye’nin kuzeydoğusunda 1000’lerce Tır mühimmat ile desteklenen YPG terör örgütünün varlığı salt Suriye içerisindeki süreçle ilişkilendirilmemeli. Bunu kendileri de açıktan yazıyor ve söylüyorlar. Düşünce kuruluşu Washington Enstitü’den Binbaşı Ben Hour ve Michael Eisenstadt konuyla ilgili makalelerinde “Suriye’nin kuzeydoğusunda ABD’ye bağlı küçük birliğin varlığı bile çok önemli. İran yanlısı Şii milislerin İsrail ile olası bir savaş sırasında ön cep heye geçmesini engelleyebilecek ve geçiş yollarını sınırlandırabilecek” vurgusunu yapıyorlar.

Bakıldığında YPG ve PKK ikisi aynı şeyler bizim için, yeni Ortadoğu coğrafyasının tanziminde taşeronluk görevi üstlenen terör örgütleri…Türkiye bu yaklaşımı uluslararası çevrelerde sıkça dile getirse de malum kesimlerin bizim tezlerimize en yakın cümlesi “Türkiye onları öyle görüyor.” şeklinde oluyor. Dolayısıyla bu karşı kampanyayı sürdürmenin dışında Suriye’deki saha unsurlarımızın varlığı ve etkisi son derece önemli.

YPG unsurları şimdi bir de İdlib’de sürece eklemlenmek istiyor. Elbette bu onların öz kararı değil. ABD burada YPG üzerinde alan hakimiyetini artırmak ve İran konusunda İsrail’e daha geniş bir alan açmak istiyor.

Bu kapsamda İdlib’deki gelişmeler Türkiye açısından ciddi bir kırılma noktası olabilir. Astana ve Soçi’de alınan kararlar çerçevesinde Türkiye buraya 12 gözlem noktası kurdu. Geçen 3 yıllık süreçteki yer değiştirmelerle birlikte ciddi sayıda silahlı grubun (70 bine yaklaştığı belirtiliyor) İdlib’e geldiği dikkate alınırsa Türkiye’nin sırtına yüklenen sorumluluk çok ağır. Hem çatışmasızlığı önlemek hem de bu radikal grupları kabul edilebilir bir görünüme taşımak… Rusya bir an önce, hatta kış gelmeden İdlib’de makul bir çözüm istiyor. Bir de 2 milyona yaklaşan nüfusun yoğun bir çatışma ile Türkiye sınırına dayanması tehlikesi var. Buna karşın Türkiye’nin Afrin ve Fırat Kalkanı ile etkisini gösterdiği bir alan söz konusu.

Gerçekten İdlib’e çok dikkat etmeliyiz. Kasım’daki İran ambargosu kadar gündemimiz meşgul edecek bir meseledir. Özellikle de Suriye’de rejim ile ilişkilerin hangi noktaya evrilebileceğini daha fazla konuşacağımız bir zaman dilimindeyiz!

Devamını Oku

Trump neden takım oyunu oynayamıyor?

17 Ağustos 2018

Türkiye-ABD arasında daha önce yaşanan problemlere bakıldığında açık ya da örtülü bir diplomasi ve en tepede seslendirilen sert sözlere rağmen farklı mekanizmalarla diyalogun sürdürülmesi iradesi diri tutuluyordu. Bu kez daha farklı bir süreç işliyor. Trump yönetimi bilinçli bir şekilde iki ülke ilişkilerini “uçurumun kenarına” kadar getiriyor ve oldukça kaygan denilebilecek bir yamaçta tutuyor. Böylelikle gündeme yansıyan gerginliklerin dışında yapısallaşmakta olan bir alan meydana geliyor. ABD’deki düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haas 15 Ağustos’taki makalesinde Brunson konusunun Türkiye-ABD ilişkileri için krizin görünen yüzü olduğunu aktarıyor. Haas’a göre Soğuk Savaş döneminde Türkiye-ABD dengesini SSCB’ye karşı tutan yapıştırıcının çoktan eridiği belirtiliyor. Problemin yapısal hale geldiğini ortaya koyan 3 önemli ayrışmadan söz ediliyor. (1)15 Temmuz darbe girişiminde ABD’nin aldığı tutum, (2) Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşarak Batıdan uzaklaştığı iddiası, (3) Suriye’de Türkiye’nin karşısında durulan yer. Haas iddialarını bir adım daha ileriye götürerek “Türkiye’nin ABD için stratejik konumunun sorgulanması gerektiğini” söylüyor.

Bu yaklaşım özellikle Evangelistlerin seçim baskısı ile zihinleri, algıları ve en önemlisi kurumların hafızasını tahrip ediyor. Oysa NATO’daki üyeliği tartıştırılan Türkiye’nin kendisi istemeden oradan ayrılması mümkün değil. Ya da F35 vermeme yönündeki düzenlemeler karşısında Türkiye’nin F35 üretim sürecinin bir parçası unutuluyor. Bir başkası, İncirlik ve diğer üslerin ABD için olduğu kadar NATO’nun güney kanadının en etkili lojistik merkezlerinden olması. Dahasını söyleyelim Türkiye, Batı için İslam Dünyası’nın kesişme/uzlaşma noktası. Ve başka hassasiyetleri de ekleyecek olursak Türkiye-ABD ilişkilerinin bu haliyle yapısal bir nitelik kazanması, yani giderek karmaşıklaşması ve çözümü güç hale gelmesi, istenen bir vaziyet olmamalı…

ABD içerisinde de meseleye böyle yaklaşanlar az değil. Sadece Kasım’daki seçim baskısı ile sesleri yeterince etki uyandıramıyor. Örneğin Trump’ın bir dönem en yakın çalışma arkadaşlarından olan Newt Gingrich, bir röportajında şöyle diyor: “Trump için en önemli sorun, bir golfçü olması. Takım sporu yapamıyor. Çünkü takımın diğer kalanı böyle bir oyunda olan biteni bilmek zorunda. Oysa golf oyununda her şey seninle top arasında…Bu bence büyük bir zayıflık. Bugün dünya, bir kişinin her şeyi kontrol edemeyeceği kadar karmaşık.”

Cornell Üniversitesi iktisatçılarından Eswar Prasad, Türkiye ile yaşanan krizin, ABD’nin geleneksel müttefiklerini kendilerini ülkeye karşı güvenilir olmaktan çıkarıp ticari konularda başka ülke pazarlarına yönlendirebileceğini iddia ediyor.” Başta Çin ve Rusya’yı örnek veriyor.

Lexington Enstitüsü’nden Loren Thompson ise “ABD’nin karşı karşıya olduğu asıl sorunun coğrafyası bakımından çok değerli bir yerde durmasıdır. Türkiye’ye yönelik F-35 kararı ABD için bölgedeki sorunları daha da karmaşıklaştırıyor” diyor.

Dolayısıyla iki ülke ilişkilerinin bu şekilde yamaçta beklemesi artık sadece iki ülkenin fayda/zarar aritmetiği ile irdelenemez. Bu yamaçtan aşağı doğru kayış Batı-Doğu arasındaki siyasal ve ekonomik etkileşimi temelinden etkileyecektir.

Devamını Oku

Türkiye neden kaybedilemez?

14 Ağustos 2018

Mayıs başında “Hazar’ın kıyısında yeni bir güç mücadelesi” başlıklı yazımda ABD’nin Hazar bölgesine konuşlanma çabalarının olduğunu ve özellikle Kazakistan’a büyük bir önem verdiğini belirtmiştim. 2013 yılından bu yana Orta Asya ve oradan Afganistan’a açılma düşüncesi Trump yönetiminin de beklentileri arasındaydı. Doğal olarak Rusya’nın bu duruma onay vermesi mümkün değildi. Yine de Suriye’de değişebilen dengelerin etkisiyle ABD belirli ölçülerde sahaya yönelebiliyordu. Bu arada Chevron gibi küresel enerji şirketlerinin varlığını göz ardı etmemek gerekiyor. Ancak İran ambargosu ve Rusya’yı kapsayan yaptırımların yoğunlaşması bölge ülkelerini Trump ve dolayısıyla ABD’nin öngörülemezliğine karşı bir bütün halinde davranmaya sevk ediyordu.

İşte böyle bir süreçte Hazar beşlisi de denilen Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve İran Hazar kıyısındaki Kazakistan’ın Atrau şehrinde bir araya geldiler. “Hazar Ülkeleri Devlet Başkanları Zirvesi’nde” 22 yıldır üzerinde çalışılan bir çok başlıkta mutabakat sağladılar. Özetle Hazar artık ne deniz ne göl statüsünde olacak. Kendine özgü bir modelle ilgili ülkelerin başlıkları uyumlaştırması sağlanacak. Deniz yüzeyi, deniz sahası, balıkçılık alanları 15 millik bir mesafe konularak özel bir yöntemle paylaştırılıyor . Deniz dibindeki kaynakların paylaşımında ise uluslararası hukuk kuralları geçerli olacak.

Bu anlaşma Türkiye açısından da büyük önem taşıyor. Öncelikle anlaşmayı imzalayan ülkelerden üçü Türkiye’nin yakın dostları... Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan. 90’ların sonunda o dönem Türkmenistan’ın gazını Rusya aracılığı olmadan Türkiye’ye taşınmasını öneren Türkmenbaşı’yı hatırlayanlar olacaktır. Biz Rusya’yı tercih etmiş ve yaklaşık 4 katı maliyetle gazı onlardan almıştık. Burada en önemli etkileyici 12 Ağustos’ta çözüme kavuşan Hazar’ın statüsünün belirsizliğiydi. Buna rağmen Türkiye’nin kardeş ülkelerdeki kaynakların transfer konusunda yanlış adımlar attığını ifade etmek lazım.

Hazar’daki petrol dünya petrolünün %6’sı, doğalgazının %8’ni içeriyor. Bu bakımdan son 20 yılda çeşitli aşamalar geçiren Trans Hazar Boru Hattı projesi (Türkmen gazının Hazar’ı geçerek, Türkiye üzerinden Avrupa’ya transferi) bu yeni anlaşma ile belirli riskler altına girebilir. Bir defa bunu yapmak için ciddi bir bütçe gerekiyor. Projenin 1996’daki ilk halinde yaklaşık 3 milyar dolarlık bir maliyet söz konusuydu. Türkiye’ye 16 milyar m3’lük bir gaz verileceği öngörülüyordu. Yani geçen yıl ki tüketimimizin yaklaşık üçte biri. Belirli bir dönem ABD bu projeyi destekliyordu. AB ülkeleri de enerji arzı güvenliği için bunu istiyordu. Şimdi Rusya-Türkmenistan arasındaki sorunlar sebebiyle Türkmen gazının önemli bir kısmı Çin’e gidecek. Zira Türkmenlerin başka bir çıkış yolu yok. Kazakistan petrolünün de bu hat üzerinden Avrupa’ya transferi mümkün olsa da son anlaşma ile Rusya ve İran geçiş hatlarını kendilerinde tutmak isteyecektir. İran özellikle yaklaşan ambargolar karşısında Hazar’daki hukuki statüsünün belirlenmesi ile güzergahı yeni bir ihraç yolu olarak kullanmak isteyebilir.

Türkiye bu noktada Türk Keneşi’ndeki (Türk Konseyi) çalışmalarını pekiştirmeli ve mevcut projeleri hayata geçirmelidir. Örneğin Asya ve Çin pazarına giden taşımacılığın Ro-Ro taşımacılığını daha az maliyetle, daha güvenli biçimde Türk özel sektörüne sunmak mümkün. Bu aynı zamanda isteniyorsa İran üzerinden taşımacılığı da ciddi ölçüde azaltabilir.

Görüldüğü üzere Türkiye hem Batının hem de Doğunun avantaj ve dezavantajlı unsurlarında ciddi bir kesişme noktasıdır. Böylesi bir yaklaşım Türkiye’nin jeopolitik düzlemde “etkin tarafsızlık” ve “çok taraflılık” politikasına vurgu yapmaktadır.

Devamını Oku

Dolardaki yükseliş ve Trump’ın itirafı…

11 Ağustos 2018

Türkiye-ABD ilişkilerindeki sorunlar her geçen gün farklı bir noktaya doğru ilerliyor. “Dostluk”, “müttefiklik” söylemi zaman zaman iliştirilse de en tepeden yapılan açıklamalarda açık bir “savaş” vurgusu dikkat çekiyor. Trump son paylaşımında “Türk lirası, çok güçlü dolarımız karşısında hızla düşerke n…” ifadesini kullanarak süregelen ekonomik savaşın tarafı olduklarını itiraf ediyor. Yani “Türkiye’de doların artışıyla ilgimiz yok.” şeklindeki beyanatlarının artık hiçbir tutarlılığı kalmıyor.

Çok açık ki Papaz Brunson’un tahliye edilmesini sağlamak için zaten kırılgan olan ve sorunlarla örülen Türk ekonomisinin üzerine gidiliyor. Ancak Brunson meselesi nihai hedefin sadece bir yansıması olarak kabul edilmeli. Bir süre sonra bu sorun çözülse bile istekler, taviz beklentileri ve buna yönelik çabaların noktalanmayacağı iyi bilinmeli.

Böyle bakıldığında bu olayın iki önemli boyutu var. Birincisi şu an küresel sistemde inanılmaz bir ticaret savaşı var. Bu savaş ABD’nin dolar üzerinden kurduğu dolaşım sisteminin etkisiyle küresel bir sömürge alanı kurulmasını hedefliyor. Kaynakların, hammaddenin, yatırımların ABD’nin nüfuz alanına çekilmesi ve bu yolla tahakküm altına alınmış geniş coğrafyalar isteniyor. Jake Werner, Foreign Policy’de yayınlanan makalesinde “mevcut küreselleşme sürecinde kalkınmanın yolu hile veya aldatmadan geçiyor” diyor. Küresel değerler, ilkeler ve sunulan imkanlar gelişmekte olan ülkelerin aleyhine olacak şekilde manipüle ediliyor.

İkincisi ise ABD’nin bu stratejisi üzerine kurulan Trump’ın taktiksel açmazı… Zira ABD’nin İçişleri ve Adalet bakanlarına yönelik yaptırım kararı diğer değişkenler sabit kabul edildiğinde ve salt bu kararın teknik yönü bakımından ciddi bir önem taşımıyor. Aynı şekilde bizim mukabele-i bilmisil çerçevesinde onların bakanlarına yaptığımız gibi. Ancak mevcut tablo içerisinde başka değişkenler devreye girdiğinde durum değişiyor. Şöyle ki; son kriz ya da anlaşmazlığın odağında yer alan Papaz Brunson’un Trump yönetimi tarafından kullanılma tarzı müzakereye açık olmayan bir görüntü arz ediyor. Türk heyeti ABD’ye giderken bile Dışişleri Sözcüsü “Anlaşma olsa Brunson burada olurdu” diyebiliyor. Yani ancak bu istek yerine getirilirse bir müzakere söz konusu olacak ki ev hapsine çıkarılması dahi yeterli olmamıştı. Sürecin müzakere iklimine geçmeyişi uluslararası boyutlarıyla Türk ekonomisine olumsuz etki ediyor. Dolar baskını Türk kamuoyunu buraya odaklıyor ve yeni yaptırımların gelebileceği algısı kriz kavramını besliyor.

Belirli bir noktada uzlaşma alanı açılabilir mi derseniz kısa vadede hem ABD hem de Türkiye’yi bekleyen iki seçim olduğu unutulmamalı. ABD Kasım ayında temsilciler meclisinin tümünü, senatonun ise üçte birini değiştirecek. Evangelistler açısından önem taşıyan bu durum Trump’u destekleyen Cumhuriyetçiler için de önem kazanıyor. Trump üzerindeki bazı şaibeleri bu ortaklık üzerinden gölgelemeye ya da ötelemeye gayret ediyor. Seçimlerin hemen öncesinde, 4 Kasım’da İran konusundaki nihai ambargo maddelerinin devreye konulacağı düşünülürse iki ülkenin Brunson konusunda anlaşması güçleşiyor. Bu koşullar karşısında Türkiye her zamankinden daha soğukkanlı ve uzmanlığa dayalı bir süreç geliştirmek zorunda…

Devamını Oku