Sadece 2017 yılında yabancı gruplara 1.2 milyar dolarlık hisse devri gerçekleştiren Akfen Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın, “Ben hisse satışı yapmıyorum, ‘hisse ihracı’ yapıyorum. ‘Hisse satışı’ denilince buna alınıyorum. Jargon değişmeli” dedi
Yabancıya gayrimenkul satışının döviz kazandırıcı ihracat işlemi olup olmadığı ile ilgili tartışma devam ederken, Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın yeni bir tartışmanın kıvılcımını çaktı.
Son 7 yıl içinde her yıl ortalama 400 milyon dolarlık hisse devri gerçekleştirerek Türkiye’ye çok önemli yabancı kaynak girişi sağlayan Hamdi Akın, bunun en kıymetli ihracat kalemlerinden biri olduğunu belirtti.
Son olarak Mersin Limanı’ndaki yüzde 40’lık hissesini Avustralyalı altyapı fonu IFM Investors’a devrederek dikkatleri üzerine çeken Hamdi Akın, “Sadece 2017 yılında yabancıya yaptığımız hisse ihracının toplamı 1.2 milyar doları geçti. Bunların tamamını yurt dışı şirketlere yaptık. Aslında ihraç yoluyla hisse satışı yaptık” dedi.
“Hissesini sattı gitti” şeklinde çıkan haberlere ve yorumlara üzüldüğünü belirten Hamdi Akın, aslında kendisinin en önemli ihracatçılardan biri olduğunu, kağıt ihraç ettiğini belirtti. Önceki gün Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ile Ankara’da buluştuğunu ve bu terminoloji değişikliğini bakana da ilettiğini kaydeden Akın, şöyle konuştu:
“Şirket satma sözünü antipatik buluyorum. Biz şirket satmıyoruz, hisse senedi ihracı gerçekleştiriyoruz. Akfen Holding olarak son 7 yılda da 2.8 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdim. Ancak bu bizim lügatımıza girmediği için bunu bir türlü böyle anlatamadık. Ben kendi şirketimde ‘hisse satışı’ ifadesini yasakladım. Biz artık ‘hisse ihracı’ diyoruz. Bunun Türkiye’de böyle anlaşılması lazım. Otomotiv satışı olduğunda, Amerika’ya televizyon gittiğinde ‘İhraç ettik’ diyoruz. Bu daha sempatik oluyor. Oysa ben yabancıya hisse sattığımda hiç ‘Hisse ihraç etti’ denmiyor. Ben buna alınıyorum. Bu ihracatın da çok kıymetli olduğunu anlamamız lazım.”
Yabancıya satışı teşvik de eder
İstanbul’da, yollarda çekilen trafik eziyetinin baş sorumlularından birinin sağa sola rastgele, sorumsuzca parkedilmiş araçlar olduğu gerçeğini herkes kabul eder sanırım. Günde ortalama 1.100 aracın trafiğe çıktığı İstanbul gibi büyük bir metropolde otopark bulmak büyük çile.
İmar Kanunu’na göre her binanın bir otoparkının olması gerekiyor ama yok.
Mevcut düzenleme, bu konuda belediyelere bir açık kapı bırakmış ve belediyeler de sağolsun bu kıyağı atlamayıp bir rant kapısına çevirmiş durumda.
Düzenleme, imar parsellerinin otopark yapımına hangi hallerde imkan vermeyeceğini net bir şekilde tarif ettiği halde, inşaat yapanlar Belediye’ye belli bir bedel ödeyerek her istedikleri yerde otoparksız bina dikebildiler...
Öyle ya...
Şimdi kim uğraşacak otoparkla. Orayı bodrum daire yap, dükkan yap, sat ki daha çok kazanasın.
Veriyorsun belediyeye kazandığın daire dükkan bedelinden çok daha küçük bir bedel, otopark zorunluluğundan sıyrılıyorsun.
Peki belediye o parayı niye alıyor?
İstanbul Sanayi Odası geleneksel olarak yıllardır İSO 500 listesi yayınlar. Türkiye sanayi sektörünün gelişimini görmek ve okumak açısından en kapsamlı veri setidir.
Bu listenin açıklanmasından yaklaşık 1 ay sonra da ikinci 500 listesi açıklanır.
Yılların ekonomi gazetecisi olarak bu ikinci 500 ile ilgili yapılan haberlerde “Listenin şampiyonu X şirketi oldu. En büyük X şirketi” gibi ifadeler beni hep gülümsetmiştir. Ve de hep düşündürmüştür.
“İlk 500 listesinde yer alan 500’üncü şirketin günahı ne” dedirtmiştir.
Gazetelerde sayfaların yer durumuna göre ilk 50, bazen ilk 100’e giren şirketlerin listesi yayınlanır. Bazı gazeteler ilk 25’i vermekle yetinir.
Yani diyeceğim o ki kimse listenin sonuna yani 498’inci hangi şirketmiş, 499’uncu neredenmiş diye bakmaz. En talihsizi de bana göre ilk 500 listesinin son sırasında yani 500’üncü sırada olan şirkettir.
Düşünsenize 500’üncü değil de 501’inci olsa ikinci 500 listesinin şampiyonu olacakken, ilk listede yer almanın ezikliği ile son sırada görünüyor.
Bu seneki ilk 500 listesini elime aldım. 498’inci sırada Torunlar Gıda, 499’uncu sırada Sıddık Kardeşler Haddehanecilik ve 500’üncü yani en dipte de Karamanlı Arı Bisküvi var.
Enerji Bakanı Albayrak, “Barbaros Hayreddin Paşa’nın yeni rotası Güzelyurt” dedikten sonra gözler Kıbrıs’a çevrildi. Güzelyurt gaz arama sahası, Rum Kesimi’nin kontrolündeki adanın güneydoğu açıklarında yer alıyor. Buradaki sismik çalışmalara Türk donanması eşlik edecek
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ile önceki gün bir kahvaltıda bir araya gelmiş, 22. Petrol Kongresi değerlendirmesi yapacakken, haliyle güncel konulara da girmiştik.
Bakan Albayrak, “Rum tarafı İsviçre’de oldukça uzlaşmaz bir tutum sergiledi. İsrail bulduğu gazı Avrupa’ya taşımak için en fizıbl yol olarak Türkiye’yi görüp, anlaşma zemini ararken, Rumlar’ın bu katı tutumunu neye bağlıyorsunuz” diye sorduğumda verdiği cevaptan dün bütün gazetelerin ekonomi sayfalarının manşetlerini süsleyen başlık çıkmıştı.
Bakan Berat Albayrak, Barbaros Hayreddin Paşa sismik arama gemisinin yeni rotasının Magosa’dan sonra Güzelyurt olacağını söylemişti. Daha sonra gazeteye gelince Kıbrıs haritasını açtım ve Güzelyurt’u buldum. Doğal olarak da arama yapılacak sahanın Güzelyurt Körfezi’ne yakın bir yer olduğunu düşündüm. Yani Türk tarafının kontrolündeki kuzeybatı açıkları.
Ancak dün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın danışmanı ilginç bir harita paylaştı. Güzelyurt arama sahasının, Güzelyurt yerleşim bölgesi ile pek de alakası yok.
Burunlarının dibinde
Öyle görünüyor ki Barbaros Hayreddin Paşa gemisi Kıbrıslı Rumlar’ın burnunun dibine girecek belli ki. Bu durumun Rumlar’ı bir hayli rahatsız edeceği ve kızdıracağı açık.
Ancak hak ettiler mi, kesinlikle hak ettiler. Nedenlerini açalım.
Kıbrıs Rum kesiminin adanın çevresindeki gaz rezervlerinin kendisinin olduğunu iddia etmesi ve enerji devleri ile tek taraflı anlaşmalar yapmasının ardından Türkiye misilleme yapmaya karar verdi.
Enerji Bakanı Berat Albayrak: Akdeniz’e inen Barbaros Hayrettin Paşa arama gemimizin yeni rotası Magosa’dan sonra Güzelyurt olacak. Üçüncü nokta olarak nereye yöneliriz bilemem.
Gıda Komitesi kurulduğunda hepimiz umutlanmıştık. Hatta bazı bakanların açıklamaları umudumuzu daha da artırmıştı. “Sorunun kaynağını biliyoruz. Sorun tarladan markete gelene kadarki süreçte. Aradaki zincirlerde...” demişti bir bakanımız.
Öyle ya tarladan markete bir ürünün fiyatında 7-8 katlık fiyat farkı dünyanın neresinde görülmüş?
Mesela Nisan ayı rakamlarına bakalım. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yaptığı bir çalışmadan çıkan rakamlara.
Kuru soğanda tarladan markete tam 7.5 katlık fiyat farkı var. Bu elmada 5.8 katı, kuru kayısıda 4.6 katı, lahanada 4.4 katı, patlıcanda 3.4 katı, maydonozda bile 3 katı buluyor.
Tarlada soğan 15 kuruş. Gel gör ki markette 1 lira 15 kuruşa satılıyor. Yine tarlada 25 kuruş olan maydonoz 1 hatta 1.5 liradan aşağı bulunamıyor.
Peki sorunun temelinde aracılar varken, biz niye ithalat sopası ile geçici çözümler arıyoruz?
Bilmemeleri imkansız
Gıda Komitesi’nde eminim fotoğraf net olarak masaya konuyordur. Cümle alemin bildiğini komitedekilerin bilmemesi imkansız. Biliyorlar ancak ne yazık ki görmezden geliyorlar.
Fransa’da Wiko, Çin’de Oppo markalı yerli telefonlar, Apple ve Samsung’un aklını başından aldı. Biz ise son model ithal telefonlara her yıl 5 milyar dolar ödeyip sözde statü sahibi olmaya çalışıyoruz. Oysa ne Fransa’dan ne de Çin’den daha zengin değiliz, çok savurganız
Milliyetçilik, gerçek vatan aşkı ‘Canımı veririm, can alırım’ ile olmuyor. Lafa gelince herkes ülkesini çok seviyor. Sormak istiyorum. Acaba biz bir Fransız’dan bir Çinli’den daha mı zenginiz de ithal cep telefonlarına her yıl milyarlarca dolar veriyoruz. İstihdam için seferberlik başlatan siyasi liderler başta olmak üzere yerli telefon kullanarak yeni bir akım başlatabiliriz. Yerli telefonlarımızı göğsümüzü gere gere ortaya koyabiliriz. Fransızlar, Çinliler bunu başardı. Üstelik cari açık problemleri olmadığı halde başardı. Biz 100 milyon dolarlık yabancı sermaye gelecek diye kılıç kalkan ekibini Kapıkule’de hazır tutarken, teşvik üstüne teşvik verirken, enerji başta olmak üzere pek çok alanda dışa bağımlıyken neden bunu aklımıza getirmeyiz bilmiyorum.
Geçtiğimiz günlerde 2016 cep telefonu satış sonuçları açıklandı. 12.5 milyon adetin üzerinde akıllı telefona 18.7 milyar Türk Lirası para ödemişiz. Bunun büyük bir bölümü ithal telefonlar. Yani kendi ülkemizin istihdamına değil, başka ülkelerin istihdamına katkı yapmışız. 5 milyar dolara yakın parayı ithal cep telefonlarına gömmüşüz.
Dünyada neler oluyor?
Bu yazıyı okuyup lütfen “Türkiye’nin en büyük cep telefonu üreticisi Vestel’in reklamını yapıyor” diye düşünmeyin. Vestel ya da bir başkası... Üretici önemli değil. Önemli olan Türkiye’de diğer telefonların tamamının yapabildiklerini yapabilen yerli telefonlar üretiliyor olması. Bunu Vestel başardıysa sadece tebrik etmek düşer bize.
Peki bu yazı nereden çıktı?
Dünyada cep telefonu satış trendlerini ve markaların pazar paylarını takip ederseniz inanılmaz bir değişim görüyorsunuz. Bazı ülkelerde yaşananlar gerçekten hayret uyandırıcı.
İlk örnek Fransa. Fransa akıllı telefon pazarında yerli üretim olan Wiko ve Archos aldı başını gidiyor. Samsung ve Apple’ı fena korkutmuş vaziyetteler. Özellikle Fransız gençler arasında yerli telefon kullanımı çığ gibi büyüyor. Fransız genç bir Wiko ya da Archos kullanıyorsa ‘Cool’ görünmüş oluyor. Fransızlar’ın ne kadar milliyetçi olduğunu izah etmeye gerek bile yok. İngilizce bildikleri halde sizinle ısrarla kendi dillerinde konuşmaya çalışan ülkenin vatandaşlarından söz ediyorum. Gençler kendi ülkelerinde üretilen bu telefonları kullanarak vatanlarına olan aşklarını da ortaya koymuş oluyorlar.
Piyasada ticari borçların ödenip ödenmediğini, bankalardan bile önce en hızlı, alacak sigortası yapan şirketler görebiliyor. Piyasanın en büyüğü Coface Türkiye’nin Genel Müdürü Emre Özer, “Ticarette bir sıkıntı vardı aşıldı, işletme güveni tekrar yükselişe geçti” dedi
Alacak sigortası Türkiye’de henüz pek bilinmeyen bir kavram. Aslında geçmişi oldukça eski ama ‘Hedge’ opsiyonu gibi pek tercih edilmiyor. Ya da edilecek ama şirketlerin şeffaflık kriterleri bu sistemin yaygınlaşmasına çok uygun değil.
Ancak bu sistemi kullanan firmalar oldukça rahat ediyor. Ticari alacaklarının ödenmemesi durumunda sigorta şirketinden tahsilatı yapabiliyorlar.
Piyasada durum ne?
120 güne kadar alacaklar, ödenmediği takdirde sigorta şirketine bildiriliyor. Sonrasında risk artık sigorta şirketinin oluyor. Bu yapısıyla piyasadaki gidişatı, hangi sektörlerin sıkıntıda olup olmadığını bir alacak sigortası yapan şirketten daha iyi görebilecek, analiz edebilecek bir yapı yok. Coface’ın Türkiye Genel Müdürü Emre Özer, piyasanın durumunu bankalardan bile daha önce görebildiklerini belirtti ve 2017 yılının başında ortaya çıkan kriz tehditinin büyük ölçüde bertaraf edildiğini söyledi. Emre Özer “120 gün içinde ödenmeyen alacaklar bize geliyor. Yani piyasanın nabzını biz bankalardan bile daha önce tutarız. Banka bir işletmenin kredi geri dönüşüne kadar durumu farkedemeyebilir. Bizim piyasayı koklama, işlerin yolunda gidip gitmediğini daha hızlı anlayabilme özelliğimiz var. Şu an rahatlıkla söyleyebilirim ki, işletme güveni tekrar yükselişe geçti. Öyle tahmin ediyoruz ki yılın son çeyreği, ekstra büyük bir sürpriz gelişme olmazsa çok daha iyi geçecek” şeklinde konuştu.
Poliçeyle hem garanti hem kolay finansman
Coface Türkiye ana iş kolu olan ticari alacak sigortasının yanı sıra, (sigorta poliçesinden bağımsız olarak) firmalara alıcıları hakkında ödeme alışkanlıklarını gösteren finansal bilgi, ticari rapor ve ihracatçılara yurt dışında tahsil edemedikleri alacakları için tahsilar hizmeti sunuyor. Son olarak Garanti Factoring ile yapılan anlaşma çerçevesinde Coface’tan ticari alacak sigortası poliçesi yaptıran firmalar Garanti Factoring’den uygun şartlarda finansman sağlama olanağına kavuştu. Böylece firmalar yurtiçi ve yurtdışı ihracattan doğan alacaklarını haciz, iflas, temerrüt risklerine karşı sigorta garantisi altına alırken, aynı zamanda finansman olanaklarından da tek paketle yararlanabilecekler.