Dubai prensesinin dramatik haykırışı

12 Mayıs 2018

Dubai turizm ve modernliği ile gündemde. Ama madalyonun diğer yüzü var. Babasından kaçmaya çalışan ama yakalanan Dubai Şeyhi’nin kızı Prenses Sheikah Latifa buhar oldu uçtu. Kamuoyu onu arıyor...

Çoğumuzun çocukluk hayalidir prenses olmak. Prensini bulup gökten düşen 3 elma ile sonsuza kadar mutlu mesut yaşamak... Ama gerçekler maalesef bu hayallere pek uymuyor. Son haftalarda acı içindeki bir prensesin hikayesi konuşuluyor her yerde. Filmleri aratmayan bir senaryo ile babası Dubai Şeyhi’nden kaçmaya çalışırken yakalanan Prenses Sheikah Latifa’dan günlerdir haber alınamıyor.

Dubai’nin cüretkâr ve sporcu prensesiydi

Aslında ülkesinde çok bilinen bir isimdi Prenses Sheikah Latifa. Babası Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Dubai Emirliği’nin Şeyhi ve Başbakanı Muhammed bin Raşit El Maktum. Şeyhin 8 eşinden olan 33 çocuğu arasında en tanınanlardan. Malum Dubai’nin en büyük gelir kaynağı turizm. Bu yüzden de Şeyh ve ailesi de ‘modern’ bir imaj çiziyor olabildiğince. Prenses Sheikah Latifa da işte ailenin bu yüzüydü. Kraliyet ailesinin gözü pek üyesi olarak anılıyordu. 32 yaşındaki prenses profesyonel olarak serbest atlayış paraşütçülüğü yapıyordu. Instagram hesabı da bu fotoğraflarla doluydu. Ayrıca birçok extrem spor dalına olan ilgisi ile biliniyordu. Engelli at yarışında da birçok derecesi var. Henüz 18 yaşındayken Abu Dabi’deki şampiyonada altın madalya kazandı. 2008’de Pekin’deki olimpiyatlara bile katıldı. O dönemde yaptığı açıklamalarda hiçbir hedefi olmadığını söylemiş, gitmesinin tek nedenini “değişiklik isteme” diye anlatmıştı.

Hindistan ordusu etraflarını sardı

Prensese göre babasının tek derdi kendi itibarı. Bu yüzden de dışarıda iyi bir kişi profili çizse de ailesine çok kötü davranıyordu. Prenses Latifa bu baskıdan kaçmak için çok özel bir plan yaptı. Yıl 2009’du. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları yüzünden kaçan ve anılarını da “Dubai’den Kaçış” isimli kitapta toplayan Herve Jaubert ile iletişime geçti. Ondan yardım istedi. Eski bir Fransız ajanı olduğu iddia edilen Jaubert önce ona inanmadı ama zamanla ilişkileri arkadaşlığa dönüştü. Ancak Prenses Latifa’nın kaçmaya cesaret etmesi tam 9 yıl sürdü. Çok gizli bir plan yaptılar. Önce bir arkadaşı ile komşu Umman’a geçti. Oradan da Jaubert’in yatına bindiler. Amaçları Hindistan’a ulaşmak, oradan da sığınma talep edeceği ABD’ye uçmasını sağlamaktı. Fakat beklendiği gibi olmadı. Prensesin içinde bulunduğu tekne 4 Mart’ta Hint donanması, helikopterler ve savaş uçakları tarafından çevrelendi. Operasyon emrini bizzat Hindistan Başbakanı Modi vermişti. Prenses Latifa sığınma hakkı istediklerini defalarca söylese de iddialarına göre dövüldüler ve gözaltına alındılar. Teknede gözaltına alınan arkadaşları Mart ayı sonunda serbest bırakıldı. Prensesten ise o gün bugündür bir daha haber alınamadı.

Filmleri aratmayan senaryo ile kaçtı
O zamanlar hissedilmese de o değişiklik ihtiyacının altında yaşadığı ağır baskılar vardı. Dışarıdan çok güzel bir hayatı varmış gibi görülse de aslında ailesi onu çok sıkıyordu. O da kaçmak istedi. Gelelim o film gibi kaçış senaryosunun detaylarına… İşte bu sporcu, modern prensesin meğer arka planda korkunç bir hayatı varmış. Bu detayları 11 Mart’ta internetten yayınladığı bir video kaydıyla öğrendik. Şeyh Maktum dışarıdan şair, yardımsever ve modern kişiliği ile biliniyor. Tam bir at yarışı ve at tutkunu. Yurtdışı ziyaretlerinde metroda görüntü veriyor, yabancı liderlerle sık sık görüşüyor. Ama dışı seni içi beni yakar dediklerinden… Dışarıdan böyle ‘sevilebilecek’ bir izlenim yaratsa da prensesin anlattıklarına göre evde tam bir demir yumruk stratejisi izliyor. Çocuklarına karşı çok baskıcı.
Dubai’ye uluslararası baskılar artıyor
Konu nedeniyle bir süredir uluslararası toplum da ayakta. Eğer tutuklandıysa arkadaşları onu neden göremiyor, neden haber alamıyor sorusunun yanıtı aranıyor. Sosyal medyada #FreeLatifa ve #WhereIsPrincessLatifa etiketleri günlerdir en çok konuşulanlar arasında. İnsan Hakları İzleme Örgütü Birleşik Arap Emirlikleri’ne baskısını sürdürüyor. Prensesin avukatları son olarak Birleşmiş Milletler’e bir mektup yazarak devreye girmelerini istedi. ABD’deki paraşütçülük dernekleri “Dubai, Prenses Latifa nerede?” yazılı bir pankartla atlayış yaptı. Dubai yönetimi ise tepkili. Özel bir meselenin adeta bir diziye çevrildiğini söyleyerek dış mihrakları suçluyorlar. Onlara göre Katar bu iddiaları kışkırtarak Dubai’yi kötü göstermeye çalışıyor. Ancak yine de gazetecilere “Prenses Latifa’nın sağlık durumu iyi” demek dışında herhangi bir açıklama yapmamaları endişeleri artırıyor.

Devamını Oku

Marilyn Monroe bugün güzel bulunmaz mıydı?

21 Nisan 2018

60 yılda güzel bulunan kadın figürü değişti. Doğurganlık için önemli görülen geniş kalçaların yerini ince beller, ardından anoreksik vücutlar aldı. Dünya ayağa kalkmışken, popüler kültür kocaman popoları dayattı. İşte bir uçtan diğerine savrulan kadın bedeninin hikayesi.

Kadınlar ideal vücuda sahip olma konusunda da çok çekti. Rönesans tablolarında şaheser olarak resmedilen kadınlara şişman diye burun kıvırdık. Marilyn Monroe’nun 91-61-86 santimetrelik vücut ölçülerine özendik, sonra Kate Moss gibi 34 beden kot pantolonlara sığmak istedik. Yani moda denen ‘üst akıl’ bizim güzellik konusundaki alıcılarımızla oynayıp durdu. Şimdi kendimizle barışma zamanı. Aslında ‘ideal vücut’ tamamen bir algı. Tarihte kısa bir yolculuk, kadın bedenine dair düşüncelerin değişken olduğunu gösteriyor.

Antik çağda kadın balıketi, geniş kalçalıydı
Eskiden ‘ideal’ vücuda sahip olmak daha kolaydı. Milattan önceki döneme ait tanrıça heykellerinin dolgun bacakları, göbekleri ve kolay doğum yapabilmeleri için önem taşıyan geniş kalçaları vardı. Güzelliğin ve aşkın tanrıçası Afrodit bile balıketiydi. 15-16’ncı yüzyılda Rönesans’ta yapılan tablolarda ayva göbekli, basenli, kalçalı kadınlar dikkat çekti. Kıvrımlı olmak öyle bir takıntı haline geldi ki kadınlar daha fazla ‘kavis’ uğruna korseye girmeyi bile göze aldı.
Yeme bozuklukları salgın gibi yayıldı
1920’lerde incecik kadınlar arzulanır oldu. Kıvrımlar artık makbul değildi. Medya da bu görüntüyü ‘yüceltti’. ABD’de Sex Roles dergisindeki araştırmaya göre 1901’den 1925’e kadar dergilerdeki kadın fotoğraflarının göğüs ve bel oranları yüzde 60 küçüldü. Kadınlarda yeme bozuklukları salgın gibi yayıldı. Herkes daha ince olmaya çalışıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası kaynaklar azdı ve ince olmak için çabalayan kadın birçok kişinin işine geliyordu. Tüketen kadın Marilyn’i idolleştirdi 1940’lara doğru durum bir kez daha değişti. Sex Roles’un aynı araştırmasına göre dergilerdeki kadınların vücut oranları bu kez üçte bir oranında genişledi. Çünkü artık ekonomiler toparlamış, tüketen kadın gerekli olmaya başlamıştı. Marilyn Monroe’nun seks idolü olarak ortaya çıkması bu döneme denk geldi. “Daha çok kıvrım” diye bağırıyordu herkes. 1945’te sona eren 2. Dünya Savaşı sonrası erkek nüfusu azaldı, kadınlar ekonomik hayatın içine girdi ve kendi ayakları üzerinde durmaya başladı. Değişim ekonomik şartlar yüzünden değil kendi istekleriyle olabilirdi sadece. 1950’lerle dengeleri değiştiren yeni adımlar geldi. Modacı Givenchy ve Audrey Hepburn ikilisi çıktı karşımıza. Onun tasarımlarını giyen Hepburn sayesinde kadın korseden kurtuldu, pantolon giymeye başladı ve zarafetle özdeşleşti. 1953’te ise Playboy dergisi yayın hayatına başladı. Art arda yayınlanan kapaklarla seksapalitenin anlamı bir kez daha değişti. Kadınlar tekrar incelmeye başladı. Feminizm korseyi attı, medya diyeti getirdi Tekrar ince kadın ‘moda’ olunca bu kez Marilyn Monroe’nun yerini Twiggy gibi incecik, memesiz, poposuz modeller aldı. Yıllardır korseyle dolaşan, seksi olduğu için duvarlara posterleri asılan kadınlara bir nevi tepkiydi bu. Çünkü ekonomik olarak iyiden iyiye güçlenen kadın tam da o dönemde dünyada kadın haklarında 2. dalgayı başlatmıştı. 1960’da ABD’de doğum kontrol hapı ilk kez onaylandı. 1966’da ABD’deki en büyük feminist yapılanma olan Ulusal Kadın Örgütü (NOW) kuruldu. Yani kadın aslında bu dönemde ‘özgürleşti’. Ama zamanla yine medya ve onun dayattığı ideal kadın vücudu baskısı kazandı. Tek fark korsenin yerini diyet ve egzersiz almıştı. Şık olmak isteyen kadının vücudu da buna uygun olmalıydı. 1970’lere gelindiğinde anoreksia nevroza vakaları bir kez daha zıplamaya başladı. Obezite korkusu sıfır bedene taptırdı 1980’ler ve 90’lar bol spor, diyetle geçti. İnce ama aynı zamanda sağlıklı, güçlü ve atletik vücutlar ön plandaydı. Podyumda Cindy Crawford ve Naomi Campbell’in dönemiydi. Dünya Sağlık Örgütü bu dönemde ilk kez obezite tehlikesine dikkat çekmeye başladı. 1990’larda dünya genelinde 200 milyon obez vardı. 2000’e gelindiğinde rakam 300 milyona çıkacaktı. Bir şeyler yapılmalıydı. Ve yine çare için gözler moda dünyasına döndü. 90’ların ortalarına doğru bu kez Kate Moss sahneye çıktı. İncecik vücudu, darmadağınık duruşuyla seksapalitenin anlamını bir kez daha yerle bir etti. Herkes sıfır beden olmak istiyordu. 5 yaşındaki çocuk bile vücudunu önemsedi 2000’lerde kadınların kendine güveni azaldı. ABD’de yapılan araştırmalarda 5-6 yaşındaki çocukların üçte biri, ideal vücut ölçülerinin kendilerininkinden az olduğuna inanıyordu. 7 yaşındakilerin dörtte biri kendi istekleri, aile veya doktor önerisiyle diyet yapıyordu. 12 yaş altındakilerin yeme bozukluğu nedeniyle hastaneye kaldırılma oranı 1999-2006 arasında yüzde 119 artmıştı. Kardashian’larla tekrar kıvrımlı vücudu sevdik Hata 10 yılda fark edildi. 2010’larda Barbie bebeklerin vücutları değiştirildi ve kilo aldı. Ancak sosyal medya kontrolsüz güçtü. Her dört gençten biri sosyal medyada gördüğü fotoğraflar yüzünden vücudu hakkında strese giriyordu. Bunun üzerine birçok marka “Vücudumu seviyorum” kampanyalarına başladı. Podyumlar her renkten, ırktan, kilodan mankenlerle süslendi. Yetmedi... Bu kez umut ABD’de 2007’de başlayan “Keeping Up With the Kardashians” reality showuydu. Kardashian kardeşler sınırı aştı, kadınlar büyük popo ve memelerle, kıvrımlarla barışsın diye yüceltildi. Güzel kadın algımız bilinçli olarak değişti.

Devamını Oku

İlk buluşmada ne giymeli, ne konuşmalı?

7 Nisan 2018

Yeni aşklara yelken açanlar için en büyük dertlerden biri de ilk buluşma. O en özel günde neler yapılmalı, nelerden uzak durulmalı?

Malum birçok insanla ilgili kararımızı onu gördüğümüz andan itibaren birkaç saniye içinde veriyoruz. Bu yüzden de ilk izlenim çok önemli. Yanına gidip merhaba bile demeden önce giyim kuşamına dikkat ediyoruz. O kişiyle ilgili ipuçları arıyoruz. Peki, ilk buluşmada bunun etkisi ne? Yapılan araştırmalara göre, düşündüğümüzden de fazla…

Kırışık kıyafet en büyük sıkıntı

Online çöpçatanlık sitesi Zoosk 6 bini aşkın kullanıcısına ilk buluşmada kıyafet seçiminin önemini sormuş. Buna göre ankete katılanların yüzde 86’sı karşısındaki kişinin iyi giyinmiş olmasını önemsiyor. Aksi halde bunun etkisi olacağını düşünenler de çok. Kadınların yüzde 54’ü karşısındaki kişi kötü giyinmişse bunun ilk buluşmayı fazlasıyla etkileyeceğini söylemiş. Tabii iyi ya da kötü giyinmek herkese göre değişir. Ama dikkat edilmesi gereken net şeyler var. Örneğin her 3 kişiden 2’si kırışık kıyafetlerin ilk buluşmada yeri olmadığını düşünüyor. Her ne kadar bu aralar zorla moda yapılmaya çalışılsa da terlik içine çorap giymek de büyük bir falso. Çok bol ya da yaşınıza uygun olmayan kıyafetler giymekten de kaçının. Çok dar gömlekler de yine olmaması gerekenlerden. Giydiğiniz pantolonun paça boyunun uygun olduğundan da emin olun. Unutmayın kadınlar için ideal boy çoğu zaman bilekteki kemiğin hizası.

İlk buluşmada sizi en çok ne rahatsız eder?

Kırışık kıyafetler %66
Terlik içine çorap %55
Crocs terlik %53
Bol kıyafetler %50
Deniz şortu %45
Yaşından çok genç giyinmek %44
Paça boyu çok uzun ya da çok kısa pantolon %39
Çok dar gömlek %34
Kadınlarda elbise, erkeklerde kot
Peki, ne giymek lazım? Ankete göre ilk buluşmada kadınlar kendilerini en çok simsiyah kıyafetler içinde, erkeklerse gömlekle iyi hissediyor. Ama karşı cinsle düşüncelerimiz birçok noktada olduğu gibi burada da ters düşüyor. Konuyla ilgili İngiliz kuru temizleme devi Mulberrys’in yaptırdığı bir araştırma var. Buna göre kadınların yüzde 54’ü ilk buluşmada kot giymeleri gerektiğini düşünüyor. Ancak buna katılan erkeklerin oranı yüzde 45. Erkekler kadınların etek, elbise ya da tayt giymelerinden, anlayacağınız daha feminen olmalarından yana. Durum erkeklerin giyimiyle ilgili beklentilerde de benzer. Erkeklerin yüzde 64’ü ilk buluşmada kot giymekten yana. Fakat kadınların yüzde 81’i erkeklerin ilk buluşmaya kotla gelmesini istiyor. Dudaklar ruj rengiyle mesaj veriyor Makyajda da dikkat edilmesi gerekenler var. Mesela ruj renginiz sizinle ilgili aslında çok şey söylüyor. Belki de o çok hoşlandığınız adamın sizi bir daha aramamasının nedeni budur. İlk buluşmalarda en çok tercih edilen kırmızı ruj güçlü sinyaller veriyor. Malum kırmızı tutku ve enerjinin rengi. Bu nedenle de kırmızı ruj sizi güçlü, kendine güvenen bir kadın olarak gösteriyor. Ancak verdiği bir mesaj daha var. Cinsel hayatının baharını yaşıyormuşsunuz izlenimi yaratıyor. Seçeceğiniz ten rengi bir ruj ise ciddiye alınmak istediğiniz, gizli saklı bir şeyiniz olmadığı havası yaratıyor. Kırılgan ve hassas bir kadın ama karşısındakine inanırsa verebilecek çok şeyi olduğunu hissettiriyor. Canlı pembe ruj karışık sinyal demek. Çünkü pembe aslında masumiyetin rengi. Ama neon bir renkle bunu birleştirince kafaları karıştırıyorsunuz. Bu nedenle de karşınızdaki kişi size yaklaşıp yaklaşmama konusunda kararsız kalabilir. Olumlu konuşun akılda olumlu kalın Bir ufak tavsiye daha. İlk buluşmada hayatın anlamı gibi ciddi konulara, geçmiş ilişkilerle ilgili detaylara girmekten kaçının. Havadan sudan bahsetmek en iyisi. Kesinlikle konuşulmaması gereken bir konu daha var: Politika. Çok tıkandığınızı hissederseniz ailelerden, en keyifli tatil anılarından ya da tutkuyla bağlı olduğunuz şeylerden bahsedebilirsiniz. Böylece daha fazla ortak ilgi alanı bulabilirsiniz. Uzmanlar eğer mutlu, olumlu şeylerden bahsederseniz ilk buluşmanızdaki havanın da öyle olacağını, bu yüzden de ikinci buluşma ihtimalinin artacağını söylüyor. Onu mutsuz eden, kötü anılardan bahseden kişi karşısındakini de o duygularla özdeşleştiriyor. Benden söylemesi.

Devamını Oku

Üşengeçler için kilo verme rehberi

31 Mart 2018

Bahar geldi herkesi forma girme telaşı aldı. Gelin bu hafta tembeller için en kolay kilo verme yollarına göz atalım.

Yeni nesil olarak sağlıklı yaşama kafayı takmış durumdayız. Obezite ve hastalıklar arttıkça hayatlarımıza müdahale ederek önlem almaya çalışıyoruz kendimizce. Haliyle önceki kuşaklara göre çok farklı bir hayat tarzımız var. Her şeyin en az kalorilisini, en organiğini bulup tüketmeye çalışıyoruz. Farkındalık dersleri, yoga ve meditasyon seansları, nefes terapileri derken uçtuk gidiyoruz. Artık sağlıklı bir hayatın sağlıklı beslenmeyle ilişkisinin de farkındayız. Yani bizi biz yapanın yediklerimiz olduğunu bilip buna göre davranıyoruz. Bu da istatistiklere yansıyor.

Pazar her geçen gün büyüyor

Dünya genelinde kilo verme ve kilo yönetimi pazarıyla ilgili yapılan son araştırmalar dikkat çekiyor. Buna göre 2016’da 254.11 milyar dolar olan pazarın yıllık ortalama yüzde 6.1’lik artışla 2025 yılında 432.97 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bu neredeyse dünyanın en zengin 46. ülkesi Avusturya’nın milli gelirine denk gelen bir rakam. Spor merkezlerine verilen paralar, diyetisyen ücretleri hep bu pazarın bir parçası. Ancak son zamanlarda üşengeçler için büyüyen bir başka pazar daha var. Teknolojik ürünler de hızla bu piyasaya giriyor.

Teknoloji devreye girdi

Kilo vermek de zor verilen o kiloyu korumak da. Haliyle insanın yaşam tarzını tamamen değiştirmesi gerekiyor. Neyse ki bu konuda teknoloji yardıma koşuyor. Sadece kolumuza takılan fitness takip bantlarından bahsetmiyorum. Son zamanlarda çok daha yaratıcı ürünler üretilmeye başlandı. Örneğin ABD’de 300 dolara yani yaklaşık bin 200 liraya satılan yiyecek tarayıcılar içindeki molekül sensörleri sayesinde üzerine tuttuğunuz yiyeceğin içinde ne olduğunu anlayıp size kalorisini söylüyor. Geçen ay yapılan Barselona’daki teknoloji fuarının en dikkat çeken ürünlerinden biri ise kilo verdiren kulaklıktı. Bu alet kulak arkasına hafif elektrik dalgaları yollayarak vestibüler siniri, onun aracılığıyla da hipotalamusu uyarıyor. Hipotalamus yiyecek alımı ve enerji ihtiyacından sorumlu beynin doygunluk merkezini de kontrol ediyor. Bu nedenle de bu ufak müdahale ile beyin sürekli tok olduğunu zannediyor, bu sırada metabolizma hızı ise artıyor. 499 dolara ön satışı başlayan üründen şimdiden 4 bin adet satmış.

Spor için küveti doldurun
Geçen haftalarda çıkan bir haber de kilo verme konusunda umutları artırdı. İngiltere’deki Loughborough Üniversitesi’nin araştırmasına göre 40 derece sıcaklıktaki su dolu küvette 1 saat geçirmek 130 kalori vermemizi sağlıyor. Bu yaklaşık yarım saatlik yürüyüşe eşdeğer. Araştırmacılara göre bu hızlı kalori yakımının nedeni vücut ısısını hızlı bir şekilde artırmak. Buradan hareketle evinize alacağınız çadır şeklinde küçük bir saunayla da kilo verme sürecinizi hızlandırabilirsiniz. İnternette 100 dolara (400 liraya) hafif, portatif modeller mevcut.

Devamını Oku

Arap kadınlar kara çarşafı atıyor

24 Mart 2018

Suudi veliaht prens kadınların kara çarşaf giymek zorunda olmadığını açıkladı. İran’da kadınlar başörtüsü takmamak için sokağa döküldü. Körfez’de kadınların seslerini duyurma zamanı.

Körfez’in yasaklar ülkesi olarak bilinen Suudi Arabistan’da bir süredir hava tersine döndü. Kral Selman geçen Haziran’da veliaht prens olan yeğenini azletti, yerine 6. oğlunu getirdi. 32 yaşındaki o yeni veliaht prens Muhammed bin Selman da bir anda ülkeyi değiştirmeye başladı. Dakika bir gol bir “Ilımlı İslam’a dönülmeli” çıkışıyla dikkat çekti. Ardından da reformlar geldi. Dünyada kadınların araba kullanamadığı tek ülkeydi Suudi Arabistan. Önce bu yasağın Haziran itibariyle kaldırılacağı duyuruldu. Çok geçmeden kadınlar arası spor turnuvaları başladı. Yıllardır yasaklı olan binlerce kadın spor yapmaya adeta akın etti. Ocak ayında kadınlar stadyumda futbol maçı izledi. Yanlarında erkek olmadan da maça gidebilecek olmaları onlar için devrim niteliğindeydi. Sosyal alandaki bu değişimler, kıyafetlerde devrimi de getirdi.

Kara çarşaf zorunluluğu kalkıyor

Veliaht Prens geçen hafta yatırım turları için yanındaki kalabalık heyetiyle Washington’a çıkartma yaptı. Burada da CBS televizyonuna verdiği bir röportajda bir soru üzerine kadınların ille de kara çarşaf giymek zorunda olmadığını, şeriat kanunlarının gayet açık olduğunu söyledi. “Saygılı ve düzgün giyinmeleri yeterli,” dedi. Herkesi şaşırttı. Zira Suudi Arabistan’da yıllardır siyah çarşaf zorunlu. Hatta sokakta denetimler var. Süslü, vücut hatlarını belli eden veya renkli çarşaflar dahi giyilmiyor. Suudi kadınları için bu karar ne kadar uygulanır, sınırlar ne kadar esnetilir bilinmez. Ancak şüphesiz bu hamle hem kadınların giyim serbestisi hem de moda adına büyük önem taşıyor. Üstelik Arap dünyasındaki kadınların giyim kuşamı açısından büyük bir devrimin de habercisi olabilir.

Milyarlarca dolarlık bir pazar

Suudi Arabistan’dan gelen haber, gözü Arap kadınının üzerinde olan moda dünyasının iştahını kabarttı. 2030 itibariyle nüfusun dörtte biri Müslüman olacak. Üstelik para harcamaya da bayılan bir grup. Müslüman tüketicilerin 2015’te 243 milyar dolar olan kıyafet harcamalarının, 2021’de yüzde 51’lik artışla 368 milyar dolara ulaşması bekleniyor.
Arapça yayımlanmaya başlayan Vogue dergisi bunun en önemli göstergesi oldu. Kadını birey olarak ön plana çıkaran, içindeki yanıp tutuşan moda aşkını perçinleyen bir yayın neticede.
Derginin başına da çok sembolik bir isim getirildi: Suudi Kraliyet ailesinin dik başlı gelinlerinden Prenses Deena Aljuhani Abdülaziz. New York’ta yaşayan 43 yaşındaki prenses çarşaf giymeyi reddeden, tarzıyla dikkat çeken bir isim.
Artık onların da özel moda haftaları var
Vogue Arabia Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Lübnan’da satılıyor. Zira tüm bu ülkelerde lüks tüketim de moda da hayli gündemde. Birçok ünlü marka şube üstüne şube açıyor. Mesela Nike başörtülü sporcular için bir koleksiyon hazırladı. Reklamını da Dubai sokaklarında koşan başörtülü bir kadının görüntüsüyle yaptı. Birçok markanın bu tür atılımları var. Bunu ilk yapanlardan biri de 4 yıl önce Ramazan koleksiyonu çıkaran DKNY olmuştu. Onu birçok farklı skaladan, farklı marka takip etti. 2015’ten bu yana hem İngiltere’de hem de ABD’de başörtülü modelleri podyumlarda görmeye başladık. Şubat 2017’de ise Londra’da ilk kez ‘muhafazakar’ moda haftası düzenlendi. Birçok farklı ülkeden 40’tan fazla tasarımcı modellerini tanıttı.
İranlı kadınlar tepki gösteriyor
İran’da ise bir süredir kadınlar Beyaz Çarşamba gösterileri düzenleyip başörtüsü yasağını protesto ediyor. Kalabalık içinde başörtülerini çıkarıp bir sopaya bağlayıp sadece duran kadınların sayısı artıyor. Protestolar sürerken İran Cumhurbaşkanı Ruhani çok sembolik bir adım attı ve 2014 yılında yapılan bir araştırmanın sonuçlarını yayınlamaya karar verdi. Buna göre hükümet kadınların ne giyeceğine karışmamalı diyenlerin oranı 2006’da yüzde 34’ken, 2014’te yüzde 49’a yükselmiş. Üstelik İranlı kadın-erkeklerin yüzde 49,8’i başörtüsünün özel bir mesele olarak görüyormuş. Ruhani her ne kadar ılımlı bir lider olsa da ülkedeki radikallere karşı şimdilik en fazla bu kadar adım atabiliyor. Ancak verilen bir önemli karar daha vardı. Normalde başörtüsü yasağını delen kadınlara hem para hem de hapis cezası veriliyordu. Aralık ayı itibariyle hapis cezası kaldırıldı. Rehabilitasyon zorunluluğu getirildi.

Devamını Oku

İyi yaşamayı ‘sofroloji’ ile öğrenin

18 Mart 2018

Hayatın stresinden şürekli bir kaçış yolunu arıyoruz. Gelin size bu Pazar bir başka yöntemden bahsedeyim: Sofroloji.

Aslında 1960’lardan bu yana bilinen bir yöntem sofroloji. Ancak son zamanlarda mindfulness yani farkındalık yöntemlerinin artmasıyla o da popülerleşti. Psikiyatri ve nöroloji alanlarında uzmanlaşan Kolombiyalı profesör Alfonso Caycedo tarafından bulunmuş. Eski Yunanca bir kelime. Sos uyum, phren ruh/farkındalık, logos mantık/bilim demek. Yani kelime anlamıyla “uyumdaki farkındalık bilimi” anlamına geliyor. Zihin ve vücut arasındaki bağı ve uyumu güçlendirmeyi hedefliyor. Caycedo travması olan ve depresyondaki insanları ilaçsız nasıl iyileştirebilirim diye araştırırken geliştirmiş bu yöntemi. Fransız yoga öğretmeni eşinden etkilenerek Hindistan’a ve Japonya’ya gitmiş. Yoganın yanı sıra Japon Zen felsefesi ve Budizm öğrenmiş. Tüm bu öğretilerde insanların fiziksel ve ruhsal sağlığını iyileştiren yöntemleri birleştirip sofrolojiyi oluşturmuş.

Kontrolün sizde olduğunu bilin

Sofrolojiye göre insan her an vücut ve bedeninin farkında olmalı. Mindfulness gibi… Maalesef ihtiyaç anında hızla yapabileceğiniz birkaç adımı yok. Zamanla yapılan çalışmalarla, sistemine alışarak ‘an’da olmayı başarmanıza yardımcı oluyor. Bu da kalabalık önünde sunum yapmaktan önemli bir sınava girmeye her türlü stresli ortamla başa çıkabilmenizi sağlıyor. Basit bir prensibi var. Olay, kontrolün bizde olduğunu kabul ederek başlıyor. Başımıza gelenleri değiştiremesek de verdiğimiz tepkileri dolayısıyla da o olayları nasıl deneyimleyeceğimizi değiştirebiliriz. Yani aslında tüm deneyimlerimizden ve tepkilerimizden biz sorumluyuz diyor. Tabii söylemek kolay. Ama işin uzmanlarına göre öğrendikçe ve deneme yaptıkça bunu uygulamak da giderek kolaylaşıyor.

İçsel yolculukta bize rehber oluyor

Sofroloji hayatın tekme ve tokatlarına karşı esnekliğinizi ve gücünüzü artıran bir yöntem. Bu öğretiye göre aslında hepimiz çok büyük bir potansiyelle dünyaya geliyoruz. Zamanla bize öğretilenlerle kendimizi kısıtlayıp, sınırlandırıyoruz. İşte bu bariyerleri kaldırabilsek aslında hepimiz her şeyi başarabilen insanlar olacağız. Sofrolojinin amacı da bu yolda insanlara rehberlik etmek. Bunun için de görüşü net. Beden dediğimiz şey fiziksel ve ruhsal bir bütün. Bu yüzden de hepsini birlikte harekete geçirmek gerekiyor. Bazı hareketler, nefes alma, telkin ve canlandırma tekniklerini bir arada kullanıyor. Her zaman yapabileceğiniz şeyler… Rahatlamış bir vücutla, tetikte bir zihin yaratmayı hedefliyor. İçsel bir yolculuk aslında. Bu teknikleri kullanıp insanın iç gücüyle iletişim kurup, tam kapasitesini kullanmasını sağlamak istiyor.

Artık pozitif şeylere odaklanın

Küçük ya da büyük fark etmez. Hayatımızdaki olumlu şeylere odaklanmak en önemli ve ilk adım. Geçmişten de olabilir, şu andan da, gelecekten umut ettiğimiz bir şey de. Sofrolojinin amacı olumlu olanı güçlendirip pekiştirmek. Hayattaki olumsuzluklardan, acılardan kurtulmak mümkün değil elbette. Bu yüzden odağı olumluya çevirerek dengeyi buraya kaydırmaya çalışmak gerekiyor. Etrafınızda şeylere, bir çocuğun gözünden sanki ilk kez görüyormuşçasına bakmayı deneyin diyor. Ne yargılayın ne de beklentileriniz olsun. Kültürü, ailenizi, arkadaşlarınızı, eğitiminizi bir kenara bırakmayı deneyin. Çünkü bu öğretiler bizim mutlu olmamızı kısıtlayan şeyler.

Devamını Oku

Deney tüpünde et yaptılar

11 Mart 2018

Uzmanlar uzun süredir arayıştaydı. Hayvansız et üretmek için çabalar sonuç verdi. Laboratuvarda yapılan etler yıl sonuna kadar raflarda.

Küresel ısınma hayatımızdaki her alanı etkiliyor. Malum olay ABD Başkanı Trump’ın zannettiği gibi sadece havaların ısınmasından ibaret değil. Tüm dünya da alışkanlıklarımız da değişiyor. Aşırı et tüketimi son yıllarda küresel ısınmanın en önemli nedenlerinden biri olarak gösteriliyor. Hatta çiftlik hayvanları enerji tüketiminden sonra iklim değişikliğinin 2. sebebi. Arabalar ise 3. sırada.

Bir inek bir arabadan daha zararlı

Birleşmiş Milletler’in bu konuda çok sayıda araştırması var. Buna göre çiftlik hayvanları küresel ısınmanın ana nedeni olan zararlı gaz salınımının yüzde 11’inden mesul. Çünkü inek gibi hayvanlar midelerinde sindirim için sürekli metan gazı üretiyor. Bu da dışkılarıyla, geğirme ya da gaz çıkarmalarıyla doğaya karışıyor. Metan küresel ısınma için karbondioksitten çok daha tehlikeli bir gaz. Kıyaslaması tuhaf ama bir ineğin yıllık gaz salınımı 4.5 arabanın verdiği zarara denk. Bir başka deyişle bu metan gazının etkisi bir aracın 70 bin kilometre yol kat ederek yaydığı gazla aynı derecede. Üstelik dünyada 1.5 milyar inek olduğu tahmin ediliyor. Hesaplamayı siz yapın… İnanılmaz ama gerçek. Hollanda’da çekilen Meat The Truth (Et Gerçeği) belgeseli tüm rakamları gözler önüne seriyor. Bu araştırmaya göre haftada 3 gün et yenmemesi, bir anda 3 milyon arabanın trafikten çekilmesiyle aynı etkiye sahip. Etin çevreye tek zararı bu da değil. Uzmanlar 1 kilogram kırmızı et üretebilmek için 100 bin litre su harcandığını söylüyor. Bu bir kişinin 2 yıl boyunca duş alırken harcadığı suya denk gelen bir miktar.

Yıl sonunda Asya’da da satışta olacak

Birçok firma uzun süredir deneylerini sürdürüyor. Ancak çoğu bunun için en az birkaç yıla ihtiyaçları olduğunu söylüyordu. Çığır açacak haberse geçen hafta geldi. San Francisco menşeili bir firma ürettikleri sentetik kırmızı eti 8-9 ay içinde sadece ABD’de değil Asya’da da satışa sunacaklarını duyurdu. Bu üretim için hayvanların kök hücreleri kullanılıyor. Hayvanın kaslarından alınan dokulardan önce kök hücreler ayrılıyor. Bu hücrelerin yenilenme özelliği var. Bu sayede bu kas hücreleri uygun şartlar altında birkaç hafta içinde tekrar büyütülüyor. Oluşan kas lifleri kıyma haline getiriliyor. İddialarına göre tadını da görüntüsünü de ayırt etmek imkansız. Hamburger, sosis, tavuk nugget hatta kaz ciğeri bile yapılacak. Laboratuvarda balık üretmek için de çalışmalar sürüyor.

Et talebi artıyor diye seferber olundu

Hal böyle olunca çevreye duyarlı insanlar bir süredir bu konuda ne yapabiliriz diye düşünüyor. Veganlık ve vejetaryenlik zaten hızla artıyor. Ancak yine de artan nüfus nedeniyle her geçen yıl daha fazla et tüketen bir topluma dönüşüyoruz. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 1999’da yılda 218 milyon ton et üretirken, 2030’da bu rakamın 376 milyon tona çıkması bekleniyor. Üstelik nüfus kontrolsüz bir şekilde arttıkça bu talebin daha da yükselmesi de olası. Et yemek isteyenlere yeme denilecek hali yok. Ama hem hayvan sayısını artıran devasa çiftlikler kurmanın hem de hayvan öldürmenin önüne geçmek isteniyordu. Haliyle küresel ısınmayla mücadele ederken, piyasa da bu konuda alternatif arayışındaydı. Çare bulundu. Kırmızı et de laboratuvarda üretilmeye başlandı. Üstelik bu ‘teknolojinin’ bize ulaşması uzak bir gelecekte sanılıyordu ama beklenenden çok daha yakın olduğu açıklandı. Bu yıl sonunda sofralarda laboratuvar üretimi ete yer açın.

Devamını Oku

Çalışkan değil, kural bozan kazanıyor

3 Mart 2018

Çocuğunuz okulda yaramazlık yapıyor, öğretmenler hep şikayetçi diye üzülmeyin. Bu yazı sonrası fikirleriniz değişebilir.

Bir düşünsenize. İlkokuldaki bir sınıfa girmişsiniz. Bu öğrencilerin hangisi zengin olur diye sorsalar kimi seçersiniz? En önde oturup ilgiyle öğretmeni dinleyeni mi? En sportif görüneni mi? Yoksa en arka sırada yanındaki arkadaşıyla kaynatanı ya da hayal alemine dalıp gideni mi? Bunlardan birini seçtiyseniz yanıldınız. En ‘muhalif’ olan çocuk ileride en zengin oluyormuş.
Çalışkan değil oyun bozan kazanıyor Az buz değil. 40 yıl süren bir araştırmanın sonucu bu. 1968 yılında 12 yaşındaki öğrencileri inceleyerek başlamışlar işe. O günden bu yana da her adımlarını takip etmişler. Ailelerin sosyoekonomik durumu, çocukların zekaları, karakterleri, davranışları her şey ince elenip sık dokunmuş. 40 yıl sonra karşılaşılan sonuçlar hayli ilginç. Öğretmenlerin en çalışkan diye nitelediği öğrenciler 52 yaşına geldiklerinde en prestijli işlere sahip olsa da en çok parayı kazanan başkalarıymış. En zengin olan zamanının en yaramaz, sürekli kuralları bozan öğrencileri olmuş. Cüretkarlık zam pazarlığına yansıyor Bill Gates ya da Mark Zuckerberg gibi okulu yarıda bırakıp cin bir fikirle köşeyi döndüklerini zannetmeyin. Herkes onlar kadar şanslı olacak diye bir şey yok. Ama bu yaramaz öğrencileri diğerlerinden ayıran çok önemli özellikler var: Küstah ya da başka bir deyişle cüretkar olmaları. Bu da iş hayatında onları birkaç adım öne çıkarıyor. Birçok kişi patronlarıyla konuşurken ‘kasılırken’ onlar çok daha rahat olabiliyor. Söz konusu maaş pazarlığına ya da zam istemeye gelince de diğerlerine göre çok daha rahat talepkar olabiliyorlar. Hak ettiklerinden daha düşük bir rakam teklif edildiğinde buna karşı çıkabiliyorlar. Bu da maaşlarının ciddi oranda artmasına neden oluyor. İş hayatında kendi yollarından gidiyorlar Çocukken yaramaz olanların daha çok para kazanmasının bir nedeni daha var. Rekabeti seviyor olmaları. Aynı ortamda oldukları diğer insanlarla iyi anlaşmak gibi bir dertleri yok. Daha çok kendi çıkarlarının peşinden gidiyorlar. Bu aklınıza hemen bu kişiler para kazanmak için etik olmayan yollara başvuruyor olabilirler mi gibi sorular getirmesin. Araştırma sonuçlarına göre öyle bir bulgu bulunmuyor. Bunun yanı sıra kızgınlığını ve bir konudan rahatsız olduğunu belli eden insanlar o alanda istediklerini daha rahat alabiliyor. Kuralları çiğnemesini engellemeyin Eğer her şeye karşı koyan, muhalif, cüretkar bir çocuğunuz varsa üzülmeyin. Sizi ve öğretmenlerini şimdilik biraz zorluyor olabilir. Ama bilin ki geleceği parlak! Bu kural ihlalleri ilerde işine yarayacak. Bu yüzden onu bastırmak yerine bunu avantaja çevirmeye çalışın. Kimseye zarar vermediği sürece birkaç kuralı ihlal etti diye azarlayıp da cesaretini kırmayın. Mutlaka empati yapmanın önemini öğretin ki işi küstahlığa çevirip başkalarına karşı sınırlarını aşmasın. Belki de var olan düzene karşı gelerek dünyayı daha iyi bir yer haline getirecek olan sizin çocuğunuzdur… Peki, çocuğunuzun önünü kesmemek, hayatta başarılı olması için başka neler yapılabilir? İşte uzmanların önerilerinden kısa bir derleme... 1. Gündelik ev işlerini öğretin İster kız olsun ister erkek. Ağaç yaşken eğilir demişler. Çocuğunuz sofradan kalkınca tabağını bulaşık makinesine koymuyorsa, bu o işi bir başkası onun için yapıyor demektir. Sofrayı kendimiz kaldırarak onların iyiliği için uğraşsak da böyle yaparak onların “iyi bir iş için herkesin katkısı olması gerektiği” olgusunu öğrenmelerinin önüne geçiyoruz. Psikologlara göre ev işi yapan çocuklar işveren olduklarında da daha anlayışlı oluyor. Bu yüzden çöp atma gibi basit görevleri mutlaka çocuklarınıza vermelisiniz diyorlar. 2. Sosyal olmak önem taşıyor Pensilvanya ve Duke Üniversitelerinin ortak çalışmasının sonucu dikkat çekici. 700 çocuğu ana okulundan 25 yaşına kadar takip etmişler. Ana okulunda sosyal olanların ileride de bu özelliklerini korudukları ve daha başarılı olduklarını fark etmişler. Telkin edilmeden arkadaşlarıyla iletişim kuran ve işbirliği yapan, daha yardımsever çocukların üniversiteye gitme oranları hatta 25 yaşında full-time iş bulma oranları bile daha yüksekmiş. Sosyal olmayanların ise tutuklanma ya da alkol bağımlılığı riskleri daha fazlaymış. 3. Beklentilerinizi yansıtın Ailelerin çocuklarından beklentileri onun gerçekleşmesinde büyük etkiye sahip. Çocuğunun üniversiteye gitmesini isteyen bir aile, kendi geçmişi ya da gelirinden bağımsız olarak çocuğunu bu düşünceyle büyütüyor. Sınavlarda en başarısız olanların yüzde 57’sini üniversiteye gitmesi beklenmeyen çocuklar oluşturuyor. En başarılıların yüzde 96’sı ise ailelerinin üniversiteyi kazanacağına inandığı öğrenciler. 4. Anne ve baba iyi anlaşmalı İster birlikte olun ister boşanmış… Anne ve babanın her koşulda iyi bir ilişki içinde olması çocuğun ruh sağlığını da başarısını da etkiliyor. Öyle ki Illinois Üniversitesi’nin araştırmasına göre, aralarında kavga olmayan boşanmış ailelerin çocukları, evde durmadan kavga olan evli ailelerin çocuklarından daha başarılı olabiliyor. 5. Ebeveynler eğitimli olmalı Michigan Üniversitesi’nin 2014’te yaptığı bir araştırmaya göre lise ya da üniversite mezunu annelerin çocukları daha az eğitim alan annelerin çocuklarına kıyasla okul hayatında daha başarılı oluyor. Nedeni araştırmada belirtilmemiş. Ancak bu çocuklar özellikle de matematik ve okuduğunu anlamada daha iyi oluyorlar. 18 yaşından genç annelerin doğurduğu çocukların liseyi bitirme oranları da daha düşük oluyor. Çünkü bu anneler de çoğu zaman çocuk büyütmek için eğitimlerini yarıda bırakıyorlar. Çalışan annelerin kızlarının okuma süresi diğerlerine göre daha uzun. Ayrıca bu kız çocuklarının ileride iş hayatına girdiklerinde yönetici rolünde olup daha çok para kazanma ihtimalleri de yüzde 23 oranında artıyor. 6. Matematik öğretin Küçükken elimize abaküsü boşuna oyuncak olarak vermemişler. Çocuklar ne kadar erken matematikle aşina olursa o kadar iyiymiş. ABD, Kanada ve İngiltere’de 35 bin çocukla yapılan bir araştırmanın sonucu bu. Çocukların okula başladıklarında rakamları ve rakamların sıralaması gibi en temel kuralları biliyor olmaları onları diğer öğrencilerin önüne geçiriyor. Üstelik araştırmanın ilginç bir sonucu daha var. Bu erken bilgi, çocukları okuduğunu anlamada da yaşıtlarının önüne geçiriyor. 3 yaşın önemi! Çocuğunuzla -özellikle de 3 yaşına gelene kadar- kurduğunuz ilişki tüm hayatını şekillendiriyor. Çocuğun verdiği tepkilere, gerektiği gibi ve hızlı cevap vermek gerekiyor. Stresli ve mükemmeliyetçi olmak ise ters tepiyor.

Devamını Oku