Hayatımın ilk maçını 29 Haziran 1967’de Ankara’da 8 yaşındayken izledim...
Babam haftalarca başının etini yedikten sonra beni maça götürmüştü...
Bir Cumhurbaşkanlığı Kupası maçıydı ve Beşiktaş, Altay’ı 1-0 yenerek kupayı kazanmıştı...
Annem her nedense “başıma kötü şeylerin geleceğine” inanırdı statta...
Oysa o günlerde kan davaları yoktu statlarda...
Herkes neredeyse beraber izlerdi maçları...
Yine de annem bir türlü ikna edilemezdi, babamın beni maça götürmesi için...
İstanbul’a gelip üç ay kaldığımız her yaz içim giderdi Beşiktaş’ı kendi sahasında Dolmabahçe Stadı’nda izlemek için...
Olmazdı, bir türlü götürmezlerdi...
Bir gün o kadar olay çıkarttım ki, doğma büyüme İstanbullu olan eniştem “Ben götürürüm bu çocuğu maça...” dedi...
Dünyalar benim olmuştu...
Tarih; 30 Ağustos 1969...
Beşiktaş-Fenerbahçe maçı vardı, İnönü Stadı’nda...
Spor Yazarları Derneği Kupası’nda karşılaşacaklardı...
Tembihlendiği gibi eniştemin elinden sıkı sıkıya tutarak İnönü Stadı’na gitmiştim...
Eniştem Fenerbahçeli’ydi...
On yaşındaki çocuğun takımının tribününü seçip, kendi yalnız hissedeceğine, kendisinin tribününü seçip, çocuğun yalnız kalmasını yeğlemişti...
İnönü’deki ilk maçımda ben Fener tribününden Beşiktaş-Fener maçını izlemek zorunda kaldım...
Böylece çok istedikleri gibi, kanıma girip beni Fenerli yapmayı arzuluyorlardı...
Ogün’ün, Can Bartu’nun, Ziya Şengül’ün, Selim Soydan’ın oynadığı Fenerbahçe; Nunweiler‘in 55. dakikada attığı golle maçı 1-0 kazandı...
Tribün Fenerli olduğundan seviniyordu...
Ben hem üzülüyor, hem de çevremdekilerden dolayı pek ses çıkartamıyordum...
Moralim bozulmuştu...
Eve döndüğümde maçın sonucundan güç alan aile efradı; “Sen iyisi mi Fenerbahçe’ye dön...” diye yokladı beni...
Kızdım, hırslandım, iyice bozuldum...
10 yaşındaydım...
44 yıl önce...
O Beşiktaş-Fener derbisiyle başladı benim hayatım İnönü’de...
Çocukluk arkadaşım Yıldırım’la saat kulesinde buluşup gittiğimiz maçlar...
Beşiktaş taraftarının toplandığı kapalı tribünün sağ tarafını keşfedişim...
Dağıtmak için tribünde üzerimize gelen polisten cop yediğim günler...
39 derece ateşle kış günü kuyruklarda beklediğim saatler...
Sabah gidip sekiz saat bekleyerek koskoca bir günü taş üstünde geçirdiğim hafta sonları...
Bostancı’daki evden kaçıp, üç araç değiştirerek stada gittiğim 13 yaşındaki tedirgin günlerim...
Stadın içinde kurduğum Beşiktaş televizyonu ve barkodan stada canlı verdiğim ilk yayın...
44 yıldır stada giderken içimden bir türlü söküp atamadığım “Kapılar kapanır da stada giremezsem...” korkusu...
Son derbi kaderin garip tecellisi bir Beşiktaş-Fener derbisi...
Dün sabah çocukları annelerinden alırken, onları bu son derbiye götürmeye karar verdiğimi söyledim...
15 günlükken kundakta çifte şampiyonluk kutlamışlardı bu statta...
Şimdi dört yaşındalar...
İnönü’nün son derbisini izlemeye gidecekler...
İlerde bugünden ne hatırlarlar bilmem...
Ben 44 yıldır bu stattayım...
Yaklaşık bir hayat süresi...
Birol Can’ın söylediği gibi;
“Beşiktaş hayattır... Hayat da Beşiktaş...”
GS BERABERLİĞİ, TEKNİK DİREKTÖRLERİ STRESE SOKTU...
Yedi puan Beşiktaş’ın, 6 puan da Fenerbahçe’nin lider Galatasaray’la arasında puan farkı vardı düne kadar...
Galatasaray’ın beraberliği, hem Fenerbahçe’yi hem Beşiktaş’ı heyecanlandırıyor...
Fener’in 4’e, Beşiktaş’ın yeniden 5’e indirme şansı mevcut...
Bu maçın iki takım için de en olmayacak sonucu beraberliktir...
İkisinin de işine gelmez...
Beşiktaş veya Fenerbahçe’den birinin kazanması yola devam anlamına gelir...
Kaybeden ise, şampiyonluğa havlu atar...
Biliyorum ki ne Aykut Kocaman ne Samet Aybaba bu maçın sonunda lige havlu atmak istemeyecekler...
Ne yapıp edip mağlup olmamaya çalışacaklar...
Beraberlik “hocaları işinden etmez...”
Ancak mağlubiyet hocaları işinden hemen etmese de, tartışılır hale getirecek...
Sanıyorum Samet Hoca da Aykut Hoca da hala sezon sonuna kadar “kredi” almaya çalışacaklar taraftar ve camiadan...
Beraberlik iki takımın da işine yaramıyor...
Fakat hocaların umutların devam etmesi açısından her şeye rağmen yan ceplerine koymayı düşünecekleri bir derbi...
KADINLAR GÜNÜNDE TELEVİZYON PROGRAMI...
Yıllardır kendimin konu edildiği bir televizyon programına çıkmıyorum...
Kendimin konuşulmasını sevmiyorum...
Hayatımın meta olmasını istemiyorum...
Bütün bir hayatı kameralar ve medyanın önünde geçirdim...
Hiçbir şeyi saklamadım...
Her şeyi milyonlarca insanın gözleri önünde yaşadım...
Kendisi gazeteci olan bir adamın yaşamını gazetelerden televizyonlardan saklaması hep abes geldi bana...
Ancak son aylarda iyice bir uzaklaşma oldu bende...
İsterse hakkımda en güzel haber çıksın, hayatımı bu haberlerle yaşamak istemiyorum...
Yaşamı sıradan yaşamak mutlu ediyor...
O zaman keyifli, özgür ve mutlu hissediyorum...
Bir zamanlar ünlü hayatları matah bir şey zannederdim...
Ünlü olmaya çalışmaz fakat ünün getirdiği göz önündeliği yaşarken, “sıradan olmayan hayatların bedelinin bu olduğunu” düşünürdüm...
Oysa artık sıradan olmayan hayatların olduğuna inanmıyorum...
Hayatlar hepimiz için sıradan ve “anlamsız kahramanlıklarla hayatı kendimize zehir etmenin alemi yok...”
Onun için, hiçbir televizyon programına “ben” konuşulacaksam çıkmamayı uygun görüyorum...
Fakat önceki gün TV 8’deki programı için arayan Sacit Aslan kardeşim, beni can damarımdan vurdu:
- “Reha Muhtar...” dedi, “8 Mart Kadınlar Günün’nde seni konuk almak istiyoruz... Kadınlar tarafından okunuyorsun... Onlarla ilgili yüzlerce yazın var... Kitabın var... Böyle bir günde bizi kıramazsın...”
Biraz hık mık ettim fakat söyleyecek fazla bir şey bulamadım...
Yarım saat sonra arayıp, “Peki geliyorum” demek zorunda kaldım...
Diğer televizyoncu arkadaşlarıma belirtmeliyim ki katılma nedenim “Dünya Kadınlar Günü” olması...
Böyle bir günde beni konuk edecek programa “hayır” demek, Kadınlar Günü’ne hayır demek anlalamına geliyor çünkü...
Benim kadınlar ve ilişkilerle ilgili yazdığım yazıları taramaya başlamışlar bile...
Başıma ne geleceğini bilmiyorum...
Hangi yazılardan ne sorular çıkartacaklar aklıma getirmek bile istemiyorum...
Bildiğim şu;
Dünya Kadınlar Günü’nde ünlü bir televizyon programı, sizi davet edilecek bir yazar olarak görüyorsa, bu çok gurur verici bir şeydir...
Kadın okur, erkek okurdan daha zordur... “Çapkınlık dozu önceden hesaplanmış, ayarlanmış yazılara tav olmaz...”
Kadının zekayla harmanlanmış komplike dünyasının karşısına kadınlar gününde çıkmak, başına ne geleceğini bilinmeyen ve keyif verici bir maceradır!..

