Evrim Gözener ile aylar önce tanıştım. Evrim, Kanada’da sosyal antropoloji okumuş, okuduklarının kitaplarda kalmasını istememiş ve Türkiye’de “Hayata Dokun” adlı sivil toplum örgütünün temellerini atmış genç, idealist bir aktivist. Hayata Dokun, ülkemizdeki en ciddi sorunlardan biri olan kadın hak ve özgürlüklerinin ihlalleri üzerinde yoğunlaşıyor. Özellikle tecavüz, aile içi şiddet mağdurlarının başvurabilecekleri ve destek alabilecekleri yerlerden biri. Yeni bir yapılanma olmasına rağmen yazar çizerinden hukukçusuna, milletvekilinden farklı sivil toplum örgüt üyelerine kadar birçok destekçisi ve gönüllüsü var. Eski bir Maarifli olan Protein’in Medya direktörü Birsal Karamanoğlu da bu gönüllülerden biri.
Dün, Hayata Dokun’la, Bakırköy Kız Çocuğu ve Kadın Cezaevi’ndeydik. Bu buluşmanın asıl çıkış noktası rahim ağzı kanserinde erken teşhis, dolayısıyla kadın ve sağlıktı. Türk Jinekoloji ve Ostetrik Derneği Başkanı Prof. İsmail Mete İtil tutuklu kadınlara yılda bir yapılacak sağlık taramasının nasıl hayat kurtardığını, özellikle kanseri nasıl bertaraf edebileceğini anlattı. Kanserden kastettiği türlerse ülkemizde ilk sırayı alan meme kanseri ve ilk ona giren rahim içi kanseriydi. Türkiye’deki kadının kendi sağlığına ‘teknem küçük Allah büyük’ şeklindeki yaklaşımının neredeyse genel bir yargı olduğunu ve bu umursamazlığın çoğu kadının sağlığını gerçekten tehdit ettiğini belirtti. Ve elbette doğum kontrol yönteminin ‘Allah rızkını verir’ değil ‘istediği kadar çocuk sahibi olmak’ demek olduğunu yeniden hatırlattı. Salondan çok soru geldi, hepsine tek tek cevap verdi İtil.
Ardından sözü CHP Meclis Üyesi Gülseren Onanç aldı. Onanç’ın kadın istihdamı ve kadın emeğinin değerlendirilmesinin önemi üzerine yaptığı konuşmaya tutuklu kadınlardan çeşitli yorumlar geldi. Bunlardan biri de ‘Buraya gelen herkes çok güzel şeyler söylüyor ama ardından olup biten hiçbir şey yok’ yorumuydu ve bu sözler salondan tam destek aldı. Tutuklu kadınlar cezaevinden çıktıktan sonra damgalanmış biri olarak sosyal hayata karışmak istemediklerini söylüyorlardı. İçlerinde cezaevine girmeden önce öğretmeninden mali danışmanına birçok meslek grubuna mensup olanlar vardı ve sivil hayata yeniden karıştıkları zaman kaderlerinin ne olacağından emin değildiler. Bu anlamda siyasal partilerden destek beklediklerini söylediler.
Bir başka ilginç yorum da ileri yaşlarındaki bir tutuklu kadından geldi. Artık yaşlı bir kadın olduğunu, dolayısıyla kendisinden vazgeçtiğini ama salondaki hemen hemen bütün kadınların öyle ya da böyle bir erkek yüzünden içerde olduğunu, birçoğunun kendi namuslarını korumak için bu yollara başvurmuş olduğunu söyledi. Dileğiyse bütün topluma bir gün sirayet etmesini dileyebileceğimiz bir temenniydi: ‘Dışardaki, kadının erkeğe eşit olduğu, kadının hemen her fırsatta namusunu korumak zorunda kalmayacağı bir dünya olsa!’.
Yüz yüze konuşma şansını bulduğum birkaç tutuklu Türkiye’deki adalet sisteminin laçkalığından bahsetti. Bir yargıcın kararıyla beraat edip bir başka yargıcın kararıyla tutuklandığını anlatanlar ‘adalet başka bir şey olmalı’ diyordu. Üç yıldır karar hükmü gerçekleşmeyen 31 yaşındaki bir kadın gözleri bir anda yaşlarla dolarak 14 yaşındaki çocuğunu anlattı. Onu dışarda ilkokul öğrencisi olarak bırakmış, şimdi ise kocaman olmuş kızı. ‘Hâlâ kararım kesinleşmedi’ diyordu, ‘bekliyorum’. Ünlü bir işadamının tutuklanması esnasında evine haciz konan ve bir yıldır içerde tutulan başka bir kadın, işadamının beraat ettiğini, bu yüzden kendisinin de yakın bir zamanda çıkacağını ve içerdeki bu bir yılı kendi de dahil olmak üzere kimseye anlatacak bir mantık bulamadığını söylüyordu. Uyuşturucu hükümlüsü bir başka genç kadın, ‘sorun yargıçlarda değil kanunlarda’ diyordu: ‘Yargıç ne yapsın kanun kanun değil ki!’ Hemen hepsi anayasanın değişmesi gerektiğini ama sadece ve sadece toplumun mutabakatı sonunda bu değişimin gerçekleşmesi gerektiğini söylüyordu. Bir diğer tutuklu suçla masumiyetin ne olduğunu artık anlamadığında ısrar ediyor ‘ben buradaysam herkes içerde olabilir’ derken yeterince samimi gözüküyordu.
Suçun ve masumiyetin ne olduğu sorularıyla haşır neşir, öğlen yemeğini çocuk bölümünde, kreşte yedik. Bakırköy’de birçok uyuşturucu hükümlüsü var. Bunların bir kısmı Bolivya’dan, Rusya’dan, Brezilya’dan. Dolayısıyla Türkiyeli birçok çocukla birlikte aynı çatı altındalar... Bu çocuklar bilmedikleri bir diyarın dilini konuşuyor, yerli tutuklu ve hükümlülerin çocuklarıyla aynı çocuk hayallerinin peşinde koşuyor. İlerde Türkçeyi nasıl hatırlayacaklar bilmiyorum. Bir dilin anılarımızda şefkatli bir tınıda dolaşmasının şartları nelerdir sorusu içime oturuyor. Sonuçta yerli ya da yabancı, hepsi çocuk ve içerdeler, hatta bir kısmı cezaevinde doğmuş. Dışarıya geziler yapılıyormuş ama içerisiyle dışarısı arasında kafalarında nasıl bir sınır var, doğrusu bilmiyorum ama bilmek isterdim. Yuvanın müdüre hanımı oyuncaktan çok çocuk maması, süt ve çocuk bezine ihtiyaç duyduklarını belirtti.
Ve çocuk kitapları: Çocuk yayınevleri ve yayınevlerinin çocuk birimlerine de rica etmiş olalım buradan. Elçiye zeval olmaz hayat durmaz... O zaman hayatın her türüne, parmaklıklar ardındaki hayata da dokunalım.