Geçen gün İstanbul, muhteşem bir haziran sabahına o kadar güzel "Merhaba" dedi ki, bunun kıymetini bilmemiz gerektiğine inanıyorum. Bebek'ten Arnavutköy Akıntıburnu'na altın ışınlar içinde yıkanarak gelirken, sol tarafımda dünyanın belki de en yüksek transatlantiğiyle yarıştım. Bu güzel görüntüyü kaçırmamak için erken uyanarak, rahat kamaralarından çıkmış varlıklı ve kır saçlı turistler, ellerinde kameraları, fotoğraf çekiyorlardı.
Sabahın 8'inde Akıntıburnu, kamışları silme gümüş gerdanlıkları andıran pırıl pırıl balıklardan oluşmuş çaparilerini kovalarına boşaltmaya çalışan balıkçılarla dolmuştu. Herkes bereketin farkındaydı. Kadın, erkek yüzler gülüyor, balıklar keyifle tutuluyordu.
Etiler yoluna girdim ve mobilya tamircisinin tam önünde durdum. Gazi Bey, yeni kapladığı koltuk takımını dükkânının önüne yerleştiriyordu.
"Ooooo! Merhaba Ayşe Hanım, gelin bir çayımı için."
"Gazi usta, sana bir iki gün içinde iki koltuk göndereceğim."
Aynadan ayıramadığım gözüm, yola bir arabanın girdiğini gördü. Telaşla konuşmaya başladım.
"Gazi usta, koltukları alacak kamyonetin var mı?"
"Alın kartımı Ayşe Hanım, telefonla hallederiz."
Dünyanın en renkli, en canlı, en güzel kartvizitini elime tutuşturdu. İnanamazsınız. Üstü laklı, yani cilalı rengarenk bir kartvizit: "Şen Mobilya, Gazi Şen - Mobilya Tamircisi."
İçim rahat, ilerledim. Tarihi kiliseyi solumda bırakarak kısa dar sokaktan meşhur Arnavutköy Çarşı Caddesi'ne kıvrılarak boğaza doğru tekrar inmeye başladım. Solumdaki "Erkek Kuaförü "nün sahibi, koltuğundaki müşteriye sinek kaydı tıraş yapıyordu ama gözü beni atlamadı. Yavaş yavaş, sindire sindire ilerliyordum çünkü bu kez arkamdan gelen yoktu. Birdenbire solda, arka sokağın başında kurulmuş muhteşem bir kahvaltı masasına ilişti gözüm. Alt bey, sofranın etrafına dizilmişlerdi. Güneş, Kandilli üzerinde oyalanmaya devam ettiğinden topu topu 15 metrelik bu dar ve davetkâr sokak, gölgeler içindeydi. Sofraya, bembeyaz tabakların içinde taze soyulmuş salatalıklar, kıpkırmızı domates dilimleri, beyaz peynir, kara zeytin, içi kızarmış ekmek dolu sepet, pembe plastik tuzluk, biberlik ve ince belli bardaklarda dumanı tüten tavşan kanı çaylar yerleşmişti.
Sanki beyler benim geçeceğimi bilir gibi bu sahneyi görmem için, sizlere anlatabilmem için, ne bir çatala uzanmış, ne de bir yudum çayı ağızlarına götürmüşlerdi. Hepsi de tertemiz gömlekli, tıraşlı, saçlan taranmış beylerdi.
Geçtikten sonra içim yandı. Keşke durabilseydim. Keşke ressam olsaydım. Keşke bestekâr, Keşke bir fotoğraf çekebilseydim. Öyle güzel ve yaşanan bir sahneydi ki o! Bunu; gelişmiş, zenginlik içinde yüzen, okuma yazma oranları yüzde 100 olan hiçbir ülkede göremezsiniz. Bu keyfi tanımazlar, bilmezler. Oysa çok benzer yaşam sahnelerini yurdumuzun her köşesinde tatma lüksünü yaşarız biz! Kıymetini bilir miyiz? Yeterince değil diye düşünüyorum.
"Baba" filminde çok imrendiğim bir sahne vardır. Corleone köyünde Al Pacino çok hoş bir meydanda Appolonia ile evlenir. O düğün sahnesinin çekildiği meydanı hep görmek istemişimdir. Bundan 2-3 yıl önce Canan, Haluk ve ben, Sicilya'ya gitmiştik. Kıpkırmızı bir Fiat kiralayıp, "Corleone" yazan tabelayı takip ede ede, dağları dolana dolana uzun bir süre gittikten sonra Corleone köyüne varmıştık.
Yaklaşırken çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Daracık bir sokağa geldik. Hiç filmdeki sahneleri andıran bir yapılanma olmadığını fark ettik. Birden kiliseden çan sesleri gelmeye başladı. Sesin geldiği istikamete yöneldik. Başka bir dar sokaktaydık. Kilise sağda, tam önünde de gıcır gıcır, siyah alçak bir Porche otomobil park etmişti.
Durduk. Çünkü kiliseden uzun boylu, ince, siyah takım elbisesi içinde çok yakışıklı bir genç çıkmış, önümüzdeki Porsche'a doğru ilerlemeye başlamıştı.
"Canan sor bakalım" dedim.
Canan arabadan çıktı, genç adama doğru yaklaştı.
"Scusa! God Father! Marlon Brando! Dove......?" gibi şeyler söyledi. Genç adam gülmeye başladı.
"God Father! Corleone! Hollywood FANTASIA!"
Demek bunların hepsi hayaldi! Hollywood sahne tekniğiydi. Olsun! Benim Arnavutköy'de gördüğüm öyle sahici, öyle mükemmeldi ki! Ne kadar gelişirsek gelişelim, İstanbul'da böyle haziran sabahları yok olmasın isterim.
Okuyucu mektubu
Bayrak asma geleneğimiz yok oluyor!
Bayramlarda, törenlerde öğrencilere bayrak dağıtmak, yıllardan beri belediyelerce uygulanan kutsal bir görevdi. Üzüntüm odur ki, her bayramda balkon ve pencerelerimize astığımız bayrak geleneği de yok olmaktadır. Bunun sebebi, milli duygularımızın azalmasından ziyade vatandaşların tatilleri, bir gezi geleneği haline getirmesindendir. Bavul hazırlama telaşı içerisinde balkona bayrak asmak kimsenin aklına gelmiyor galiba! (Fahri E.)
Okuyucu mektubu
İhtiyacı olanlar arayabilirler
* Elimde, ihtiyacı olanlara verebileceğim bebek giysisi ve üniversiteye hazırlık kitapları var. Köşenizden duyurun lütfen. (Semra Ayselen)
* Önerdiğiniz eşya ve kitaplara ihtiyacı olacak çok kişi olduğuna eminim. Benimle iletişim kuranlara sizin e-posta adresinizi vereceğim.
İstanbul'da bir haziran sabahı
Geçen gün İstanbul, muhteşem bir haziran sabahına o kadar güzel "Merhaba" dedi ki, bunun kıymetini bilmemiz gerektiğine inanıyorum
Haberin Devamı

