Gazete Vatan Logo

“Dövmesi var, motora biniyor, bizden değil. Yaşamasa da olur”

Ölümle sona eren yaşamın kendisidir, anlamı değil.” Oruç Aruoba’nın “De ki İşte” kitabından bir cümle. Altı çizilmiş. Paragrafın geri kalanı ise ayraç içinde: “Öyle yaşamlar vardır - olmuştur ve yeniden olabilir ki - asıl anlamlarını ölümden sonra yaşarlar ve yaşatırlar.”
Serhan Şeşen’e ait kitap. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü yüksek lisans öğrencisi Serhan Şeşen’e. 26 yıllık yaşamına gidişiyle sona eremeyecek kadar anlam sığdırmış, okurken altını çizdiği cümleyi yaşayarak kanıtlamış şahane delikanlıya.

Bu, hayatımın en zor röportajı. 16 yaşındayken tanıdığım, 10 sene ailemden biri gibi sevdiğim ışıl ışıl bir çocuğun ardından konuşmamız gerekiyor. Çok sevgili bir dostum olan babası Burhan Şeşen’le.
Ama bunu Serhan’a borçluyuz. 26 Kasım’da Özel Sema Hastanesi’nde başlayıp 3 Aralık’ta Alman Hastanesi’nde sona eren kabus gibi dönemin nasıl bir değeri aramızdan alıp götürdüğünün bilinmesi gerekiyor çünkü.

Serhan’ın beyin ölümünün gerçekleştiği akşam canlı yayına katıldın. “Hayatımın en zor anı ama yapmak zorundaydım” dedin. Neden mecbur hissettin kendini?
Onun hakkını aramak zorundaydım, biliyorum o öyle yapardı. Serhan hem akılcı hem de felsefi yönü olan bir çocuktu. Her işini çok akılla, sevgiyle yapardı. Ben hep onu düşündüm. Hangi baba orada hastaneyi dağıtmaz? Ben yapmadım çünkü biliyordum ki Serhan babasının öyle davranmasını istemezdi. Hep öyle telkinde bulundum kendime, çünkü bir an geliyor, tam sınırdasın, her şeyi tekmelemek, sağa sola kafa atmak istiyorsun. Bu hakikaten çok ağır bir şeymiş. Cenk Koray’ı oğlunun ölümünden kısa bir süre sonra kaybettiğimizde “Cenk abi aslında o gün ölmüştü” diye düşünmüştüm. Hiç adil bir şey değil. Onun orada yatıyor olması, bizim burada bunları konuşuyor olmamız, hiç adil değil.

Nasıl bir çocuktu Serhan? 23 yaşında baba olmuşsun sen...
Evet, biz Serhan’la abi-kardeş gibi büyüdük. Serhan hep çok özel bir çocuktu. Tek iyi şey öğrettim, okuma alışkanlığını öğrettim ben Serhan’a. Ondan sonra zaten her şeyini kendi kendine çözen bir çocuk oldu. Çok genç yaşta kendi parasını kazanmaya başladı. Zaten ben eminim ki o cenazeye, hastaneye gelenler Serhan Şeşen olduğu için geldiler, benim oğlum olduğu için değil. Çünkü hakikaten bütün müzik sektörünün, medya sektörünün çok sevdiği bir çocuktu. Çok pozitif bir çocuktu ya. Benim aklımda hep gülen hali var, hiç somurturken, kızarken hatırlamıyorum.

Müziğe nasıl başladı?
Hep iyi müzisyen arkadaşlarımızla beraber büyüdü. 6 yaşında davula merak sardı. Onu ünlü davulcuların hocası Burhan Tonguç’a götürdüm. Serhan’ı dinleyince ağladı, “Bu çocuk efsane olacak” dedi.

Kendi kendine mi öğrendi çalmayı?
Evet. Aydın Karabulut, Cem Aksel gibi abileri de bir şeyler gösteriyorlardı. Ama davula inanılmaz bir yeteneği vardı. Sabah erkenden kalkar, caz CD’lerini koyar, onlara eşlik ederdi. Bir gün bas çaldı, Gürol Ağırbaş “Her şeyi bırakıyorsun, bas çalıyorsun” demişti, inanamamıştı yeteneğine.



Gitar da çalıyordu değil mi?
Evet gitar, bas, klavye. Aslında çok iyi bir aranjör kafası vardı Serhan’ın. Bütün enstrümanlara hakim olduğu için, tekniği ve dünyadaki sound’ları çok iyi bildiği için... Ama müzisyen olmayı düşünmedi hiç. Akademisyen olmak istedi.

Neden acaba?
Herhalde bizim çektiğimiz zorlukları gördüğü için istemedi. Zaten Serhan istemediği hiçbir şeyi yapmadı. Ve sanıyorum o gelmek de istemedi. Benim öyle bir inancım var. Ona yapılan insanlık dışı muameleden sonra Serhan bence kalkmak istemedi. Ben onunla hep konuştum hastanede, “Oğlum ne olursan ol, dön” dedim. Ama belki o hissetti, eskisi gibi olmayacaktı uyansaydı bile. Ve gelmek istemedi.

Niyeti Galatasaray Üniversitesi’nde kalmaktı değil mi?
Evet ve yüksek lisansta Fransızca ve Latince öğrendi. Çok çabuk çözüyordu dil meselesini. Bazı insanların ışığı vardır hani, bir sürü insanın içinden o haresini hissedersin. Serhan öyleydi. Işıl ışıl bir çocuktu.

Son okuduğu kitaplardan biri Oruç Aruoba’nın “De ki İşte”si galiba ve veda ilanında kullandığınız cümle o kitaptan...
O kitabı hastanede bir arkadaşı getirdi bana. Serhan vermiş ona. Serhan’ın altını çizdiği cümleyi yazdık ilana. “Ölümle sona eren yaşamın kendisidir, anlamı değil.”

Nil Karaibrahimgil dışında kimseyle çalıyor muydu?
Yok, bize çaldı işte, bir de Nil’e. Nil de organizasyon açısından Türkiye’nin en iyisi olduğu için. Biraz mükemmeliyetçidir o. Mesela biz onunla Altın Güvercin’e katıldık, 8 yaşındaydı o zaman. Sıra bize gelmeden kameramanlar öyle dolaşan bir çocuk sanmışlar onu, kovmuşlar. Başladı ağlamaya, “Ben çıkmayacağım” dedi. “Bu kadar emek verdik oğlum”, “Yok çıkmayacağım”. “Sen bilirsin” dedim. “Üzülür müsün?” dedi, “Üzülürüm” dedim. “O zaman çıkalım” dedi. Kimseyi üzmek istemezdi ama beni hiç. Özel bir ilişkimiz vardı.

Ona tek bir şey öğrettim diyorsun, bu kendine haksızlık değil mi?
İnan ki böyle düşünüyorum. Serhan ne olduysa kendi kendine oldu. Belki iyi bir baba olabilirim ama bilmiyorum ki... Neye göre iyi baba? İnsanın kafasındaki “keşke”ler bitmiyor. Hâlâ bu kabullendiğim bir şey değil. Serhan şimdi orada yatıyor da olsa sanki hâlâ onu hayata döndürmek için bir umut varmış gibi tuhaf bir şeye kapıldım. Dediğim gibi o üstümdeki taş gittikçe bastırıyor kalbime doğru... Şu biraz hafifletiyor belki acımı, bir sürü insan var, 70-80 yaşına kadar ot gibi yaşıyor gidiyor. Bu çocuk çok dolu dolu yaşadı, belki de ona yetti. Tamamdır dedi, ne bileyim? Ama bundan sonrası nasıl geçecek bilmiyorum. Her an gelecek sarılacak, “Babuş” diyecek, telefon edecek diye bir umut var içimde.

Burhan Şeşen “Serhan bütün enstrümanlara hakimdi, onda tam bir aranjör kafası vardı” diyor.


Bu neden benim başıma geldi diye bir isyan da var mı?
Olmaz mı? Denir ya, “Benim başıma geldi, başkasının gelmesin”. Hayır, niye benim başıma geldi? Niye Serhan’ın başına geldi? İnsanın elini bile sıkmayan bir doktora çocuğumuzu emanet ettik. İnsan çok düşünüyor ama yapacak bir şey yok.

“Biz nasıl çalışacağız bundan sonra” diye düşünüyor musun hiç?

Düşünmez olur muyum... Çok güzel mesajlar geliyor insanlardan. “Hadi abi, Serhan’ın seveceği şarkılar yapın, o onları duyar”. Şu anda biz şaşkın balıklar gibiyiz. Hiçbir amaç yok, anlam yok. Çok çok büyük bir boşluk. Ama tabii bundan bir şekilde çıkmak zorundayız. Niye, çünkü Serhan bizi böyle görmek istemez. Güçlü olmamız lazım. Olacağız ama şu ara değil...

“Göğsümün üstünde büyük bir taş var, her geçen gün ağırlaşıyor”
Serhan’ın hastalığı nasıl başladı?
İki haftadır gribal bir durumu vardı zaten. Kız arkadaşı Deniz’le önce Kadıköy Şifa Hastanesi’ne gitmişler. Orada antibiyotikler verip eve göndermişler. İyiye gitmeyince tekrar aynı hastaneye gitmişler, bu sefer orada kas gevşetici vermişler, alakasız bir şey.

Bu arada siz haberleşiyorsunuz sürekli...
Tabii, konuşuyoruz, telefonla mesajlar çekiyoruz sürekli. Biz hep onunla birbirimize çok duygusal mesajlar çekerdik. Yüz yüzeyken söyleyemediğimiz şeyleri yazardık. Gerçi o söylerdi, hep kendini çok iyi ifade eden, “Seni seviyorum” lafını hiç esirgemeyen bir çocuktu. Sonra çarşamba akşamı yine ateşi çıkıyor, konuşuyoruz, “Baba iyiyim merak etme” diyor. Annesinde kalıyor
o gece, perşembe sabahı kusmayla birlikte en yakın yer olan Dragos’taki Sema Hastanesi’ne gidiyor. Beni aradılar, “Menenjit şüphesi taşıyorlar, belinden su almak istiyorlar, senin onayın gerekiyor.” Hemen yola çıktım, tekrar aradılar,
“10 dakika içinde karar vermemiz lazım”. Ben de bu arada hastaneyi araştırıyorum, “Tam teşekküllü, endişen olmasın” diyor sorduğum arkadaşlarım. Çok acil denince de mecburen onay verdim yoldayken.

Sen hastaneye vardığında durum nasıldı?
5-10 dakika sonra Serhan’ı acilden çıkardılar. Bilinçsiz hareketler yapıyordu, şuuru bulanıktı. Odaya çıkardılar, Hülya Çaşkurlu’yu gördüm, enfeksiyon uzmanı, o yapmış bu işlemi, tomografi filan çekmeden. Bir saat Serhan’ın yanında oturdum, konuştum onunla. Gözleri açıktı ama bilinçsizdi, tavana doğru bakıyordu. Çok terliyordu, saçlarını okşadım, öptüm. Elini sıktım, o da elimi sıktı, tepki verdi. Bir saatin sonunda Hülya hanım geldi ve “Daha iyi kontrol edebilmek için yoğun bakıma alacağız” dedi. Ondan sonra o kötüye gidiş başladı zaten.

Geceyi iyi geçirdi demişlerdi halbuki ertesi sabah...
Evet, ben de hastanede kaldım. Geceyi iyi geçirdi dediler. 9’daki vizitte de aynı şekilde. Sonra solunum cihazına bağlamak istediler, ben tabii işkillendim. Hastanenin iki tane beyin uzmanı vardı, onlara gittim, “Oğlumun böyle böyle bir durumu var, bir gelip bakar mısınız?” Biri dedi “Biz 10 senedir menenjit vakalarıyla ilgilenmiyoruz”, biri dedi “Benim işim değil”. Yerlerinden bile kalkmadılar. Ama en sonunda gördüler beyinle ilgili bir problem olduğunu.

Ve ameliyata alındı apar topar...
Evet ameliyata alacağız deyince “Nedir kurtulma şansı?” dedim, “Yüzde yarımla bir arası”. “Peki olmazsa ne olur?” “Kaybederiz.” Mecbursun, deneyeceksin. Her şey çok acele oldu, hep paldır küldür. Ama hastanedeki bana sorarsan en görünmeyen şey şu: Mesela Serhan’ın dövmesi vardı, Hülya Çaşkurlu “Bu dövmeden de olabilir” dedi. Ya bu çocuk bunu sekiz sene önce yaptırdı, ne alakası var? Sonra başhekimin konuşması, “Motora biniyor” filan. Hastanenin bakışı şuydu bence: “Bu dövme yaptırıyor, motora biniyor, müzisyen de, bu içki de içiyordur, bu bizden değil... Yaşasa ne olur yaşamasa ne olur...” En çok o kahretti beni. Bu kadar her şeyi ince eleyip sık dokuyan bir çocuk... Galatasaray Felsefe’deki hocaları geldiler, dediler ki “Serhan milyonda bir gelecek bir öğrenci”. Milyonda bir gelecek bir çocuk, milyonda bir olacak bir ihmalin kurbanı oldu, tuhaf.

Tomografi çekilmesi gerektiğini sonradan öğrendiniz siz değil mi?
Evet, profesör dostumuz Talat Kırış sağolsun, geldi ilgilendi. Ama onun başta aklına bile gelmemiş tomografi çekilmeden bu işlemin yapılmış olacağı. Ben orada yapılan bütün işlemleri, doktor tanıdıklarıma anlatıyordum, hepsi “Tamam” diyorlardı. Ama tabii hiçbirinin aklına tomografi çekilmemiş olacağı gelmiyor.

“Tıp fakültesi öğrencileri bile bilir tomografi çekilmeden böyle bir işlem yapılmayacağını, beyin kapalı bir kutu”
diyorlar. Hülya Çaşkurlu o sıvıyı aldıktan sonra bir 300 birimden söz etti, “Bu çok iyi bir durum, 1300-1500’den sonra tehlikeli olur, elini kolunu sallaya sallaya çıkar” dedi. Öyle olmadı işte.

Çünkü beyin apsesi varmış ve omurilik sıvısı alınması kötüye gidişi tetikledi anladığım kadarıyla değil mi?
Aynen öyle.

Sen bir daha Hülya Çaşkurlu’yu gördün mü?
Yok, bir tek işler böyle kötüye gittiği zaman bir toplantı yaptık. Gökhan, ben, amca, arkadaşlarım, hastanenin hiç görmediğimiz yetkilileri, başları önde. Hatta ben beyin uzmanlarına söyledim, “Yüzüme baksanıza, yere niye bakıyorsunuz? Ben size bunu söyledim mi söylemedim mi? Bu hastalık beyinle ilgili mi, değil mi? Sizin umursamazlığınız yüzünden çocuk bu hale geldi”. Ayrıca hastanenin beyin cerrahı İlhan Elmacı da söyledi, “Tomografi çekilseydi yüzde 80 çok daha iyi bir seyri olacaktı bu hastalığın” dedi. Ameliyata filan gerek kalmadan iyileşip çıkacağı bir hastaneden beyin ölümü gerçekleşmiş olarak çıktı.

Basın toplantısında edilen laf var bir de...
Evet maalesef. “Bu, bu kadar önemli bir olay mıymış?” dedi hastanenin başhekimi.

Herhalde “Meğer bu adam meşhur bir adammış...” demek bu?
Evet, ben şuyum buyum demedim ki hiç. Mahkeme sürecinde de, ben adalet istiyorum, ayrıcalıklı bir muamele istemiyorum. Hastanenin hiçbir suçu da olmayabilir, o zaman ben bunu kabullenirim. Ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Benim kafamda hep şu var: Serhan olsaydı ne yapardı? Serhan da benim gibi yapardı. Onun için de işin hukuksal sürecine gireceğiz. Ama çok zor, gittikçe ağırlaşan bir durum. Hissiyat şu bendeki, göğsümün üstünde büyük bir taş var sanki de, o her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Herhalde o acının sıcaklığıyla tam anlamadık, şimdi böyle kaldığım zaman hayat nasıl geçecek bilmiyorum.





“Deniz’den bir çocuğu olsun isterdim”
“Deniz’le Serhan’ı ben tanıştırdım. Cihat hocanın (Şener) kızı Deniz. Önce arkadaş oldular, sonra sevgili, sonra aynı evi paylaşmaya başladılar. Bence onlar birbirlerini bulmuşlardı. Ve ben evliliğe çok karşı bir adamım ama Serhan’ın evlenmesini, Deniz’den bir çocuğu olmasını isterdim çok.”




Burhan ve Serhan Şeşen 1990 yılında Kuşadası Altın Güvercin Yarışması’nda ikinci olmuşlardı.




“Serhan’a yazdığım şarkıyı tamamlayacağım, ona borcum var”
Ona bir şarkı yapıyormuşsun, yarım kalmış...
10 sene önce yazmıştım. Biz hep yakın oturduk Serhan annesiyle yaşarken. Maslak’a taşınınca ben çok üzüldüm. Her gün görmeye alışmışım. O zaman “Sana beş dakikalık yoldayım” diye bir şarkıya başlamıştım. O da çok severdi o şarkıyı, onu bitireceğiz tabii artık, Serhan’a borcumuz var. “Sana beş dakikalık yoldayım / Bir sigara içimi gelebilirim / Uzatsam ellerimi ellerine, dokunmadan tutabilirim” gibi bir şeydi.

İnsan bazen sevdiklerinin değerini kaybedince anlar ya, sen öteden beri düşünür müydün “Ne şahane bir oğlum var” diye...
Hep düşünürdüm. 26 sene çok mutlu, onun babası olmaktan gurur duyarak yaşadım. Şeşen sülalesinin çok özel bir insanıydı, toprağı bol olsun. Ama ben toprak bile atmadım. Çünkü artık bu sefer çok adaletsiz geldi. Ki ben böyle şeylere çok dikkat eden bir adamdım, bundan sonra hayatım o anlamda da değişecek. Son zamanlarda tasavvufa ilgi duymaya başlamıştım, perşembe günleri içki içmezdim, dini kitaplar okurdum. Serhan’ın öldüğü 3 Aralık’tan sonra öyle bir yanım da kalmadı.

Bir inanç sarsılması yaşıyorsun...
Kesinlikle.

“‘Sağlık Bakanı bu işin üzerinde’ dediler, bilmiyorum”
Hukuksal mücadele ne durumda?
Beyoğlu Savcılığı’na suç duyurusunda bulunduk. Türk Tabipler Birliği’ne, Sağlık Bakanlığı’na da bir dilekçe verdik. Bir hukuk profesörü var başımızda, onun yönlendirmesiyle hareket edeceğiz işte. Umarım adalet yerini bulur.

Buna güvenin var mı?
Çok ses getirdi Serhan. Türkiye’de yargıya da müdahale ediliyor ama bence bunu kapatamazlar. Sağlık Bakanı’nın talimatıyla direkt başmüfettiş geldi Ankara’dan. Konuştuk, iddianameyi hazırladık ve kısa bir sürede sonuçlanacağını söyledi bize. “Sağlık Bakanı bu işin üzerinde” dedi, bilmiyorum.

Bir sürü insan “Giden geri gelmeyecek ya” deyip vazgeçiyor bir noktada...
Olur mu öyle şey? Hastanede de söyledim, “Buradan alacağım parayla oğluma anıt mezar yaptıracağım” dedim. Böyle bir şeyden vazgeçilir mi? Beni şu anda hayata bağlayan şeylerden bir tanesi bu. Bu hukuk mücadelesini tabii sonuna kadar götüreceğim. (ASU MARO- milliyet)

Haberin Devamı