2016'ya dualar ve sorumluluklar

2 Ocak 2016

Sevgili okurlarım, 2016’nın ilk pazar gününden hepinize merhabalar! Her tatsız, her yaşanmayan mutluluğa, kaçırılan huzura inat, tüm güzel beklentilerimizi 2016’nın sorumluluğuna yükledik, yola çıktık, yeniden. Aslında sorumluluk bizde, bizim omuzlarımızda. Biz ne kadar duyarlılıkla sahiplenirsek görevlerimizi, ne kadar el uzatabilirsek ihtiyacı olanlara, ne kadar mücadele edebilirsek cehaletle, bağnaz, yaradılışlarla, ne kadar güzellikle, umutla, sevgiyle besleyebilirsek bebelerimizi- gençlerimizi, ne kadar sahip çıkabiliyorsak insan haklarına, ne derece önemsiyorsak ‘önce insan’ı, renk, din, dil, kültür ayırmadan, o zaman sahip çıkmış olacağız 2016’ya.

Ne var ki; despot, sahtekâr, yalancı, hırsız, katil, insanların da hayâlleri, plânları, hâtta duaları var. Kötülük yapmak üzere düşünen insanlar da dua eder. Dua edenler, dilek tutanlar, umut besleyenler ille de iyi insanlar değil. Onun için; tanımadığım, bilmediğim insanları kapsayacak şekilde “Allah ne muradınız varsa versin.” benzeri iyi niyet göstergelerinde bulunmam hiç. Herkesin iyi dileği olsa dünya bu halde olur muydu? Bu sebepten; sosyal paylaşımlarımda da, yazılarımda da hep; “İnsanlık için, dünya için güzel ve yapıcı tüm dualarınız kabul olsun, dilekleriniz gerçekleşsin.” diye hitap ederim.

2016’nın ilk pazar yazımda da farklı bir şey diyemeyeceğim. İnsanlık, barış için, adalet için, güzel, bereketli bir dünya, hakkıyla yaşayan tabiat ve diğer canlılar için, varsa pozitif, iyi, güzel dilekleriniz onlar kabûl olsun.”

Şaşkındır insanoğlu

Binlerce yıl olmuş düşünmeye, sorgulamaya başladığı insanoğlunun. Neleri merak etmiş, nelere cevap bulmuş ama hâlâ daha en çözemediği konuların başında kendisiyle ilgili soruları geliyor.

Ünlü bilge Eflâtun’ a ‘insanoğlunun şaşırtan davranışları’ üzerine bir soru sormuşlar. Filozof şöyle cevaplamış:

“Önce para kazanmak için sağlığını harcar, sonra da yitirdiği sağlığını kazanmak için parasını.

“Yarını o denli düşünür ki; bugünün elinden kayıp gitttiğini fark etmez bile. Oysa hayat geçmişte ya da gelecekte değil, şimdiki zamanda yaşanır.”

Devamını Oku

Sancılı doğan çocuk: 2016

26 Aralık 2015

Bir kutlamadır Noel, Hazreti İsa’nın doğum günü değildir. Noel’in Hristiyanlıkla nasıl ve neden bağdaştırıldığını da tarih anlatır...

2016 kapımızda. Ne kadar isterdim, yeni yılla ilgili; coşkulu, dört başı mamur dilekler yazabileyim. Umudu avucumdan kaçırmamak inadında yaşamama rağmen, seneler oldu ki; ülkemin ve dünyanın acıları her yeni yıl yazımda beni saçlarımdan, eteklerimden çekip kendisini hatırlatıyor. Ne yapsam, ne kadar denesem, günün modasına uyup ‘vurdumduymaz’ olamıyorum. Sonra da bir başka iç sesim, “Nermin, gel, sen yine güzel bir şeyler bul yazmak için. İnsanların umuda ihtiyacı var.

Yaşamı tatlandıracak her nebze duyguyu, hayatın en ufak lezzetlerini ve hâtta insanı insan kılacak, insan olduğuna mutlu edecek duygulara yol açacak güzellikleri bile yasaklayarak tabiatına aykırı din olgusunu bastıranların gittikçe sertleşen ve despotluğa varan 'sözde inanç'ları; dinsel olmayan her kutlamayı büyük bir tartışma ve mücadele haline getiriyor. Son bir kaç senedir gittikçe daha hızlı tırmanan bu ivme, şimdilik, en tepe noktasına vardı. Noel, yılbaşı kutlamaları, çam ağacı süslemesi üzerine yaratılan polemik, ülkemizin içinde bulunduğu gerçek tehlikelerin, başımıza örülen çorapların, Güney Doğu’da yaşanan acı, masumların, şehitlerimizin kanlarının, hâsılı topyekûn seferberlik halinde sarmalamamız gereken yaraların hepsinin üzerine çıktı.

İslâm’ı, dünyanın tadını çıkarmaya, eğlenmeye, yeni umutlarla dileklere, aydınlık bir sevince o kadar uzaklaştırdılar ki; şayet kapkara değilse kıyafetiniz, kapkara değilse düşünceleriniz Allah’tan uzaksınız bu kafalar için. Bu zavallılar Yüce Yaradan’ın tadını çıkarmamız için yarattığı güzelliklerden, renklerden, sesler ve duygulardan, kendi güzelliklerimizi yaratabilmememiz için verdiği akıl ve duygu yeteneğinden o kadar bîhaber yaşıyorlar ki; bunları görenleri, duyanları ve hissedenleri yok etmek isteyecek kadar büyük bir nefretle kıskançlıklarını kusuyorlar. Noel’in, ağaç süsleme âdetinin Orta Asya’dan Türkler’den geldiğini bilmeden. Gerçi Araplığı Türklüğe tercih ettikleri için bu da onlara bir şey ifade etmez zaten.

Hazreti İsa’nın doğum günü değildir Noel günü.

Noel’de ağaç süslemek Orta Asya kökenli bir adet

Bırakın Noel’e inanan Noel’ini kutlasın. Bir kutlamadır bu. Bu yaşıma geldim, yurt dışında da yaşadım. Noeli kutlayan hiçbir arkadaşım bana Hristiyan olmam için teklifte bulunmadı. Ben de yıllardır Noel kutlamalarına katılmaktayım ama aklımın ucundan Hristiyan olmak geçmedi. Kaldı ki; Hazreti İsa’nın doğum günü değildir Noel günü. İsa Mart ayında doğmuştur. Hristiyanlıkla nasıl ve neden bağdaştırıldığını tarih anlatır. Okuyana tabii.

Devamını Oku

Ölmek mi ehven, büyümek mi?

19 Aralık 2015

Sosyal medyadan paylaşımları nefesimi tutup gözyaşıyla izliyorum. Güneydoğu’dan, Suriye’den yükselen çocuk çığlıkları beynimi dağlıyor. Bir yanda inceliklerin şairi Gülten Akın’ın mısralarından bestelenmiş “Büyü” çalıyor, Grup Yorum’un yorumuyla. Bambaşka adreslerden gönderilmiş “İmdat!” mesajları, patlayan bombaların, parçalanmış minik bedenlerin görüntüleri sanki kendi müziğini, ağıt yaksın diye, çağırmış gibi...

Gülten Akın’ın; acı, yokluk ve umutsuzlukla yaşayan bir çocuğa büyürken verilebilecek umutların sözlerini bile umutsuzluk, acı ve hâtta ölümle zincirlediği satırlarını tekrar hatırlarken düşünmeden edemiyorum. İnsanoğlunun zulmü, gaddarlığı, açgözlü hırsları ve cani ruhu hiç izin vermiyor ki, yaşanan acıların soğumasına. Evet, hayatlar yok olmaya devam ediyor ama aslında yok olmuyor, yok ediliyorlar. Tabii bir yaşam ve ölüm değil bu konuştuğumuz. Yaşarken dahi ölümü ensesinde hissetmek, öldürülmek üzere büyümekle, küçük yaşta ölmek arasında kısır bir döngü bu. Birilerinin hayatı, gönüllerince seçtiği gibi devam ederken, bir yerlerde de bu döngünün kıskacında ölümü soluyarak yaşayan, ölümle büyümeye çalışan çocukların dünyaları ağlamakta.

Yıllar önce ressam Henrietta Wyeth’in, melek kanatlarıyla çizdiği ölmüş bir çocuğun tablosu için çocuk ölümünü huzurlu bir anlatımla sunduğu eleştirilerine verdiği cevap beni çok etkilemişti. “Bu dünyada bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şey değildir ölüm. Daha da büyük kötülükler vardır.” diyordu Wyeth. Ne kadar haklı diye düşünmüştüm o zaman, insanoğlunun çocuklara yapabildiklerini düşünüp. Şimdi de çaresizlik içinde aynı şeyler geçiyor aklımdan.

Yürekleri örümcek bağlamış büyük adamların masa başında verdiği kararlarla bombaların, kurşunların altında bırakılan minicik bedenlerin daha fazla acı çekmeden melek olmalarından başka bir tek şansları var. O da, parçalanmış, sakatlanmış bedencikleri ile ölümün bir sonraki ziyaretini acılar ve korkular içinde beklemek.

“Bu dünyada bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şey değildir ölüm. Daha da büyük kötülükler vardır” diyordu Wyeth. Ne kadar haklı diye düşünmüştüm o zaman, insanoğlunun çocuklara yapabildiklerini düşünüp...

Bruno Catalano’nun muhteşem bir heykeli var. Yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan insanların içlerinde oluşan boşluğun hiçbir zaman doldurulamaz olduğunu anlatan heykel öylesine dahiyane bir estetik ve heykeltraşlık bilgisi ile yaratılmış ki; elinde minik valiziyle yola dökülmüş göçmen adamın bedenindeki boşlukların ardında kalan denizi ve şehrin manzarasını izlerken, onun, hayatın içinde sanki havada tek başına uçarcasına yalnız, hüzünlü süzülüşü sesleniyor size. O hayatın içinden geçerken hayatın da onu delip geçtiğini görüyorsunuz bedeninin boşluklarında.

Aynen, Catalano’nun heykelindeki gibi; insanoğlu eksilmeye devam ediyor. Kiminin bedeninden göç, sürgün okları geçiyor, kiminin bedeninden kurşunlar. Kimi düşlerinden eksiliyor, kimi kanıyla canından.

Devamını Oku

Kol kırılır, yen yırtılır

12 Aralık 2015

Kol kırılır, yen içinde kalır. tabiri bize çok eskilerden kalma bir deyim. Bu cümlenin verdiği derse göre; bize ait, bizden, içimizden biri olan veya onlara ait, onlardan biri olduğumuz insanların kusurunu örtbas etmek boynumuzun borcudur. Âdeta sosyal çevremizi yüceltmek üzere tarafımıza verilmiş bir görevdir bu. Ne var ki; bu deyimin tarif ettiği anlama söz konusu olan tatsız, çirkin, yanlış, kötü, düşkün olayın sebebi veya mağduru kişiyi sevmemiz, saymamız gerekmez. Sadece ona karşı aynı taraftan olmanın getirdiği kesin, sorgulamasız bir sorumluluğumuz vardır.

“Kol kırılır, yen içinde kalır”; bir tavsiyeden ziyade buyruk gibi telâffuz edilmiştir ve öyle yorumlanır. Aksini yapmanız makbul karşılanmaz. Bu tip deyimler, bunları dinleyerek ve örnekleriyle büyüyenler için tartışmasız uyulan sosyal kurallara dönüşür.

Kendisine ait bildiği bir toplulukta kibir başkası veya başkaları tarafından yapılan yanlışlar, kötülükler, zedelenen ahlâki değerler aslında insanı, kendisini ait hissetmediği diğeri veya diğerlerinin aynı zaaflara düşmesinden daha fazla rencide eder. Amma velâkin, geleneksel toplumlarda kendisinden bildiği hatalıyı koruma ve onun hatalarını örtme içgüdüsü insanı sessiz kalmaya, üç maymunu oynamaya iter. Oysa modern insanı, ilkel çağın mağara paylaşımcılarından, dereboyu ve aşiret kölelerinden farklı kılan en büyük özelliklerden biri bireysellik. Bir yere, bir gruba iftiharla ait olurken, ait olduğu yeri, çevreyi yüceltmek için çabalarken aynı zamanda hataları görebilmek, seslenebilmek ve doğruların yerine getirilmesi için istekte bulunmak en doğal hakkı aynı zamanda görevi olmalı insanın. Dolayısıyla bu oldukça girift bir ikilem yaratır feodal düzen anlayışında sosyalleşen insanlar için. Ancak, ne var ki; artık bireyler ne kadar çabalarsa çabalasın, ne kadar korumacı olurlarsa olsunlar, ne gurupların, ne organizasyonların, ne milletlerin hataları, yanlışları gizli kalmıyor. Kırılan kollar yen içinde kalamıyor artık. Tam aksine; kim ne derse desin, kırılan kollar yen içinden sarkıyor, o toplumun dışındaki diğerlerinin ve hatta tüm dünyanın gözü önünde.

Ülkemizde, “kol kırılır, yen içinde kalır” deyimini tutucu ve sadık sahiplenmelerin örneklerini o kadar çok görüyoruz ki; keşke bu kadar gelenekselci olacaklarına daha insan olsalardı diyoruz.

Kırılan kollar yen içinde kalmıyor artık. Tam aksine kırılan kollar yen içinden sarkıyor...

YIRTIK YENDEN ÇIKMIŞ BİR BİLGİYİ DE PAYLAŞMAK İSTEDİM SİZİNLE.

Küçük bir kızın neredeyse köyün tüm erkekleri tarafından tecavüze uğradığı o köyde, köylüler konuyu ‘namus meselesi’ yaptıkları için saklamışlar, ortaya çıktıktan sonra da kızın ailesi dahil kimse konuşmamıştı. Bunun namusla falan ilgisi yoktu. Sadece kendi içlerinde boş bıraktıkları zulüm, dehşet ve ahlâk zaafını, kendi içlerinde tutarak dışarıya karşı sözde namuslu görünmek telaşından başka bir şey değildi tavırları. Bu az gelişmiş toplumlarda, gelenek ve görenek şemsiyesinin altına sığınarak çok yaşanan bir ahlâksızlık türü. Her türlü ahlâk düşkünlüğünü başkaları bilmedikçe işlenmemiş sayan bu toplum anlayışı, kendi kendini korumak adına kendi kurbanlarını seçiyor, el birliğiyle onu şiddete, cinayete teslim ediyor, sonra el birliğiyle hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. Hatta o zavallı kurbanı bütün yaşadığı faciadan sorumlu tutan, ardından da cezalandıran anlayışın kafalarını taşıyan bu sefil mahlûklar, “Kol kırılır, yen içinde kalır” deyimine sıkı sıkı sarılıyorlar.

Devamını Oku

Rus geldi aşka.. Aşka getirene baksana

5 Aralık 2015

Tarih boyunca çalkantılarla yaşanmış Türk Rus ilişkileri geçiyor aklımdan. Rusların, bizim ‘Deli Petro’ diye adlandırdığı Çarları zamanında özellikle yükselen, Karadeniz ve Boğazlar üzerinden Akdeniz’e hakimiyet tutkusu Rusya için hiç bir zaman sönmemiş bir aşk gibidir.

Çariçe Katerina ise bu aşkı daha Petro’nun metresi ve danışmanı iken öylesine sahiplenmişti ki; onu öldürterek tâcı tek başına sahiplendiğinde, politikasını bu hayâli gerçekleştirmeye yönlendirmişti. Karadeniz’den Akdeniz’e uzanacağını hayâl ettiği Rus hükümranlığını bu kadar iddialı sahiplenmesinin ardında, daha önce ‘Osmanlı’ kimliğiyle bizzat Baltacı Mehmet Paşa’nın şahsiyetinde tanışmış olmasının getirdiği rahatlık olmalı. 1711’de, I’inci Prut Savaşı’nda, 80 bin kişilik Osmanlı ordusuna karşı ancak onun üçte biri kadar güçle savaşmasına rağmen Deli Petro’nun savaşı kazanacaklarına dair özgüveni tamdır. Büyük bir özenle geliştirdiği modern donanımlı ordusunun üstünlüğüne inanır. Ancak olaylar öyle gelişmez ve Rus güçleri darmadağın olur. Baltacı Mehmet Paşa’nın eline öyle bir fırsat geçer ki; önünde hiç bir engel olmadan Moskova’yı, Çarlığın kâlbini ele geçirebilecek duruma gelir. O tarihte daha henüz kraliçe olmayan ama işlek zekâsı ve insan ilişkilerindeki gücü sebebiyle Petro tarafından danışmanı olarak seçilmiş Katerina, Baltacı’nın çadırına bir ziyarette bulunur. Bu ziyaretin içeriği hakkında çeşitli rivayetler var. Hâtta gerçekliği bile su götürür. Ama şu kesin ki; rüşvet konusu rivayet bile olsa, bu meşhur çadır ziyareti ardından Baltacı’nın Katerina’ya sözde verdiği söz üzerine Moskova’nın ele geçirilmesi bir yana, Rus ordusunun güvenle geri çekilmesine izin verilir. Baltacı Mehmet Paşa’nın kariyerinin sonu ve sürgünü olan bu neticeye nasıl gelindiğine dair tarihçiler hâlâ mutabık değiller. Müstakbel çariçenin Baltacı’nın kulağına ‘Bu pırlantalarla birlikte ben de sizinim.” demiş olduğu bu sahneye en yakın tek şahit sadece Katerina’nın tercümanı olabilir. Ama bunun ardından, herkesin dışarıya çıkarılıp çadırın perdelerinin kapanması ile gerçekleşen bir saatlik özel görüşmenin daha çok şahidi olduğu söylenir. Her şekilde bu buluşmada yaşananlar Katerina’nın Akdeniz’e çıkış iştahının daha da kabartmasına sebep olmuştur. Aralarında yaşanan her ne olursa olsun, Paşa ile müstakbel çariçe arasında yaşanan kesinlikle aşk değildir, sadece karşılıklı kudret tartması ve bugün hâlâ tartışıldığı üzere şayet yaşandıysa, bu kudretin cinsel cazibeyle sınanmasıdır.

Diğer taraftan, bu iki farklı coğrafya ve kültürden, bir başka kadın ve erkeğin tarihe iz bırakmış, rivayetten uzak gerçek aşkları söz konusu olunca; hikâyesi hâlâ taze olan; Roxalane ile Kanuni’nin sevdasıdır. Hep düşünürüm; şayet I’inci Prut galibiyetinden sonra Baltacı Moskova’ya yürüyüp Rus İmparatorluğunu darmadağın etme şansını kullansaydı, Katerina’yı esir olarak alıp Osmanlı Sarayına getirse ve padişaha sunsaydı, Katerina da bir Hurrem Sultan olabilir miydi diye. Şimdi, Katherina’nın iri kıyım, şişman ve erkeksi ifadeli resimlerini görenler; “Olmazdı öyle şey. Hurrem’le ne ilgisi var bu kadının.”, “Kadın mı kalmadı Osmanlı Sarayında?” diyebilir. Ama unutmayalım ki; tarihte her hükümdarın yatağına, kâlbine ve tahtına ortak olan kadın ille de bir Afrodit, bir Venüs değil. Kimi karanlık, şaibeli, basit geçmişten gelen ve de güzel olmayan çok kadın da saltanat ve güç basamaklarını çıkmayı becermişlerdir. Zira her türlü falsolarını perdeleyecek kıvrak zekâya, öğrenme ve uygulama yeteneğine, özgüvene ve aynı zamanda hükümran erkeğin egosunu tatmin üzerine sundukları şefkatli bir arkadaşlık ve tutkulu bir cinsellik yeteneğine sahiptir bu kadınlar.

Bir diğer Türk-Rus büyük aşkına en güzel örnek ise Nazım Hikmet ve Vera...

Diğer taraftan, bu iki farklı coğrafya ve kültürden, bir başka kadın ve erkeğin tarihe iz bırakmış, rivayetten uzak gerçek aşkları söz konusu olunca; hikâyesi hâlâ taze olan; Roxalane ile Kanuni’nin sevdasıdır. Hep düşünürüm; şayet I’inci Prut galibiyetinden sonra Baltacı Moskova’ya yürüyüp Rus İmparatorluğunu darmadağın etme şansını kullansaydı, Katerina’yı esir olarak alıp Osmanlı Sarayına getirse ve padişaha sunsaydı, Katerina da bir Hurrem Sultan olabilir miydi diye. Şimdi, Katherina’nın iri kıyım, şişman ve erkeksi ifadeli resimlerini görenler; “Olmazdı öyle şey. Hurrem’le ne ilgisi var bu kadının.”, “Kadın mı kalmadı Osmanlı Sarayında?” diyebilir. Ama unutmayalım ki; tarihte her hükümdarın yatağına, kâlbine ve tahtına ortak olan kadın ille de bir Afrodit, bir Venüs değil. Kimi karanlık, şaibeli, basit geçmişten gelen ve de güzel olmayan çok kadın da saltanat ve güç basamaklarını çıkmayı becermişlerdir. Zira her türlü falsolarını perdeleyecek kıvrak zekâya, öğrenme ve uygulama yeteneğine, özgüvene ve aynı zamanda hükümran erkeğin egosunu tatmin üzerine sundukları şefkatli bir arkadaşlık ve tutkulu bir cinsellik yeteneğine sahiptir bu kadınlar.

Bir diğer Türk-Rus büyük aşkına en güzel örnek ise Nazım Hikmet ve Vera...

Devamını Oku

Ego nedeniyle sarhoş olmak

29 Kasım 2015

Kişi sadece kendisini etkileyecek seçimlerinden dolayı kayboluyorsa bu sadece onu ilgilendirir...

Yanlış yola girdiğinde, hızlandıkça daha da kaybolursun. demiş Didero. Kısacık bir cümle ama ne kadar çok şey ifade ediyor ve ne kadar doğru. Ancak, girdiği yolun yanlış olduğunu fark etmeyenler için bir şey ifade etmesi zor.

Kişi sadece kendisini etkileyecek seçimlerinden dolayı kayboluyorsa bu yalnızca kendisini ilgilendirir ama kararları; başkasını, kitleleri, millet veya milletleri etkileyecek ise durum farklıdır. Bu sebepten; toplumları, milletleri, devletleri yönetenlerin sade işlerle uğraşan insanlardan daha farklı ve daha kuvvetli sezileri olması gerekir. Zira onların sadece ciddi yorumları değil, şaka yollu söyleyecekleri, esprileri, alaylı atışmaları dahi farklı bir etki yaratır, konuyu çok daha büyük boyutlarda, çok tehlikeli noktalara taşıyabilir.

Ekibini iflâs edecek bir proje peşinde yönlendiren yöneticilerin, talebelerini yanlış örneklerle hayata hazırlayan ebeveynlerin ve öğretmenlerin, kişisel egolarla ve gaflarla milletini uçuruma sürükleyecek olan liderlerin, seçimlerinin nerede yanlış yöne saptığını, yolun neresinden ve ne tarafa dönmeleri gerektiğini çok iyi görebilmesi gerekir. Vizyon sahibi olanlar şayet bir yanlışlık yapmışlarsa daha hata fark edilmeden ve kimseyi etkilemesine fırsat vermeden bu manevrayı yapabilirler. Vizyon aynı zamanda neredeyse telepatik bir his kabiliyetini de beraberinde getirir. Bu sebepten; böylesine kuvvetli algılama, yorumlama ve uygulama güçleri olmayan kişilerin ne sınıfları, ne kitleleri, ne de milletleri yönetmeye ve yönlendirmeye yetkileri olmamalı.

Yanlış yolda hızla kaybolmak

Didero’nun sözünde tarifi yapılan tarz insanlar, ne yazık ki; yanlış yola girdiklerini fark etmedikleri gibi, aksine o yanlış yolun sonundaki tehlikeye bir an önce ulaşmak üzere bir inat sarhoşluğunda yol almaya devam ederler. Aslında yolun sonundaki sis görülmeye, kötü kokular duyulmaya ve yaşanacakların çığlıkları şimdiden kulaklara gelmeye başlamıştır ama bu ego sarhoşluğu öyle bir şeydir ki; gözler görmez, kulaklar duymaz olur.

Böyle bir kişilik örneğini yıllar önce tanıdığım bir iş adamının kimliğinde yakından görmüştüm. Tatmin bulmayan egosu, narsisizm, sarkazm, yalan, riya ile bambaşka boyutlara çıkmıştı. Kötü, acımasız, zalim, kendini beğenmiş tabiatı ile ele geçirdiği gücü bu huylarını daha da kuvvetlendirmek üzere kullanırken kendi öz ailesini, yönetiminde çalışanları, şirketin ortaklarını öyle acılar, öyle sıkıntı dolu bir yola sokmuştu ki; o günlerde onun hakkında “Nasıl biridir?” diye sorduklarında cevabım şu olmuştu: “Dante’nin yedi kat cehenneminin her bir katındaki kötülükten ve aşağılıktan nasibini almış biri, şeytanın yeryüzündeki eşidir.” Bu tarz yorumu da hayatımda başka hiç kimse için yapmış değilim.

Devamını Oku

Sarı Turuncu sonbahar kokan kitaplar

21 Kasım 2015

Hem eş, hem sevgili olan, kimileri çocuk da doğuran bu kadınlar aşkı da, mesleklerini yaşadıkları gibi tutkuyla yaşamışlar. Erkekleri, seksi, adrenalin ve macerayı, tehlikeyi, zeka oyunlarını, hatta harbi çok sevmişler.

Kitap seçimlerim mevsimin renklerinden, kokularından etkileniyor olmalı ki, yine sarı turuncu kitaplar seçmişim okumak için. Kapaklarından bahsetmiyorum kitapların, içerikleri sarı turuncu, kokuları sonbahar. Benim, insanlarla olduğu gibi, objelerle de böyle; renk, zaman dilimi, koku üzerine sınıflandırmalarım vardır. Bugün, yeni okumuş olduğum ve masamda okunmayı bekleyen aynen bu tarife uygun sonbahar kokan kitapları paylaşacağım sizinle. Bahçeyi sarıdan kızıla, kahverengiye bir renk yelpazesi içinde kaplayan yapraklar savrulup gittiğinde, ağaçlar soyunup uykuya yattıklarında da kış kitapları gelip, sırasını alacak hayatımda.

Yeni okumayı bitirdiğim kitaplara tanışıklık duygusuyla ve sayfalarında buluşmamız için karşılıklı sabırsızlıkla bekleştiklerimize de heyecanla bakıyorum. Benim için yeni bir kitabın kapağını açmak ve sihirli dünyasında kaybolmak üzere yolculuğa çıkmak çok küçüklüğümden, daha okuma-yazma bilmediğim zamanlardan bende yer etmiş bir duygu. Kitaba karşı bu heyecanı hiç kaybetmedim bugüne dek.

Bu kitaplardan ilki, hikâyesini sizinle geçenlerde paylaşmış olduğum; Maxim Gorki’nin de senelerce hem resmî tercümanlığını yapıp, hem de sevgilisi olmuş Mura’nın hakkında yazılmış bir diğer kitap. Diğer ikisi de isimleri farklı, hayatları farklı ama ortak noktaları ajanlık olan diğer iki kadının hayatını anlatıyor. Yıllar içinde gizli arşivlerin açılması veya kahramanı bizzat tanımış olan kişilerin anılarının daha rahat paylaşılması sayesinde, belli bir tarihten önce çok gizli yaşanan bu hayatlar artık bize çok daha yakın. Arşivlerin açılması, gizliliklerin büyük bir kısmının ortadan kalkması, bu esrarengiz ve tehlikeli hayatların sahiplerini daha sıcak bir duyguyla, kişisel özellikleri ve insanî yönleriyle de tanımamızı sağlıyor. Oysa, bu gizemli insanların çoğu yaşarken ve daha sonra da uzun müddet en yakınları tarafından dahi bilinmeyeek şekilde esrarengiz hayatlara sahipler.

KIan Fleming’in ‘Miss Moneypenny’ karakterine hayat verdiği söylenen Vera Atkins, II. Dünya Harbi’nde İngiltere’nin ‘Özel Operasyonlar’ının başına kadar yükselmiş ve Nazi işgâline karşı direnişi organize etmiş bir kadın. Alman işgâli esnasında Fransa’ya sızdırılan dört yüzden fazla erkekli, kadınlı genç ajanın seçilip yetiştirilmesinde ve yönlendirilmesinde başrol oyuncusu. 1945’te harp bittiğinde de, düşman hatları gerisinde kaybolmuş ajanlarının akıbetlerini öğrenmek ve ortaya çıkarmak üzere gizli çalışmalarına devam ediyor.

Polonyalı bir aristokratın ve çok zengin Yahudi bir annenin kızı olarak dünyaya gelen Christine Granville ise savaşın patlamasıyla birlikte İngiltere’ye kaçtığında istihbarat teşkilâtınca görevlendirilen ve arka arkaya birbirinden tehlikeli gizli görevlerle yükselen bir başka kadın casus. Cesareti, ataklığı ve kıvrak zekâsıyla, sevgililerinden biri olan diğer bir ajan da dahil olmak üzere hem kendinin, hem diğer casus arkadaşlarının hayatını defalarla Gestapo’nun infazından kurtarabilmiş. Ne enteresandır ki; ölümü yine bir başka meslektaşının, saplantılı bir gizli ajanın elinden olmuş. Harbin en acımasız ölüm yolculuklarından kurtulabildiği halde sulh zamanı, 1952’de Londra’nın South Kensington bölgesinde bir otel odasında bir devir âşığı olduğu erkek tarafından, mektuplarını iade etmediği için hayatına bıçak darbeleriyle son verilmiş. Hayatına mâlolan mektupları eski sevgilisi katiline kendisinin söylediği gibi gerçekten yakmış mıydı, yoksa saklamış veya bir başkasına saklanmak üzere vermiş miydi, bu bilinmiyor. Ama ölümüne sebep olacak kadar önemli oldukları bir gerçek.

Bu kadınların harp esnasında gizli görevleri dolayısıyla dolaştıkları ülkelere, aştıkları sınırlara baktığınız zaman, cesaretlerinin boyutunu harita üzerinde çok daha net görebiliyorsunuz.

Ayrıca, böylesine tehlikeli boyutlarda çalışan gizli ajanların kendi halinde, sessiz, içine kapanık insanlar olmasını, dikkat çekmeyecek kimliklerde yaşamış olmasını beklersiniz, değil mi? Ama, bu kadınların hiç biri öyle değil. Hepsi karizmatik, cesaretleri, ataklıkları ve olağanüstü etkileme güçleri, cazibeleriyle her girdikleri yerde, her sohbetlerinde dikkatleri üzerlerinde toplayan ve hayranlık uyandıran ve dimağlara nakşolan kadınlar. Ayrıca dişiliklerini de doya doya yaşamışlar. Hepsinin, sadece görevlerini yerine getirmek maksadıyla beraber oldukları değil, yürekten sevdikleri, âşık oldukları ve hâtta bir çoğunun da onları kurtarmak uğruna kendi hayatlarını tehlikeye attıkları erkekleri var.

Devamını Oku

Bazı kadınlar...

15 Kasım 2015

Beni takip eden okurlarım çok iyi bilirler; özellikle günümüz Türkiye’sinin sürüklendiği düzen anlayışında kadın kimliğinin, kişiliğinin yok edilmek çabasına karşı nasıl tavrım olduğunu. İster sosyal baskı, ister gelenek-görenek, ister din kisvesi altında olsun, hiç bir sebeple kadının yok sayılmasına, aşağılanmasına, toplumun cüzzamlısı gibi yaşamın perde arkasına atılmasına kabul gösteremem. Babanın sahipliğinden, bir başka erkeğin sahipliğine devredilmesini kadının yuvadan uçup evlenmesi değil, esir olarak sahip değiştirmesi diye görürüm. Kendi bedeni, ruhu, yüreği, hayâlleri, seçimleri üzerinde kadının tek söz sahibi olmasının, kendine ait, kendine sahip kalmasının en tabi hakkı olduğuna inanırım. Bu konuda çok yazdım, çok konuştum. Amma velâkin, bazen öyle kadınları duyuyor, öyle kadınları uzaktan veya yakından tanıyorum ki; “İyi ki erkek değilim.” diyorum. Aynı zamanda da o kadınlarla aynı cinsin temsilcisi olmaktan utanç duyuyorum.

Yıllar önce, İzmir’de bir okul arkadaşıma rastlamış ve daveti üzerine evinde ziyaretine gitmiştim. Ben çalışıyordum, arkadaşım ev hanımı olmaya karar vermişti. Hiç kimsenin özel hayatını, kendisi anlatmadığı takdirde merak edip sormam. Yardımcı olabileceğim bir konuda benden destek istenirse başka. Onun dışında kişinin özelini paylaştıktan sonra anlattığına pişman olabileceği ve bu sebepten dostlukların zedelenebileceğine inanırım. İşte bu kadar özele saygılı ve dedikoduculuktan çok uzak bir insan olmama rağmen, o gün arkadaşımın hiç de benim hatırladığım gibi dürüst bir insan olmadığını öğrendim ve çok üzüldüm.

Eşe yalan söylemek

Arkadaşım büyük bir iftiharla anlattığı üzere; kocasına aslında harcamadığı mutfak masrafını gösteriyor ve gizliden gizliye kendisine altın biriktiriyordu. Üstelik kocası tüm maaşını getirip karısına veren erkeklerdendi. Arkadaşımın yaptığı benim anlayışıma göre çok ahlâksızca bir davranıştı. Hele hele böbürlenerek anlatması daha da ağrıma gitmişti. O ziyaretimden sonra kendisini bir daha görmek istemedim. Benim kadınlık gururumu rencide etmişti o kadın. Henüz yirmi iki yaşındaydık o zaman. Aradan yıllar geçti. Şimdi herhalde epeyi bir altını olmuştur.

Sonra ejnebi bir hanım tanıdım. Türk bir erkekle, lâf ola yürüyen bir beraberlikleri vardı. Bir gün kocası evliliklerini bitirmeye karar verdiğinde, hanım, burnundan fitil fitil getirmek üzere elinden geleni ardına koymadı. Tazminat olarak talep ettiği onlarca madde arasında bir de ev için yapmış olduğu masrafları gösteren uzun bir liste vardı. Hiç çalışmadığı, eve maddi bir katkısı olmadığı halde bu listenin nasıl oluştuğunu merak etti erkek. Çok basitti cevap. Evli oldukları süre içinde kadın evin masrafları için eşinin verdiği paraları kendi adına açtırdığı banka hesabına yatırmış, sonra masrafları da o hesaptan kendi imzasıyla yazılan çeklerle ödemişti. Avukatının bile aklı durmuştu yıllardır hazırlanan bu komploya.

Sadece kocasını kazıklayan değil, hem kocasını, hem sevgilisini aynı anda kazıklayan kadın da biliyorum. Bu kadın öyle tek tük altınla değil, daha büyük oynayanlardandı. Aynı pırlanta yüzüğü, aynı kürkü hem kocasına, hem âşığına aldırıp, sonra birinin parasını nakte çevirirdi.

Eşiyle ayrıldıktan sonra, sırf onun hayatını kâbusa çevirmek üzere yaşayan ve bu sebepten kendi karşısına çıkan mutlu olma, yeniden bir yuva kurma şansını bile geri tepen kadın değil, kadınlar tanıdım. Hani derler ya; “Benim bir gözümü alsınlar, yeter ki onun iki gözünü alsınlar.” diye, öyle çalışır bu kadınların kafaları. Erkek onlara yâr olmadı ya, yediklerinde, içtiklerinde, soluduklarında kin vardır hep, nefret vardır. Hesaplaşmaları bitmez, bitemez bir türlü. Çocukları varsa arada, onları da kullanmaktan çekinmezler. Çocukların o küçücük, saf beyinlerini babaya düşmanlıkla beslerler. Kafalarında oluşmuş mağduriyet fikri hiç bitmez bu kadınların, hiç iyileşmez. Bu eziklik duygusunu çocuklarına da aşılamaya uğraşırlar. O miniklere nasıl kötülük yaptıklarını anlamaz, onların ileride nasıl ikilemlerle ne kadar üzüntü yaşayacaklarını göremezler. Çünkü bitmeyen hiddet, kin, ödeşme arzusu kıskacından kurtulamazlar.

Devamını Oku