Ben büyürken bayramlar...

17 Temmuz 2015

Ben büyürken bayramlar daha çok insan için bayramdı. İhtiyaçta olanlar, imkânları daha iyi olanlar tarafından muhakkak kollanırdı. Muhakkak mutfaklarına erzak sağlanır, çocuklarına ayakkabıları alınırdı. Onlar da etin, çikolatanın, şekerlemenin tadını alırlardı bayramlarda. Ama yardımı yapanlar ortada görünmez, çığırtkanlık yapıp kendilerini ilân etmezlerdi. Yardımlar bir günah kadar saklı tutulurdu. Aksini yapmak ayıptı. Sadece ayıp değil, günah kabul edilirdi.

Ben büyürken bayram günleri herkes için aynı sayıda günlerdi. Kimine üç buçuk, kimine on üç buçuk gün değildi. Toplumun orta sınıfı yok olmaya ve zenginle fakirin arasındaki uçurum açılmaya başladığından beri, fakirin karnının gittikçe daha çok guruldadığı bayram günleri, varlıklılar için başından geriye çekilip sonundan ileriye uzatılan âdeta festivâl tatilleri olmaya başladı. Fakir, çocuğuna boynu bükük ev tatili yaşatırken, zengin gittikçe daha masraflı tatil yapmaya başladı.

Ben büyürken ramazanlarda zengin zengini doyurmazdı. Bir keresinde, iki varlıklı komşumuz bir diğerine kurban butu göndermişti de mahalleli “Kurbanı tamamladılar hergelele.” diye uzun zaman dalga geçmişti.

Ben büyürken çocuklar komşuların evine bayram tebriğine gider, el öperlerdi. Evsahipleri de ya çikolata, ya da içinde para sarılı mendil hediye ederdi çocuklara. Erkek çocuklar için pötikare desenli veya sadece çevresi renkli biyeli, kız çocukları için de çiçek desenli veya bir köşesinde işlemesi olan mendiller vardı. Mendil çeşidi de, içine konan para miktarı da eli öpülen büyüğün maddi imkânına veya gönlünün zenginliğine bağlıydı. Ben büyürken, aileler korkmadan çocuklarını mahallesinde bayram ziyaretlerine yollayabilirdi. Çünkü bilirlerdi ki; kendilerinin göremediği noktada bir komşu çocuğunu gözlemektedir.

Ben büyürken, öyle sırf mevsim değişti, moda oldu diye kıyafet alışverişi yapılmazdı. Bayramlar beklenirdi, eksikleri tamamlamak, arzu edilenleri sahiplenmek için. Çocuklar onun için çok severdi bayramları. O çok beklenen bir çift yeni ayakkabı, elbise bayram öncesi alınırdı çünkü. Gıcır gıcır ayakkabılar başucuna konulup, bayram sabahı beraber uyanılırdı. Ben büyürken bayramlar bana çok eğlenceli gelirdi. Aynı komşuların bayramlaşmayı bir ziyarette bitirmeyip, ertesi gün de diğerinin evine gidilmesi ve aynı şeylerin konuşulmasını çok komik bulurdum.

Kahkaha dolu bayram sofraları

İstanbul’a dönüşümüzden sonra ise bayramların bir başka yüzünü tanıdım. Aile büyüklerimiz sırasıyla ziyaret ediliyordu. Biz Nişantaşı’nda oturuyorduk. Anneannem Ortaköy’de, halam Kadıköy Bahariye’de, büyük teyzem Çekmece’de... Hacı Bekir’den alınan şekerleme, çikolata kutuları elimizde Allah’ın bir günü oraya, ertesi günü diğerine... Bayramlar yolda geçiyordu. Köprü falan yok. Vapur, dolmuş, otobüs, onların ulaşamadığı yerde bazen taksi, bazen tabanvay, git de git. Akrabalarımızda oturduğumuz süreden ziyade yolda geçerdi vakit. En çok babacığım muzdaripti ziyaret külfetinden. Görevi gereği zamanının çoğu yollarda, yolculuklarda geçtiğinden bayramlarda şöyle bir yayılıp evinin tadını çıkarmak isterdi ama olamazdı, o da katlanırdı. İstanbul’a dönüşümüzden bir kaç sene sonra annem de şikâyet etmeye başladı. Gönlümüzün çektiği zaman akrabalarımıza gitmek keyifti de, ille de beklendiğimiz için o bayram trafiğinde, bayramın yazı, kışı demeden yollara dökülmek ağır geliyordu ama yapacak bir şey yoktu. Günün sonunda eve ne kadar yorgun dönülse de anneciğimle, babacığım, geleneksel bayram kutlamalarının yanı sıra kendi aile alışkanlıklarıyla bayrama ayrı bir renk katarlardı. Akşamları muhakkak masamızda yakın dostlarını ve biz çocukları buluşturdukları ve kadehlerini kaldırıp bayramlaştıkları, kahkaha dolu yemekler tertiplerlerdi. Ben bayramı o masaların keyfinden severdim, bir de yeni ayakkabılarımı eskitmeden giyebildiğim için.

Herkesin karnının doyduğu, yarına umutla baktığı bayramlara...

Devamını Oku

Küçük Efe’nin uzayı

11 Temmuz 2015

Bu sabah sevgili Maria Dimitrova Kılıçlıoğlu Baraz’ın paylaştığı bir mesajda yetişkinlerin resim algılamasıyla ilgili bir örnek vardı. Bir fil resminin altında aslında fili yutmuş bir boğa yılanının resmini şapka olarak algılayan bir bakıştan bahsediliyordu. Bir deneme yapılsa, eminim yüz yetişkinden doksanı, belki de daha fazlası o çizimde bir şapka görecektir. Ama aynı resmi yüz çocuğa gösterseniz size doğru cevabı verecek olanların oranı tam aksine, doksanın üzerinde olacaktır. Bu çok basit bir örnek belki ama çocukların saf, henüz katkı maddeleri ve elemanlarıyla çarpıtılmamış, duyguları, hayâlleri örselenmemiş yaşamında, yetişkinler tarafından görülmeyen bir dünyaları ve detayları görme yeteneğini ispatı açısından çok önemli.

Yirmi beş sene dört on yaş grubu çocuklara resim dersi verirken, onları belli bir kalıba yönlendirmekten hep uzak durdum. Zira her birini ayrı ayrı dinleyip izlediğim zaman kendi kimliklerinin ifadesi olan o kadar mucizevi çizim ve renklendirme yorumları keşfediyordum ki; ben onlara sanatın ipuçlarını verirken, onlar da beni yepyeni naif ama sağlam öğretilerle besliyorlardı. Hiç bir zaman sınıf dersi uygulamadım. Zaten küçücük yaştan itibaren her gittikleri yerde, yuvada, okulda, oyun alanlarında bile rekabetle karşılaşan ve o minicik zaman dilimindeki hayatlarını mücadelesiz geçiremeyen küçüklerime sadece kendilerine ait hisssettikleri ve kendilerini buldukları bir dünya yaratmaları ve bir diğerine benzemek veya onu taklit etmek zorunda kalmadan iç dünyalarını sanata aktarmaları için fırsat vermeye inandım. Aynı derste kaç kişi olurlarsa olsunlar, her biriyle ayrı ayrı, nefeslerindeki heyecanı, mimiklerindeki değişkenliği izleyerek ve resimlerindeki hikâyeyi dinleyerek çalışmak benden ne kadar enerji alıyorsa, katlanarak bana geriye dönüyordu. Her dersten sonra içimde tazelenen çocukluğum ve çocukluğun sahip olduğu o net, riyasız, abartısız dünya görüşü beni benden alıyordu keyiften.

Hala içimde ölmeyen çocuk hatta çocuklar olmasının nedeni...

Bugün hâlâ içimde ölmeyen çocuk, hâtta çocuklar varsa, bir önemli sebebi de yirmi beş sene boyunca atölyemden gelmiş geçmiş yüzü aşkın miniğin bende hatıra bıraktıkları o müthiş öğretidir.

Maria’nın satırlarını okurken hemen aklıma talebelerimden küçük Efe’nin hikâyesi geldi az önce. Efe, henüz dört yaşındaydı o zaman. Büyümüş de küçülmüş ciddiyetinde ama neşeli, çok akıllı ve yetenekli bir talebemdi. Hiç konuşmadan, büyük bir konsantrasyonla resim yapardı. Çizimlerindeki detaylar inanılmazdı. Bir gün uzay resmi yapmak istediğini söyledi. Ona sözlü olarak bir kaç ipucu verdim ve izlemeye başladım. Sanki uzaya çıkmış da fotoğraf çekmiş gibi dört yaş için müthiş bir incelikle harika bir tablo yaptı. Renklendirmeye geçtiği zaman iç dünyasının zenginliğini, hayâl gücünü görmemek mümkün değildi. Resim Efe’nin kendisiydi aslında... Enerjik, olgun, sabırlı, izlenimci, detaycı... Bitirdiğinde alkışlayarak kendisini tebrik ettim ama o ne? Birden en kalın fırçayı eline alıp siyah boyaya daldırdı ve o güzelim resmin üzerinden geçip tüm sayfayı kapladı. Öğrencilerimin kendi hayâl gücü ve kararlarıyla yaptıklarını durdurmayı sevmediğim için bekledim ama yüzümde kocaman bir hayret ifadesi oluşmuştu. Efe resminin tamamını siyahla kapladıktan sonra fırçasını bıraktı ve arkasına dayanıp “Bitti.” dedi. Ben az önce hayran olduğum sanat eserinin yok olmasından üzgün, sanırım ses tonumdan da anlaşılacağı şekilde, “Efe’ciğim, ne kadar güzeldi resmin. Neden üzerini kapadın? O kadar uğraşıp yaptığın o harika uzay resminden hiç bir şeey görünmüyor artık.” dedim. Ne dese beğenirsiniz?

“Yoo, uzay hâlâ burada. Sadece uzayın hiç ışık almadığı bir zaman geldi.”

Evet, Efe için siyahlığın ardındaki uzay yaşamaya ve ona görünmeye devam ediyordu. Sadece üzerine bir perde inmişti.

Devamını Oku

Anıların dayanılmaz ağırlığı

4 Temmuz 2015

Yeni romanımın yeni bölümünü yazmak üzere masamda yayılmış mektupların, telgraf kâğıtlarının, fotoğrafların arasında aslında bana ait olmayan anıların ağırlığı altındayım... Ülkemizin basiretsizlik ve kifayetsizlik örneği siyasetini izlemekten yorgun, bıkkın, ne zamandır yazmakta olduğum hikâyenin acılarını, ıstıraplarını, hüzünlerini yaşamayı tercih ettim ve kahramanlarımın dünyasına döndüm yine. Ara sıra, her ne kadar yılmasam da, sorumlu bir vatandaş ve sanatçı olmanın duyarlılığının ülkemde pozitife bir değişiklik yaratamayacağı çaresizliğini hissetmiyor değilim. Böyle zamanlarda roman yazmak benim en mükemmel kaçışım ve tedavim oluyor. Bitmiş, geçmiş zamanların, tarihe gömülmüş devir ve karakterlerin dünyasına yaptığım yolculuklar; keyifli, huzurlu iseler rahatlatıyor, hicran ve trajediyle yoğrulmuşlarsa kendi zamanım ve ülkem adına şükran hissi ile teselli yaratıyor, “Beterin de beteri var. Allah beterinden korusun.” dedirtiyor. Zaten zorluklar, yıkımlar karşısında en büyük direnç kaynağım hep kendi aile geçmişimin hikâyeleri ve ceddimin çok daha korkunç ve zor yıkımlarda, kaotik ve trajik durumlarda sarsılmaz vakur dayanıklılığı olmuştur. İşte, şimdi yine benzeri bir duygu ihtiyacında, sahiplerinin her birinin çok uzun zaman önce bu dünyadan göçtüğü bir yaşanmışlığın şahidi ve delili olan evraklarla yolculuktayım.

Kahramanlarımdan birinin 1916 yılında sahiplendiği kahverengi timsah derisi kaplı bir kutunun içindekilerle konuşmaktayım nice zamandır. Daha doğrusu onları dinlemekteyim, merakla, heyecanla, bazen gülümseyerek, bazen gözyaşıyla...

Romanımın satırlarında kadın kahramanımın hatıralarını sakladığı kutuyu açtığını yazarken masamın üzerindeki kutu da kendiliğinden açıveriyor kapağını. Ortalığa gizemli bir masal zamanın aşk ve hasret kokusu yayılıyor. Henüz on sekizinde taze gelin Barones Valentine’in kocası topçu yüzbaşısı yakışıklı Baron Konstantine Clodt von Jurgenzburg ile yazışmaları karşıma çıkıyor. Kahramanlarımın bu mektupları yazarken ve aldıklarında okurlarken benim şu anda bildiğim kaderden ne kadar bî haber olduklarını düşünüyorum da bilmem kaçıncı kez onların hayatlarına bu kadar derinden vâkıf olmamın kaderin o bilinmez yolculuklarından biri olduğuna bir kez daha inanıyorum.

Bolşevik İhtilâli’nin ve 1. Dünya Harbi’nin birbirine kaynayan kaosu içinde...

Bolşevik İhtilâli’nin ve 1. Dünya Harbinin birbirine kaynayan kaosu içinde Kırım’ın Alupka’sında bir pansiyona sığınan Barones Valentine ile yine Kırım’ın Cankoy’unda birliğinde cepheye çağrılmayı bekleyen kocası arasındaki yazışmalar âşık, genç çiftin her doğan gün o gün buluşabilecekleri ümidiyle mesajlaşmalarını ve bir diğerine olan hasret ve sevgilerini dile getirirken, yokluk, hastalık, sadece bir adım ötedeki ölüme inat nasıl bir umutla ve hayâllerle yaşadıklarını okumak hayata ait dersleri sessizce, mürekkep lekeleri arasında vermeye devam ediyor. Mektuplarından birinde; “... süt ve hamurla besleniyorum” diyor Baron Clodt,

Igor Severean yüzyılın başında Rusya’da ‘Dekadans’ akımına bağlı popüler bir şair ve 1. Dünya Savaşı’nın en kanlı günlerinde bile hayata, umuda dar yazdığı şiirler sebebiyle çok eleştirilmiş. Ama genç baronun mektuplarından öyle anlaşılıyor ki; ölümün nefesi ensesindeyken dahi onu hayata bağlı tutan iki şey var; biri cephenin uzağındaki aşkı; karısı Valentine, diğeri barınakta avucunda tutup okuyabildiği şiir kitabındaki yaşamı çağrıştıran dizeler.

Elimin altındaki eski zaman kokulu kutuya bakıyorum ve neler değişti diye soruyorum: Neredeyse hiç bir şey. Savaş, vahşet, tatminsiz, doyumsuz devlet adamları, arsız politikacılar, milletini esir alan veya esir vermeye hazır siyasetçiler, “Kan! Savaş!” çığırtkanları ve hâlâ güzel ve sade kalan şeyleri anlatıp yaşamı hatırlatmaya çalışanlar... Nitekim Igor Severean’ı kan gölünün ortasında niye kan yazmıyor diye eleştirenlerin benzerleri bugün de yaşamakta. “Bunca ölüm, vahşet varken nasıl hâlâ sevgiden, aşktan söz edersin?” diyenleri duymadım değil bugüne dek. Bunları düşünürken kutunun en dibindeki ipek mendili açıyorum. İçinden Rus Çarlığı’nın Melitopol’daki 1. Tank Bölüğü, 3. Birlik’inden Yüzbaşı Baron Clodt’un dağılmış apoleti, üniformasından üzerinde yer yer çamurlar kurumuş parçalar, topçu birliğinin arması, isminin baş harfleri ve Çarlık kartalıyla işlenmiş mineli brövesi, kokartları...

Devamını Oku

Gazetenin milletimiz için anlamı

27 Haziran 2015

Türkiye’mizde neden gazete okunmadığının muhtelif sebepleri sayılır, yorumlar yapılır, tartışılır ve bugüne dek bu konudaki eksikliğimize bir çare bulunamamıştır. Ancak, geçen gün face sayfasında paylaşılan bir liste aslında gazetenin ülkemizdeki işlevselliğini açıklaması yönünden teselli (!) edici geldi. Yani, okumak için değilse bile, gazete en azından başka kullanım şekilleriyle hayatımızın içinde. Bakın, gazeteyi okuyalım, okumayalım nasıl da hayatımıza alıp içselleştirmişiz. Yani, gazeteden öte bir anlam kazanmış bizler için. Aşağıdaki listeyi okurken belki kendi bildiklerinizi de ekleyip milletçe gazete kullanımındaki yaratıcılığımızı zenginleştirebilirsiniz.

Sofra örtüsü, sinek avlayıcısı, baca tıkayıcısı, mutfak rafı örtüsü, uçurtma kuyruğu, çekirdek, kestane v.s. külâhı, ölümlü trafik kazasında örtü, tribün yastığı, kuş kafesine, çöp kovasına altlık, yelpaze, araba paspası, elbise patronu, yeni hanım çantası içine dolgu malzemesi, badana, boya işlerinde zemin koruyucu olarak - şapka / gemi v.s. oyuncak yapımında, cam silmede, pilâv demlemede, kırılacak eşya sarmada, kedi- köpek terbiyesinde, soba, şömine tutuşturmada, ayakkabı sıkarsa topuğu yükseltme, bol gelirse dolgu yapmakta, kanı durdurmada, soğuktan korunmak üzere iç gömleği niyetine...

Bu kullanımlara baktığınızda halkımızın gazete ile ilgisiz olduğunu söylemek haksızlık gibi… Gazeteyle bu kadar iç içe yaşayan bir millet elbet bir ucundan bir şeyler de okuyor olmalı değil mi?

Ben şahsen, halen daha eski sandıklardan, kitap aralarından çıkan gazete sayfalarını, kaç yıllık olursa olsun, sanki taze haberler alacakmışım gibi dikkatle baştan sona okurum. Bilip unuttuklarımı hatırlamak, zamanında gözümden kaçmış olanları geç de olsa öğrenmek bana büyük keyif verir.

İki gazete sayfası ve bir casusluk hikâyesi

Gazetenin Türk insanı için faydaları arasında soğuğa karşı korunma maddesini yazarken birden çok ilginç bir karakter ve onun ilginç bir hikâyesi aklıma geldi. Yıllar önce Nuri Arleses isminde sporcu, sanat düşkünü, entelektüel birini tanımıştım. Yalnız yaşayan, az ve öz konuşan, nevrotik bir görüntüsü olan kendine münhasır bu bey ben tanıdığımda ilerlemiş yaşına rağmen, spora, özellikle sıkı ve disiplinli yürüyüşe düşkünlüğü sebebiyle tığ gibi ince ve çevikti. Kendisinin bir çok enteresan hikâyesi arasından bu konuyla ilgisi dolayısıyla sıyrılan olayı paylaşmak istedim: Nuri Bey, 70’li yıllarda bir yaz sabahı, daha güneş doğmadan Ankara’ya yürümek üzere yola çıkar. Sabahın o ilk saatlerinde çiğ ve rutubete karşı korunmak üzere atletinin altından, sırtına ve göğsüne gazete kâğıdı yerleştirir. Tabii, bir müddet sonra hava ısınmaya başlar. Nuri Bey önce anorağını, sonra gömleğini çıkarır. Bir müddet sonra atlet de fazla gelir. Gazete kâğıtlarıyla beraber ondan da kurtulur ve yürüyüşüne devam eder.

Ondan başka Allah’ın bir tek yaya kulunun olmadığı şehirlerarası yolda vızır vızır yanından geçen, karşıdan gelen kamyonlar, otobüsler ve arabaların yanından ilerler. Derken, şimdi neresi olduğunu hatırlamadığım bir yerde kendisini jandarmalar durdurur. Otobanda ne yaptığını, nereden gelip nereye gittiğini sorarlar. Nuri Bey, pür ciddiyetle, spor için İstanbul’dan Ankara’ya yürümekte olduğunu söyler ama cevaplarını kendine has, müdanasız üslubuyla vermesi bir yana, genç jandarmalara dedeleri yaşındaki adamın söyledikleri hiç inandırıcı gelmez. Kaldı ki, o ne? Vücudunda muhtelif siyah baskılı harfler ve işaretler vardır. Belli ki; bir yerden bir yere, üzerinde mesaj taşımaktadır. Nuri Bey, yaka paça casusluk suçlaması ile karakola götürülür. Zavallı, tanıdıklarına ulaşıp, kimliğini doğrulayana ve üşümemek için kullandığı gazetelerin mürekkebinin hava ısınınca terlediğinden derisine çıktığını anlatana kadar akla karayı seçer. Sonra ne mi olur? Casus olmadığına, sadece dede yaşında İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen bir “deli” olduğuna karar verilip serbest bırakılır ve Nuri Arleses kaldığı yerden yürüyüşüne devam eder. Mekânı Cennet olsun Nuri Bey’in. Tanıdığım en renkli insanlardan biriydi.

Devamını Oku

Fatih Sultan Mehmet’in bedduası

20 Haziran 2015

Öğrencisi olmak şerefine erdiğim rahmetli ve çok kıymetli hocam Ord. Prof. Süheyl Ünver’in ‘İstanbul Risaleleri’ adlı kitabından bir alıntı muhtelif aralarla duyarlı köşe yazarları, şehir planlamacıları tarafından kamuoyunun dikkatine sunulmakta. Ama belli ki; okuması gereken gözler okumuyor, duyması gereken kulaklar duymuyor, İstanbul’umuzun hali bin bir perişanlığa sürüklenmeye devam ediyor. Bir şey değiştireceğine inandığımdan değil ama bu çorbada benim de tuzum olsun diye bir kere de ben yazıyorum. Haniolur a, bu defa birileri utanır da bir “Dur!” denir yaşanmakta olan ‘URG’lar talanına.

Kıymetli hocamın derlediği söz konusu ‘İstanbul Risaleleri’nin 158. sayfasında şöyle bir tarihçe var:

“Fatih İstanbul’u alıp da alayla Ayasofya önüne geldiği zaman derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi.

Sakalları uzamış, hali perişan bir keşiş bulup getirdiler. Huzura çıkardılar. Korktu, teskin ettiler.

İstanbul Risaleleri kitabındaki hikaye

“Niçin hapsedildin?”diye sordular. Keşiş fala baktığını ve kuşatma hazırlıkları sırasında Konstantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp almayacağını bildirmek için remilatmasını (gaipten haber vermesini) söylediğini, remilde İstanbul’un Türklerin eline geçeceğini söylemesi üzerine de Konstantin’in kızarak onu zindana attırdığını hikâye etti ve “Şimdi karşınızda bulunuyorum, demek ki falım doğru imiş” dedi.

Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remilatmasını ve doğruyu söylerse mükâfatlandırılacağını bildirdi. Keşiş remilattı ve şöylededi:

Devamını Oku

Ölüme dek tutku

13 Haziran 2015

Bir varmış, bir yokmuş, bir zamanlar dünyanın altıda birini kaplayan kocaman bir imparatorluğun varisi çok yakışıklı ve iyi huylu bir prens varmış. Prens çok uzaklardaki bir ülkenin prensesine âşık olmuş ve onunla evlenmiş. Birbirlerini delice bir tutkuyla sevmişler ve dördü kız, beş çocukları olmuş...

Şayet bu cümleler bir masal başlangıcı olarak yazılsaydı sonu da “... ve sonsuza dek çok mutlu yaşamışlar” diye biterdi. Ama bu bir masal değil de gerçek bir hikâye olunca kaderin acımasız yüzünü gösteren bir trajediyle son buldu. Çünkü bu prens ve prenses lânetlenmişlerdi. O müthiş ülkenin imparatoru ve imparatoriçesi olmaları kurtaramadı ne onları, ne çocuklarını. Avrupa ülkelerinin ve İngiltere’nin başında bulunan diğer imparator ve kraliçeler de akrabaları olmalarına rağmen yardım edemediler. Hâtta neredeyse seyirci oldular ölümlerine.

İngiltere Kraliçesi Victoria’nın torunu, Hesse-Darmstad Prensesi Alix, (Alexandra) ilk kez on iki yaşındayken ablası Ella’nın (Elizabeth) Rus İmparatoru III. Alexander’ın erkek kardeşi Sergei ile evlenmesi dolayısıyla Rusya’ya düğüne geldiğinde henüz on iki yaşındadır ve ilk kez tanıştığı yakışıklı Rus prensi Nicky (Nicholas) ise on altı. Çocuksu bir hayranlık ve sevgiyle başlayan bu tanışıklık Alix’in memleketine dönmesiyle beraber ardı kesilmeyen samimi, sıcak mektuplaşmalarla devam eder. 1889 Yılında Alix tekrar St. Ptersburg’a ablası Ella’nın yanında bir kış geçirmeye geldiğinde artık on yedi yaşındadır. Yirmi yaşındaki Nicky bu kez sırılsıklam âşıktır genç kıza.

Asalet, varlık, ünvan

Andrei Maylunas ve Sergei Mironenko’nun yıllar süren titiz arşiv çalışması ile bir araya getirdikleri yüzlerce yüzlerce hatıra defteri sayfasından ve mektuplardan oluşan “A Lifelong Passion” (Ömür Boyu Tutku) kitabı genç prens ile prensesin tanıştıkları günden trajik ölümlerine kadar anı defterlerine düştükleri notlar, birbirlerine gönderdikleri mektuplar tarih sırasına göre birleştirilerek, onların saltanat, şatafat günlerinden kaosa, ihanete ve en nihayet kaçınılmaz sona yolculuklarını bir film şeridi gibi anlatıyor. Asalet, varlık, ünvan, güç temsilcisi genç âşıkların birbirine olan tutkusunu ne imparator imparatoriçe olmaları, ne ardı ardına doğan beş çocuk, ne minik veliahtlarının ölümcül hastalığı, ne ihtilâl, ne ihanetler öldüremiyor. Tam aksine, her zorlukta, her acıda birbirlerine daha çok bağlanıyor, âdeta bir diğeri için hayata asılıyorlar.

Kitap aynı zamanda birebir Romanoflara bağlantılı diğer aristokrat akrabalarını, İngiltere Kraliçesi Victoria’yı, Almanya’nın Kaiser Wilhelm’ini, Çarlığın önemli şahsiyetlerini, Rasputin’in ölümünü bizzat tertip eden Yusupof’u ve aileye bağlı bir çok yakınlarını da kendi kalemlerinden yazılmış günlükler ve mektuplarla öykünün akışını ve eksiksiz anlatımını tamamlamak üzere anlatıma dahil etmiş ve bu kişilerin her birinin bir diğeri hakkında tam olarak bilemeyeceği bir çok detay sanki kuşbakışı bir plânda bir araya getirilerek muazzam bir tempo yakalanmış.

Nicky ve Alix’in birbirlerinden neredeyse hiç ayrılmamalarına rağmen bir diğerini özleyerek yaşamaları ve aynı sarayda birlikte yiyip içmelerine, aynı yatakta yatmalarına rağmen gün içinde birbirlerine sevgi, şefkat, ihtimam kokan mektuplar gönderecek kadar hasret duymaları benim ‘aşk’ anlayışıma o kadar uyuyor ki; kitabı bu kaçıncı okuyuşumda, onların tutkusuna bir kez daha hayran oldum.

Devamını Oku

Çocukluğumun beni çağırdığı zamanlar

6 Haziran 2015

Sanırım içimdeki çocuğun hiç ölmemesi, hâtta hiç yaşlanmamasının sebebi; onunla hâlâ çok sıkı bir dostluk içinde olmamız. Gün geçmiyor ki, çocukluğum bir yerlerden karşıma çıkıp halimi, hatırımı soruyor ve farklı zaman dilimlerinden, farklı yaşlarımdan bana sesleniyor. Çocukluğum bana uğradıkça, kâh neredeyse unutulmaya yüz tutan anılar, kâh simalar, isimler tekrar tazeleniyor hafızamda. Bazen aklıma düşüverenlere yüksek sesle gülüyorum.

Evimizin minikleri bir kez beni kendi kendime gülerken görüp sebebini sormuşlardı ve ben de onlara çocukluğumun dilinden bir anımı anlatmıştım. O kadar eğlenmişlerdi ki; şimdi arada bir “Haydi yine komik çocukluğunu anlat.” diyorlar. Aslında öyle pek de komedi unsuru olacak hikâyelerim yoktur. Çok uslu ve çok titiz bir çocuktum. Minikleri güldüren, zannediyorum ki; benim de arada bir ebeveynlerimin kurallarını göz ardı edip, neticelerini yaşamış olduğumu öğrenmeleri. Herhalde anlattıklarımın içinde, aynı şeyi yaşamış olmasalar dahi kendilerini, kaçamak yapmak isteklerini, yaramazlıklarını buluyorlar ve büyükleri olmama rağmen onlarla çocukluğun dünyasında buluşmamdan büyük keyif alıyorlar.

Şadi Amca ve anılar

Gariptir, şimdi bu satırları yazarken birden çocukluğum bana Şadi Amcayı hatırlattı. Şadi Amca bir akşam dışında hayatımda hiç yeri olmamış biridir. Anne, babamla yakınlığı falan olan biri de değildir ama her nasılsa ismini unutmamışım. Şadi Amca yaşıyor ise onun bizleri ve o akşamı unutmadığından eminim.

Aynı zamanda onun, hayatında bir daha hiç kimsenin çocuğunu alıp gezmelere falan götürmediğinden de eminim. Çünkü annemle teyzem ona öyle bir ders vermişlerdi ki; zavallı belki çocuk sahibi bile olmak istememiş olabilir. Şimdi yıllar yıllar öncesinin bir Balıkesir bayram gününü izliyorum çocukluğumla.

Bizim babamın memuriyeti dolayısıyla Balıkesir’de olduğumuz bir dönem.

Ben dört yaşındayım. İstanbul, Bostancı’da oturan teyzem benden sekiz ay büyük olan kızı İnci’yi alıp bize bayram ziyaretine gelmiş. Babam sık sık çıktığı ekspertiz görevlerinden birinden daha dönmemiş. Annem ve teyzem akşam yemeğini hazırlıyorlar, biz İnci ile oynuyoruz. Kapı çalıyor. Babam erken döndü zannederek heyecanla kapıya koşuyorum. Ama kapıda düzgün giyimli, derli toplu yabancı bir erkek duruyor. Anneme teyzemi soruyor. Meğer eniştemin bir arkadaşıymış.

Eniştem gerçekten teyzemin bir şeye ihtiyacı olup olmadığını mı merak etti yoksa kıskançlıktan kontrol mu etmek istedi, bilemem ama Şadi Amca bir aile dostu olarak eve girdi. Kahvesini içtikten sonra da annelerimizden izin alıp bizi yokuşun altındaki meydanda tertiplenen bayram eğlencelerine götürmek istedi. Annem beni kimseyle, bir yere bırakmazdı hiç ama teyzemin bizim için yabancı olan adamla arkadaşlıklarına istinaden oyunbozanlık yapmadı ve neticede bir saat içinde dönmek üzere bizi bıraktılar.

Devamını Oku

Şansızlık farkında olmadığımız başka bir kazançtır...

30 Mayıs 2015

Hayatın; tesadüflerin getirdiği rastlantılarla mı, yoksa daha önceden bilgimiz dışında plânlanmış bir program dahilinde mi yaşandığına inanırsınız? Belki bunu hiç kurcalamak istememiş olabilirsiniz. Belki her ikisinin de iç içe geçmişliğini tecrübe etmişsinizdir.

Ya da kaderciliğe teslimiyeti kabullenmiş ve kendinizin hiçbir seçim şansı olmadığını kabullenmişsinizdir. Kiminiz “çok şanslı” olduğunuzla gururlanıyorsunuzdur. Kiminiz ise “Allah’ın şanssız, talihsiz kulu” olduğunuzdan yakınıyorsunuzdur. Ne var ki; bunlardan hangisi yaşam felsefemize uyarsa uysun, kesin bir şey var; o da her seçtiğimiz gibi, her seçemediğinizin de bize her daim alternatif yeni seçenekler sunmakta olduğu. Sadece her birimizin bu konudaki farkındalığı aynı olmuyor. Hâtta kimimiz hiç farkında değil.

Kazandığımıza veya şansımızdan dolayı sahiplendiğimize inandığımız her gelişme, her imkân nasıl yeni bir seçenek, yeni bir olanak değerinde karşımıza çıkıyorsa, aynı şekilde; kazanamadığımız, kaybettiğimiz veya bize hak görülmediğine inandığımız ne varsa, henüz farkında olmadığımız yeni tanımlamalara kendi anlamlarıyla gelmesi için yer açıyor...

Ve bu anlamın içinde hiç düşlemediğimiz, hiç hayâlini kurmadığımız, hâtta varlığından dahi haberdar olmadığımız bambaşka seçenekler saklanıyor. Elimizden kaçan her fırsat, kavuşamadığımız her hayâl bize düşlerimizi yenilememiz, bambaşka umutlarla yeni yolculuklara çıkmamız için imkân veriyor.

Kapılar ardına kadar açık değil

Ancak, insanın genel olarak karakterinde negatif süreçlerden sonra bedbinlik, kızgınlık, hayâl kırıklığı, pes etme gibi duygular galip geldiğinden bu imkânları görmüyor, göremiyor. Keza, kişi bir fırsatı gönül rızası ile göz ardı ettiği veya elinin tersiyle ittiği durumlarda farklı yeniliklere açılmakta daha umutlu oluyor da, arzu etmesine rağmen kavuşmaktan ırak kaldıkları moralini bozuyor ve o sırada yanı başında açılmak için bekleyen kapıları sezemiyor.

O kapılar da ardına kadar açık olmuyor tabii ki. Onların kilitleri de, arzulanmayı, uğruna çaba harcanmayı, sahiplenilmeyi bekliyorlar açılıp ardındaki güzelliklerini göstermek için.

Ama çok insanın bir evvel yaşadığı mağlubiyet yorgunluğundan sonra bu çabaya gücü kalmamış oluyor ve o yeni kapıları açamadan, nerelere gittiğini ve kendisine nasıl dünyalar sunacağını bilemeden yanlarından geçip gidiyor.

Devamını Oku