Kaybeden Türk halkı ve milli beraberliği...

7 Kasım 2015

Geldik Kasım ayına. Devam ediyor kayıplar yaşanmaya. Neleri kaybetmedik ki şu son bir haftada bile? Kimimizin kişisel vedaları oldu, kimileri de milletimiz için büyük kayıplardı uğurladıklarımızın. Kimi fizikî idi kayıplarımızın, kimi manevi. Bir bir tutunduğumuz dallar kırılıp, bizi süsleyen yapraklar kuruyup, uçup gidiyorlar. Uğurladıklarımızdan bazıları benim inandığım şekilde, yaşarken bıraktıkları izleri takip edecek, söylemlerini, düşüncelerini anacak, taşıyacak daha niceleri tarafından yaşatılmaya devam edecekler. Ama bazılarının ölümü toplumda kişisel ve sosyal manevî değerlerin yıpratılmasıyla gerçekleştiğinden, bu gidişlerin dönüşünün çok zor olacağı kanaatindeyim. “Bu son yazdığın nedir?” derseniz, aslında bu kaybı birdenbire yaşamadık. Zaten yıllardır başta hükümetin, politikacıların, siyasilerin, yöneticilerin kâh damardan serum verir gibi ağır ağır uyuşturarak, kâh elektro şok gibi ani ve acılı bir uygulamayla beyinlerimize, ruh hallerimize zerk ettikleri bir süreçten geçmekteydik ve bu artan dozda zehirlenmeyle 1 Kasıma geldik, seçimleri yaşadık ve işte netice:

Kim ne derse desin, Türkiye, top yekûn, bu seçimde kaybetmiştir. Kazananı yoktur bu seçimin. Neden mi? Çünkü bu seçim sonunda halkın sadece partiler arası seçimi belirlenmemiştir. Kimin hükümet olup kimin muhalefette kalacağından daha önemli bir sonuç vardır bu tabloda. O da; halkın, karşılıklı olarak, bir yarısının diğer yarısını tamamen kaybettiğidir. Düşünce ve yaşam tarzı farklılıklarına rağmen bir diğerini anlamaya çalışmak, bir diğerini uzlaşmaya davet etmek çabaları artık tamamen bitmiş görünüyor. Hepsi için geçerli bir şekilde, bir yarı diğerini aptal, kendisini akıllı biliyor. “Lâikler”, “Dinciler,” “Milliyetçiler” tanımlamaları çok zarif ayrımlar. Şimdi kazananlar diğerlerine “kâfir” diyor, “hain - Amerikan Mason uşağı” diyor, diğerleri onlara “yobaz-hain-satılmış”. Bir gruptan “Suudi Arabistan’a gidin siz” diye ses yükselirken, diğeri onlara “Burası İslâm coğrafyası. Defolun. Nasıl da koy..k size” diyor.

Alicenaplık zamanı

Kazananların sosyal medya paylaşımlarına bakıyorsunuz, büyük bir kısmı sanki ellerinde hiç bir gücü olmayan cahil azınlık isyanındalar. Kardeşim sizin oylarınızla gelenler on üç senedir bu ülkeyi yönetiyor, yine kazandınız madem, nedir bu sinir, bu gerginlik, bu saldırgan ve kaba, belden aşağı yorumlar? Bir rahatlasanız artık, bir mutlu olsanız kazandığınızdan, bir inansanız aldığınız oylara da gerginliği bıraksanız. Yarışı, öyle veya böyle, kazanıp da hâlâ mağduru oynamak, bir yandan da böyle kaba mağrurluk olmaz ki. Türkiye’yi inandığınız/inandırıldığınız doğrultuda bir mecraya sürükleyecek partiniz işbaşına geldi madem, şöyle bir nefes alın, arkanıza yaslanın, tadını çıkarın. Mağrurluk değil âlicenaplık oynamak zamanıdır şimdi. Kaybeden partilerin seçmenlerine yüklenmeyin, onlara kin kusmayın. Ne de olsa, diğer partilere oy verenler değil ama, o partilerin yöneticileri sizi taşıdı bugünlere, az destek olmadılar yükselmenize. Vakur, ağırbaşlı, gerçek bir dindar görüşüyle yaklaşın kaybının acısını, milletine karşı hayâl kırıklığı yaşayanlara.

Seçimin ertesi gün şöyle bir mesaj paylaşmıştım face book sayfamda:

AK Parti'ye oy vermeyen arkadaşlarım, lütfen meditasyon ruhuyla artık işinize, gücünüze, inandıklarınızda sebat ve umuda, çalışmaya, üretmeye ve iz bırakmaya devam edin. AK Partili olup sevinenler, siz de lütfen ülkenin yüzde yüzünün değil, yüzde kırk dokuzunun oyuyla kazandığınızı unutmadan, mağrurlaşmadan, savunduğunuz dindarlık anlayışı gereği; sadelik, alçakgönüllülük ve hakkaniyet içinde hayata devam edin. Ben romanıma dönüyorum. Hepiniz sevgiyle kalın.

Yazmak kolay...

Bin beş yüz beğeninin yanısıra bir de sert yorumlar almışım ki, sormayın. Sayısı onu geçmez ama seçimin akıl karmaşasını anlatması açısından bana çok manidar geldi. Kimi; “Dönün, dönün, siz aşk romanı yazmaya dönün. Seçim bitti, işiniz bitti zaten. Size bel bağlayanda hata.”demiş, sanki benim diğer partileri iktidara taşıyacak olan. Bir başkası; “Tabii tuzu kuru olanlar yine vur patlasın, çal oynasın. Yazmak kolay, yaşamak zor olan.” diye ifade etmiş, belli beni hiç tanımamış olarak. Bir diğeri ise, belli hiç okumamış mesajımı,“Sen kâfirsen kâfirliğini bil, çekil git bu Müslüman coğrafyadan.” diye kin kusmuş, benim din anlayışımın ne olduğunu bilmeden, bilse bile onu ilgilendirmezken. Bir hanım kızımız iyice cosmus, “Bu ülke kocasını aldatanları bile unuttu” demiş, ne alâka ise. Benim sayfamda okuyanlar düşünenler vardır diye inandığımdan, gelen meajları anlamaya çalışarak okurum ama bazılarının, ne yapsam olmuyor, boş çıkıyor anlamları.

Devamını Oku

Gorki’nin casus aşkı

31 Ekim 2015

Ülkemizin çok önemli bir dönemeçte kendisi için nasıl bir yaşam tarzı arzu ettiğine dair seçimini yapmakta olduğu bu Pazar gününde seçimin neticelerini beklerken geçen zamana meze olacak bir konu seçtim yazmak için. Gorky ve şaibeli sevgilisi Mura’yı yazdım...

Bugüne dek Gorki ile ilgili okuduğum biyografilerde eksiklik hissederdim. Nina Berberova’nın ‘Moura The Dangereous Life of The Baroness Budberg’ ve Deborah Mc Donald ile Jeremy Dronfield’in ‘A Very Dangereous Woman’ kitaplarını okuduğum zaman Gorki’yi buldum ve Mura’yı tanıdım. Gorki’nin hayatını özel ayrıntılarına kadar veren bu iki kitabın asıl sahibi isimlerinden de belli olacağı gibi Mura. Rus aristokrasisine ve lüks bir hayata gözlerini açan, Kızıl devrimle birlikte kendi güçlerini keşfedip onlarla hayatta kalmayı başarabilen, hakkında anlatılanlara, yazılanlara ve kendisinin anlattıklarına rağmen bir çok sırrıyla beraber ölüp gitmiş çok farklı bir kadın. Gorki’nin tabiriyle “Demir Kadın”. 1892’de doğan Mura diğer Rus çağdaşları gibi; dörtte üçünün mahvının yaşandığı bir neslin kadını. Çarlık döneminin, I’inci Dünya Harbinin, ardından iç harbin yaşattığı kayıplardan sonra kurtulanların da ya etnik sebeplerle, ya da kökenleri ne olursa olsun Ekim Devrimi’ne karşı durdukları için ‘Kızıl Terör’ tarafından yok edildikleri ve Stalin döneminde devrimin en ateşli detekçilerinin, Lenin’le Almanya’dan başlayan ideal birliğine sadık kalmış yoldaşların bile öldürüldükleri bir zaman dilimi bu. Bu gibi süreçleri; devrimin felsefesine inanmış, önemli, saygın, toplumun gözü önünde olan, hâtta varlıklı, paye sahibi isanların daha kolay atlatabileceği, onların sahip oldukları bu ayrıcalıklarla sistemin zulmünden kurtulabileeği sanılır. Tam aksine; Kızıl Devrim’in ardından, devrimi başlatan, yürüten, Çarlık zamanında sürgüne gidip de varını yoğunu devrim davasına harcamış nice askeri, siyasi, politik ismin, nice yazarın, sanatçının sonradan yine devrimin kurbanı olduğu gerçek.

Stalin yılları ise bu kıyımların en acımasızca yapıldığı, sorgusuz, sualsiz, düzmece kumpaslarla hazırlanan suçlamalarla insanların yok edildiği çok vahşi bir dönem. Çok sonradan açılan arşivler, okunabilen anılar, mektuplar gösteriyor ki; hem Moskova’nın gözü önünde olup, hem de hayatını başına gelebileek en az badireyle atlatıp, yatağında eceliyle ölebilmek büyük bir lüksmüş o dönemin Rus vatandaşları için.



Doğumundan ölümüne aldığı isimlerle: Barones Maria Ignatievna Zakrevskaya Benckendorff Budberg üstte HG Wells, Maksim Gorki ve yanda HG Wells birlikte görülüyor.

Devamını Oku

Her şeye rağmen umudu koruyabilmek

24 Ekim 2015

Ne acı bir sonbahar geçmekte ülkemiz için. En sevdiğim mevsim olmasına rağmen, “Haydi artık, geçsin, bitsin de yaşattığı sıkıntıları, kayıpları, acıları, umutsuzlukları, hıyanet ve kırgınlıkları, cenazeleri ve ağıtları geride kalsın, birazcık da olsa teselliye yol alınsın, yeniden umutlar yeşerebilsin, asılmış yüzler, çatılmış kaşlar, buruşmuş alınlar tebessümle aydınlansın” diyorum.

Büyük bir ihtimal bu dilek sadece dilek olmaktan ibaret kalacak. Hani 18 yaşını doldurduğunuzda birden ertesi gün yepyeni bir dünyaya; olgunların, yetişkinlerin dünyasına dahil olacağınızı zannedersiniz de sabah kalktığınızda 19 yaşınızın ilk günü olmasından başka bir farklılık yaşanmadığını görürsünüz ya, işte öyle bir dilek olabilir bu da. Veya her yeni yıla girerken içinizde bir heyecan, bir kıpırdanma olur da yeni yılın hiç bilemediğiniz tatlı sürprizler yaşatacağına dair duygularınız kanatlanır ya, sonra çoğunlukla çabalamalarınızla ve sürekli tazelediğiniz umutlarınızla başbaşa kalırsınız... İşte bu sonbaharın bitimiyle ilgili dileklerim de aşağı yukarı böyle bir netice gösterecek bir ihtimal ama yine de yarına, yeni yıla, yeni yaşa, yeni mevsime dair umudu ve heyecanı kaybetmemek mümkün. Bu gayret her ne kadar lüks olsa da. İnsanlarımız o kadar bedbin, o kadar yılgın ve yarınla ilgili karanlıklar içindeler ki; hayat ağacındaki beklentilerini, heyecanlarını hala daha filizlendirip tomurcuklandırmayı becerebilen, gerçekten duygu hali itibarıyle büyük bir zenginliğe sahip sayılır.

Sonbaharı çok sevmemin en büyük sebeplerinden biri, altın, bakır ve ateş renkleriyle hayatımızı dolduran bu muhteşem mevsimi çok kişinin tanımladığı gibi “tabiatın öldüğü mevsim” değil, tam aksine, tabiatın ilk baharda canlanmak üzere toprağın rahmine düştüğü mevsim olarak kabul ediyor olmam. İddiasız, kendinden emin, sakin halini severim sonbaharın. Ilık dokunuşlu güneşi, tatlı esintili rüzgarı ile geceleri yavaş yavaş uzayan, geceler uzayıp serinledikçe insana evini daha da çok sevdiren bir derviş mevsimdir sonbahar. Her sonbahar bana gelecek ilkbahar için umut verir, hayaller kurdurur bir çok sebepten.

Ama işte bu sonbahar... ah bu son sonbahar... Öyle çok kıymetli fidan düşürdü ki toprağa, öyle çok değerlimiz olgun çınarı da çekti ki bağrına, romantizm sarılı hüznü kederle, kasvetle boyandı gitti sonbaharın. İnsanı keyiften çıldırtan o sarıdan kahveye, turuncudan kırmızıya, akajudan abanoza renklerin sardığı tabiat bu gidenlerin hiç birine can veremeyek ilkbahar geldiğinde. Elbet her sonbahar nice ölümlü o son yolculuğuna çıkar, tabiatın kanunu bu. Kimini yakından, kimini uzaktan tanırız gidenlerin. Kimiyle tanışmamış da olsak sever ve ardından gözyaşı dökeriz kaybı için. Ama bu sonbahar bu kadarla kalmadı işte. Sadece bedenleri almadı toprağına bu defa. Haftalardır arka arkaya son yolculuklarına uğurladığımız onca güzel insanla birlikte, onların yaşarken inandıkları ve ardlarında kalan daha nice insanın inandığı nice hayal, umut onlarla beraber toprağa girdi.

Şimdi, bu sonbaharın son ayına yaklaşırken, “Keşke” diyorum, “Bütün bu kayıplarımızı da taze ilk baharla birlikte yeniden aramıza döndürmemiz mümkün olsaydı. Aynen tabiatın yeniden filizlenip, tomurcuklanıp, binbir yeşile sarılan binbir renkle yaşamaya başlayacak olması gibi... Bu düşüncenin nafile oluşu ne kadar hüzün veriyorsa, aynı zamanda bir başka düşünceyle de hafiften bir teselli esintisi getiriyor. Demiştim ya; sadece bedenler değil toprağın aldığı. Dilekler umutlar, hayaller de gömüldü diye. O güzel insanların bedenlerini canlandırmasa bile ilkbahar, aynen tohumlar gibi o güzel umutları, o güzel idealleri ve hayalleri de ılık, karanlık rahminde yağmurlarla besleyip, olgunlaştırıp gün ışığına doğru bırakamaz mı? İlkbaharın güneşiyle gökyüzüne doğru uzayıp dal budak salamaz mı o güzel umutlar? Büyüyüp, kuvvetlenip gökyüzüne uzanamazlar mı? Dallarında kuşlar yuva yapamaz mı? Aydınlığı, fikri hür, vicdanı hür insanları anlatan şarkılar söyleyemez mi kuşlar? Sonra o kuşlar uzaklara uçup diğer insanlara anlatamazlar mı toprağın yeşerttiği umutları? Halen yaşamakta olan insanlar da daha güçlenmez mi toprağın gücünü izlerken? Daha da sıkı sıkıya sarılmazlar mı inandıkları o güzel yarınlara? Umut mezarcıları korkmaz mı o zaman kazdıkları toprağın gücünden? Barış katilleri korkmaz mı kuşların söylediği şarkılardan ve korkmazlar mı sonbaharın gücünden. Hani o sakin, sessiz, iddiasız ve hüzünlü görünen ama bütün mevsimlerin anası olan sonbahardan ürkmezler mi?

Kötülerin, uğursuzların, hainlerin ve yardakçılarının, riyakarların, haysiyetsiz çıkarcıların, megolaman mağrurların korkması, ürkmesi iyidir... Hem de çok iyidir. Biraz daha saldırganlaşır, o kötü özellikleri her ne ise onu biraz daha vurgularlar belki ama yine de iyidir korkuyor, olmaları. En büyük korkuları da yaşarken karşılaşacakları cezalar değildir. Toprağa girdikten sonra bir daha geri gelemeyecek olmak korkutur onları... Hangi mevsimde girerlerse girsinler toprağa.

Dedim ya, tabiatın ilk baharda canlanmak üzere toprağın rahmine düşmesidir sonbahar ve beni her şeye rağmen umutlandırmaya devam ediyor...

Devamını Oku

Yine başarabiliriz daha evvel başardık...

17 Ekim 2015

Haftalık yazı yazmak, maalesef yazarı bazı kez eksikli kılıyor. Tam haftanın olayları içinden kimi kez en çarpıcı, en vurucu, kimi kez en umut verici haberini seçip yazıp baskıya göndermişken bir bakıyorsunuz ülke, dünya bambaşka bir rüzgârla savruluveriyor, hiç tahmin etmediğiniz bir yangınla alevler içinde kalıyor, yepyeni bir acıyla kırılıp darmadağın oluyor.

Geçen hafta, ülkemizin içinde geçtiği tehlikeli ve çok kritik dönemde, Ankara kana, Türkiye yasa gömüldü. Senelerdir ısrarla söylemekte olduğum 'Kifayetsiz, basiretsiz, vurdumduymaz, aymaz, aldırmaz, koltuk telaşında’ politikacıların ve politikalarının ülkemizi getirmiş olduğu bu son kanlı uçurum artık kelimelerle ifade edilebilecek olmaktan çok uzak bir cehennemdi. Bu cehennemin hazırlık sürecinden, oluşumundan ve neticesinden kendisini sorumlu hisseden hiç kimse çıkmadı, çıkamadı. Bir yetkili de; “Özür dilerim. Bu benim zaafımdan kaynaklandı. İstifa ediyorum” diyemedi. Bekledik... diyemediler. Gerçi tek bir kişinin tüm devleti tek başına yürütmek arzusunda olduğu bir ülkede, hangi yetkili hangi görevinden istifa ederse etsin, netice değişmez. Çünkü aslında hiç biri hiç bir kararın sahibi olmadığından sorumlusu da değildir. İstifaya zorlanmaları onların gözünde ancak ‘adam harcama’ sayılır ki; bu, milletin umumundan ziyade bir görüş, bir parti, bir anlayış için birleşmiş olanlar arasında takım ruhuna aykırı gelir.

Nefret söylemi zirvede

Ne acıdırki; aynı hafta içinde aydın bir doktorumuzun Türkiye Cumhuriyeti tarihine bir meşâle daha yakan Nobel ödülü de bu milleti bir araya getiremedi. Yüzü aşkın sulhsever, idealist, aydınlık insanımızın katledilmesi, yüzlercesinin yaralanması ile neticelenen lânet terör de tek yürek yapamadı bizleri. Aziz Sancar’ın kökeni üzerinde ısrarcı ayrımcılık söylemleri yaratmaya çalışanlar, Sancar’dan bizzat cevaplarını aldılar ama yine de uğraşmaktan bıkmadılar. Sancar “Milliyetçi bir ailenin çocuğu olarak, bununla iftihar ederek büyüdüm” dedi, anlamadılar. “Ödülümü Atatürk’ün şahsında milletime adıyorum” dedi, yine mutlu olamadılar. Çünkü duymak istedikleri bu değildi. Hiç uymadı günün moda söylemlerine. Hele bilim adamımızın bu söylemlerine rağmen Nobel ödülü almış olması bazılarının kafalarını daha da karıştırdı. Olur mu hiç, sen Türklüğe hakaret etme, Cumhuriyeti aşağılama, hele Atatürk’ü baş tâcı et, yine de Nobel versinler... Neyse ki Prof. Sancar sorulanlardan, duyduklarından kırıldıysa bile üzerinde fazla durmaz ve hayatını karartmalarına fırsat vermeden yine laboratuarına döner.

Ankara’da aslında lâik Cumhuriyetin yüreğinde patlatılan bombalarla katledilen, yaralanan o güzel insanlarımızın uğradığı dehşet, vahşet saldırısı nicemizin yüreğini dağlarken kimileri de “Oh olsun, ne işleri vardı orada” demedi mi, kahroldum. “Bunlar PKK’lı teröristlerdi. İyi oldu” demedi mi birileri, bu kendini bilmezlere duyduğum nefretle ben kendimden utandım. Meydanda yaralılar yerlerde çırpınır, ölenlerin bedenlerinden parçalar sağa sola dağılmışken alana dalan ve ölülerin, yaralıların üzerine gaz bombası atan, çöp kullanan bilinçsiz, hırçın polisleri, “Arkadaşlarını şehit eden hainlere saldırmakta haklılar tabii” diye savunan kafalar için ne diyeceğimi artık bilemedim.

Devletin durduğu yer

Ülkemizde nice değerli insanımız, komutanlar, subaylar, dekanlar, öğrenciler, yazar-çizer ve düşünürler düzmece suçlamalarla “makûl şüphe ile” gözaltına alınıp, hayatları karartılırken ülkemizin büyük şehirlerinde meydanlarda aleni toplanan, cihada adam çağıran bombacıların kim olduğu bilindiği halde, henüz eylemde bulunmadıkları için yakalanmamalarının izahı beynimi karıncalandırıyor, midemi bulandırıyor.

Birileri ekranlara çıkıp, sırıtarak “Güvenlik zaafiyeti” yoktur derken, o birileri bizlerle açıkça alay ediyor, hissediyorum. Milleti ciddiye almıyorlar, millete doğruyu söyleyemiyorlar, söylemek de istemiyorlar, ya da gerçekten görevleri gereği bilmeleri gereken hiç bir şeyi bilmiyorlar. Bu ikisinden biri. Reyhanlı, Suruç, Ankara gibi katliamların, yerel belediyelerin yardımıyla kazılan mayınlı yollarda verdiğimiz şehitlerin ardından iki acıklı durumdan biri geçerlidir: Ya bilgi ve güvenlik zaafiyeti vardır, ya da hainlik söz konusudur. Devlet olarak ya zaafın nereden, kimden kaynaklandığını bulmakla yükümlüsünüzdür, ya da hainin kim olduğunu.

Devamını Oku

Mardin’in Savur’undan yükselen büyük başarı

10 Ekim 2015

Kimileri seçim tezgâhlarında, kimileri savaş çığırtkanlığında, kimileri kaçacak yer aramakta, kimileri ekmek peşinde, kimileri can derdinde, Kasım’ı beklediğimiz şu günlerde harika bir haber âdeta bir şifa soluğu gibi geldi.

Profesör Doktor Aziz Sancar’ın Nobel Ödülü alması beni o kadar gururlandırdı, o kadar mutlu etti ki; kafamda dolaşıp duran; ülkemizle, insanımızla, geleceğimizle ilgili binbir soru birden yerini huzurlu umutlara bıraktı. Bu huzurumun ve umudumun sebebi sadece, Nobeli alan bilim adamının Türk olmasından değil, onun bu başarıya ulaşana kadar yaşamış olduklarının ve başlangıcının daha nice Türk gencine ışık olacağından.

Benim için; Profesör Doktor Aziz Sancar’ın hayat hikâyesinin ve bugün geldiği yerin Nobel ödülü vesilesiyle milyonların bilgisine, dağarcığına işlenmesi; alacakaranlık kuşağına hapsedilmek istenen Türk gençleri için bir devrim niteliğindedir. Sancar’ın dahiyane buluşunun dünya bilim tarihinde yaptığı devrim kadar önemlidir yürekli ve arzulu gençlerimizin hayatlarında yapacağı değişim.

Öncelikle o topraklarda yaşayan halkımızın ‘fırsat’ eşitliği’ olmadığı için anarşinin türediğini savunan anlayışa ters düşmekte olan mükemmel bir örnek Aziz Sancar’ın hayatı. Mardin’in Savur ilçesinde, okuma-yazma bilmeyen bir anne-babanın sekiz çocuğundan yedincisi olarak dünyaya gelmiş. Ailesinin yokluğunu paylaşmış. Liseye Mardin’e göndermişler. Futbolu çok severmiş, kaleci olmuş. “Ama çok gol yerdim, boyum kısaydı, tutamazdım” diye anlatıyor o günleri. Yine o başlangı günlerini öğünçle “Milliyetçi bir ailede büyüdüm. Bayrağımızı taşımaktan hep gurur duydum” diye aktarıyor. Liseden sonra ver elini İstanbul. Ama öyle lâf ola bir yolculuk değil. Alnının teri, emeğiyle; Pfizer TÜBİTAK bursuyla İstabul Tıp Fakültesinde okumaya hak kazanır. 1989 Yılıda 1'ncilikle bitirir Tıp Fakültesini ve hemen Savur’a döner; bu defa doktor olarak. Zaten yabancısı olmadığı halk onu doktorları olarak da çok sever. “Tabii ki ben de iyi doktorluk yapıyordum ama oradaki milletin bana inancı o kadar büyüktü ki; verdiğim reçeteleri muska diye başlıklarına takarlardı” anlatımı Aziz Sancar’ın sadece meslekî açıdan değil, aynı zamanda insanî açıdan nasıl bir değer olduğunu çok güzel izah ediyor.

Mardin, Savur’daki doktorluğunun ardından yine TÜBİTAK bursuyla biyokimya eğitimi için John Hopkins Üniversitesi’ne gider. Sonra Texas Üniversitesi’nde doktora eğitimine başlar ve henüz orada öğrenciyken ‘maxi cell’ yönetimini keşfeder ve genetik bilim dalında ilk bilim adamları arasına girer.

Kendisini insanlığa adamış bu büyük bilim adamı 1984 yılında Amerikan Cumhurbaşkanlığı’nın ‘Genç Bilim Adamı’ ödülünü alır. 1994’de ünlü bilim dergisi ‘Science’ onun keşfi DNA onarım enzimini yılın molekülü seçer. 1998 yılında aynı mecmua ‘Biyolojik Saat’ buluşunu aynı şekilde 1'ncilike ödüllendirir. O buluşunu şöyle anlatıyor Profesör Doktor Aziz Sancar:

“Eşime dedim ki; Büyük bir buluş yaptım. İnsana ait bir gerçek... Bunu şu an bir Allah biliyor, bir de ben biliyorum”

Bu değerli bilim adamının, 6'ncı Vehbi Koç Ödülü’nü aldığı zaman kendisi için Koç Vakfı tarafından yapılmış olan videoda bu sözlerini dinlerken tüylerim diken diken oldu. Onun, büyük Yaratıcı’nın tartışılmaz ve benzersiz gücü ve mükemmel yaratımındaki sırlardan birini daha keşfetmiş olması daha da farklı bir anlam kazandı benim için.

Devamını Oku

‘Kremlin kadınları’

3 Ekim 2015

“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır”, “Kadın adamı vezir de eder, rezil de” sözleri çok sık duyduğumuz tanımlamalardır. Sovyet Rus şair ve yazarı Larisa N. Vasileva ise ‘Kremlin Kadınları’ kitabında bunların karşılığı olacak çok güzel bir anlatımda bulunmuş. Diyor ki;

“İnsanoğlunun gerçekleştirdiği tüm yüce davranışlarda ve alçaklıklarda, karanlıkla aydınlığın sınırında, duyguyla aklın hudutlarında, iyilik ile kötülüğün kesiştiği kavşakta kadın gölgesini görmüyorsanız eğer, ne insanoğlu hakkında ne de içinde yaşadığınız çağ hakkında bir şey görüyorsunuz ve anlıyorsunuz demektir.”

Bu tariflere uyan nice Kremlin kadınını ele aldığı kitabında “Yıkımın Yaratıcısı Kadınlar” başlığı altında anlattığı iki önemli kadının özel ve mesleki hayatlarındaki mihenk taşlarını ve dönüm noktalarını karşılaştırırken, kadının, erkeğin hayatındaki sessiz önemini anlatması açısından çok çarpıcı bir örnekleme veriyor. Şöyle diyor Vasileva:

“İki kadın... İkisi de kendince mütevazi Slav kadını olan Mariya Vladislavovna Sklodovskaya ve Nadejda Konstantinovna Krupskaya... doğmakta olan çağın en tepesinde durarak onu bugün var olduğu haliyle, kendi elleriyle, bize hediye ettiler. Daha sonra kocalarının işe koştuğu cinleri o nazik elleriyle şişelerinden çıkardılar. Eğer, ikisi de bu derece hamarat, fedakar ve erkeklerinin davalarına sadık olmasalardı tarih bambaşka bir şekilde geliştirirdi.”

“Kocalarının işe koştuğu cinleri nazik elleriyle şişelerinden çıkardılar.”!!! Bu cümle bir kadının, erkeğine inandığı zaman onun davasını gerçekleştirmekte ne kadar olağanüstü bir güç gösterebileceğini anlatması açısından beni çok etkiledi. Gerçekten de bu kadınların yetişme tarzlarını, psikolojilerini çok derinden inceleyerek erkeklerinin yanında nasıl bir tavırla ve neden durduklarını anlamak üzere yaptığı araştırmaların neticesinde yazdıkları Vasileva’nın yorumunu sonuna kadar haklı çıkarıyor:

“Eğer bu kadınlar bu kadar hamarat, fedakar ve erkeklerinin davalarına sadık olmasalardı tarih bambaşka bir şekilde gelişirdi.” Muhakkak ki öyle olurdu. Başkan, bilim adamı, yazar, hayal gücüyle yaşayan, yaratan erkeklerin tarihe iz bırakmalarını sadece bazı gelişmelerin sonucu olarak değerlendiriyor yazar ve bu gelişmelerin sebebi, ateşlenmesi ve hırsla yol almasını o erkeklerin özel kadınlarına bağlıyor. Bu kadınları dikkatlice tanıdığınız zaman; bazen silik, sessiz, bazen daha cesur ama her halükarda sorgusuz sualsiz inançlarıyla, çalışkan ve fedakar çabalarıyla erkeklerine yolu açmalarındaki, o erkeklerin hedeflerine ulaşmalarındaki güçlerinin, sadece onları sevip, onlara inandıklarından dolayı gerçekleşmediğini görüyorsunuz. Bu kadınlar aslında zaten kendi idealleri, hırsları, yaratıcı ve/veya yıkıcı fikirleri, düşleri olan kadınlar. Belki de erkek olsalar, çoktan o yolu tek başlarına alacaklar, bir erkeğin ardına takılıp, ona katılıp hayallerini gerçekleştirmeye gerekleri kalmayacaktı.

Kitabı okudukça; tarihte tek tek örneklerini defalarca okuduğum kadın tiplemesini salt ‘Kremlin’in nişinde bir arada gördüm ve çok bariz bir şekilde bu kadınların gerçek psikolojilerini kıyaslamak şansım oldu. Çok kadın için, erkeğin çıkışına, koşmasına ve uçmasına her zaman daha açık, daha çabuk kabullenici ve destekleyici olan dünya sistemlerinde, kendisiyle benzer düşünceleri, hırsları, beklentileri olan bir erkeğin dünyasına girip onun yanında duruyor gibi aslında kendi hayallerini yakalaması için teşvik etmek ve sonucun nimetlerinden, başarının yüceliğinden gurulanmak çok daha ehven görünüyor.

Vasileva’nın ‘Kremlin Kadınları’nda, kendi alanlarında tarihe yön vermiş kimi erkeklerin, aslında, kitapta anlatılan kadınlar, kadınları yanlarında olmasa; davalarında, inançlarında bu kadar tetiklenmeyeceklerini, belki de isimlerini o veya bu şekilde hatırlanır kılan büyük değişikleri, yaratıcılıkları veya devrimleri gerçekleştirmek yolunda daha zayıf kalacaklarını görüyoruz.

Devamını Oku

Bayram mı dediniz? Nerede o?

25 Eylül 2015

Nezaket dışı olacak ama gerçekten içimden hiç bayram kutlamak gelmiyor. Onun için kusuruma bakmayın lütfen. Bayramı bayram gibi kutlamak için bayramın özünde var olması gereken sıcaklığı, coşkuyu, umudu hissedebilmek gerek. Bu son bayramda bunların hiçbiri yok. Aslında son kaç bayramdır yok bayram tadı. Kutlamış olmak için kutlanıyor. Devlet büyüklerimiz üç buçuk günden dokuz gün tatil yarattığı için mecburen hayat duruyor, ekonomi duruyor. Sanki dünya duruyor. İnsanlar, adeta zorla, yaşamın kendisinden, çevremizde, burnumuzun dibinde olan biten acı, keder, ölüm kokan, terör, göç, istikrarsızlık, başıboş kalmışlık gerçeğinden uzaklaştırılmak isteniyorlar. Bu, şayet sadece insanlarımızı biraz rahat ettirmek, huzurlandırmak için uygulanan bir yöntem olsa ve bu anlamda işe yarasa, diyeceğim bir şey olmayacak. Ama hayır, bu bayram uzatmalar benim nazarımda zaten önemli bir kısmı uyuşmaya ve dağılmaya meyilli insanlarımızı zaten meraklı olmadığı okumak, izlemek, araştırmak, yorumlamak ve sorgulamak yetilerinden mümkün olduğu kadar daha tesirli bir zaman diliminde uzak bırakmaktan başka bir isteğin karşılığı değil.

Çok sayıda mülteci

Evet, yine bir Kurban Bayramı vesilesiyle hepimiz elimizi ihtiyacı olan birilerine uzatacağız. İhtiyaçta olan birilerinin açlığını bastıracağız, eksiğini gidereceğiz, çıplaklığını örteceğiz. Ama bunlar zaten her imkânımızda, her zaman yapmamız gereken şeyler değil mi? Birilerinin kendine göre mükemmel, ülke için büyük bir talihsizlik olan politikaları sayesinde elimizi, desteğimizi uzatacağımız insanlar süratle artmakta. Kendi topraklarımızın acıları, ülkemizin yoksunlukları ve yoksulları, şehit ailelerinin yangınları dışında bu sene yoğun sayıdaki mültecilerimiz de bayramın estireceği yardım duygularından nasibini almak üzere kamplarında yığılmış, şehirlerimizin ara sokaklarına, caddelerine dağılmış durumdalar. Yıllarca kıymetli hariciyecilerimizin, bürokratlarımızın ve ordu komutanlarımızın guruplarında bulunma imkanım oldu. Dünya çapında rasyonel, yapıcı, vizyon sahibi, temkinli ve bilgili politikaları ve yönlendirmeleri dolayısıyla saygınlık kazanmış nicesiyle tanıştım. Ülkemizde onların ve yetiştirdikleri kıymetlerin hala daha görevde olduklarından veya görev beklediklerinden eminim.

Tarihî, siyasî, jeopolitik açılardan büyük bir birikim, deneyim ve populistlikten uzak hem temkinli, hem cesur olabilmeyi gerektiren süreçte sanki bu değerlerimizden istifade edilmedi, ya da önerileri kâle alınmadı sanırım. Ülkemizin bu büyük kayıpları ve acıları yaşamasına sebep olan idarî, politik ve siyasî rehavetini başka türlü açıklamak bana göre mümün değil. Öngörülü, strateji bilgisi ve vizyon sahibi olan yetkililer tarafından daha farklı yönlendirilebilirdi bu yaşananlar. Hiç şehit vermeden, şehirlerimiz, kasabalarımız ateş çemberine dönmeden, insanlarımız barış yolunda yine düşman olmadan bu bayrama ulaşabilirdik. Aynı şekilde Suriyeli göçmenlere kollarımızı açıp himayemize alırken de yine aklı selime, dış ilişkilerde, göç politikalarının yönlendirilmesinde, göçmen sorunlarında bilgiye sahip, strateji üretebilecek uzmanlarımızın yorumları ve yönlendirmeleri her halde hiç önemsenmedi. Göçmenlere sınırları açıp çadır vermekle, yerli halkı yardıma davet etmekle göçmen politikası izlenmez. Şayet, kendi fakirinize, muhtacınıza, gazinize, emeklinize, işçinize, memurunuza, esnafınıza esirgediğiniz bütçeden ayırdığınızla göçmeninizin sorununu çözeceğinizi ve insanlık görevinizi yaptığınızı sanarsanız yanılırsınız.

Başını sokacak yer olsun

Daha iyi bir yaşama kavuşmak için ölümü göze alan bu insanların geldiği ülkede çadırdan, arada bir verilen sadakadan çok daha fazlasına ihtiyacı olacağını bilen ve çare üretebilen yetkililere ihtiyacı vardır. Öncelikle başını sokacak bir yeri olması ve karnının az da olsa doyması önemlidir muhacir için. Ama ardından diğer insanî ihtiyaçları gelir; sağlık gibi, çocuklarının eğitimi gibi, psikolojik destek gibi, iş imkânları gibi... Bunların hiç birini veremeyip, geldikleri ‘toplama kampı’ndan kasabalara, şehirlere, zaten burnundan soluyan, ekmek kavgasındaki halkınızın arasına yayılmasına göz yumarsanız bu ‘yardım’ ne gelen göçmene, ne de ülkenin ‘örnek olma’ arzusuna yarar. Suriye’de dört sene içinde 300 bin kişi can vermiş. Ölmemek için kaçanların Türkiye’de doğurdukları çocuk sayısı 100 bin deniyor. Şimdi hükümetin, devlet adamlarının, idarî makamların, yöneticilerin kendi halkımızın huzurunu, ekonomik, sosyal, ruhsal ihtiyaçlarını karşılamak sorumluluğunun yanı sıra, topraklarımıza kabul ettiğimiz binlerce çaresiz insan ve bundan sonra daha doğacak binlerce çocuğu için aynı sorumluluğu doğmuştur. Bu ihtiyaçların hiçbiri bayramdan bayrama et ve giysi dağıtmakla karşılanmaz. Bayram tatilini değil dokuz, on dokuz gün yapsanız da buna çare olamazsınız.

Devamını Oku

Sanat iyileştirir

19 Eylül 2015

Ülkemin, dünyanın gidişatından, her gün yüreğimi dağlayan haberlerden, acı, kan, gözyaşı, isyan, nefret çığlıkları dolu paylaşımlardan ve bunlar karşısındaki çaresizliğimden nereye kaçacağımı bilemezken, ilâcımın yine bende olduğunu fark ettim. Başka bir yerlere gitmenin, uzaklaşmanın tedavi olmayacağı durumlar vardır, aynen bugün Türkiye’mizin durumu gibi. Çünkü sevdiğiniz, kendinizi parçası hissettiğiniz, içselleştirdiğiniz kişilerle, aidiyet duygusunu tattığınız mekânlarla, vatan bildiğiniz topraklarla ilgili üzüntüleriniz, acılarınız nereye giderseniz gidin, size takip eder. Uzaklaşmak, bırakın iyi gelmesi bir yana, daha da azdırır içinizdeki yarayı, çoğaltır küskünlüğünüzü. Onun için; kalıp üzüntünüzle, kızgınlığınızla, kırgınlığınızla olduğunuz yerde başa çıkmanın yollarını aramak, bulmak gerekir. İşte böyle zamanlarda sanata sığınmak, sanatın uçsuz bucaksız derya zenginliğinden nasiplenmek benim en güzel ilâcım.

Şu son bir kaç gündür, sevdiceğimle birlikte kendimizi sanatın iyileştirici kollarına bıraktık ve tatlı bir nekahat dönemi yaşamaktayız. Bu nekahat kendi uğraşımız olan sanat dallarıyla haşır neşir olmaktan öte, sanat dünyasının geniş yelpazesinde kendine ait nişlerin hakkını vermiş, sanatı yüceltmiş ve beraberinde kendileri yücelmiş dostlarla buluşmak, zamanı paylaşmakla zenginleşen bir süreç oldu. Böylesine dostlarla yaşanan zamanda, dünyada kan ve gözyaşından başka bir şeyler, üstelik kanı ve gözyaşını aslında durdurabilecek kadar güzel şeyler olduğunu bir kez daha anımsıyorsunuz. Tabii, keşke politikacılarımız sanatı sevseler, sevenler daha çok sevse, sanata inansalar o zaman sanat gerçek işlevini yerine getirebilir.

SINIRSIZ DÜNYA

Sanat; ırk, dil, din ayrımı yapmadan kendisine kucak açan, gönül veren herkese aynı eşitlikte sevgi verebilen bir dünya. İster notalar, ister tuval - fırça, ister kil, çamur, ister kelimelerle sanat yapın, orada teninizin rengi, konuştuğunuz dil, tapındığınız mabed, ülkenizin sınırları, cinsiyetiniz, yaşınız hâsılı bizi reel bildiğimiz dünyada ayıran, ayrıştıran ne varsa geçersizdir. Hiç bilmediğiniz bir besteyi ilk defa dinlerken, bunun bestecisi hangi ırktan, hangi dinden, hangi renkten acaba diye düşünür müsünüz? Ya da yaratıcısını bilmediğiniz bir tabloya, bir heykele bakarken aklınıza gelir mi sanatçısının cinsel tercihini sorgulamak? Sanat çok şeyi sorgulatabilir ama bunları değil. Çünkü sanat sınırsız bir dünyadır. Yaratıcılığın sınırsızlığı kadar uçsuz, bucaksızdır. Kendisini kısıtlayacak, daha iyiye, daha güzele kanatlanmasını engelleyeek hiç bir şekilciliği, bağnazlığı kabul etmez sanat. Sanat renklerin, seslerin, şekillerin zenginliğine âşıktır ve bunların hakkını verebilmesi, hakkıyla tadabilmesi ve ululaştırabilmesi için renk(ırk), ses (dil), şekil (din) kavramlarının farklılığını kucaklayabilmesi gerekir.

Gerçek sanat dürüsttür. Dürüstlükten, emekten, alın terinden yanadır. ’Kurt Seyit & Shura’ romanımın Rusça baskısı hazırlık aşamasındayken bir başka Rus yayınevi tarafından sahte isimle basılıp piyasaya çıktığında en büyük desteğim Rus yayın ve sanat dünyası oldu. İçlerinde çok iyi tanıdıklarım da vardı. Uğradığım haksızlıktan bir yazar, bir sanatçı olarak büyük rahatsızlık hisseden ve bu talihsiz olay kendi ülkelerinde olduğu için büyük utanç duyan ve tanışmamamıza rağmen bana destek kampanyası açanlar da vardı. Kimi; sanatçı, kimi; yazardı, ya da sanata, edebiyata gönül vermiş ve özgün bir eserin değerine hürmet duyan ve bunu ifade etmekte sorumluluk duyan kişilerdi.

ZOR ZAMANLAR

Yıllarımın, sancılı bir araştırma ve yazım sürecimin emeği olan romanımın çalınması bana ne kadar üzüntü verdiyse, bu konudaki mücadelem esnasında pekişen ve yeni edindiğim dostluklar en büyük kazancım oldu. Geçen akşam bir güzel vesileyle bu dostlardan bir gurubu evimizde ağırlama fırsatı bulduk. Boğazın tatlı bir sonbahara hazırlandığı akşam verandada kaynaşmış misafirlerimize baktığım zaman onların dünyayı güzelleştiren insanlar olduğunu derinden hissettim. Kimi enstrümanıyla, kimi sesiyle, kimi balesiyle, kimi çizdiği sahne kostüm ve dekorlarıyla, kimi oyunculuğuyla sahnelerden yüreklere, düşlere geçen insanlar… Hepsinin kökeni farklıydı, ana dilleri, dinleri de farklı. Kimilerinin ülkeleri birbiriyle savaş halindeydi hâtta. Ama sevgi, keyif ve huzur vardı beraberliğimizde. Çünkü sanat buluşturmuştu bizi. Sanat vasıtasıyla tanışmış, arkadaş, dost olmuştuk. Çok insanın önemsediği ayrımlar bizi ayrı düşüremezdi. Politikacıların, siyasetçilerin, çıkarcıların, bölücülerin, hainlerin, din ve silah tacirlerinin, savaş baronlarının yarattığı ve dayattığı dünyanın parçası olmayı reddetmiş insanlardık biz. Ne mutlu bana, zor zamanlarda ilacım olan sanat var, sanatçı ve sanat sever dostlarım var.

Ne mutlu bana keyifler, lezzetler gibi zor zamanları da paylaşabileceğim, yüreğimdeki yükü hafifletebilen kendisi de sanatçı bir sevdiceğim var…

Devamını Oku