Devlet babaya küsüm devlet anayı bekliyorum

12 Eylül 2015

Adamcağız kendi memleketi Fransa’dan belli ki huzursuzluk duymuş, yapılan bir şeyler ters gelmiş, o da isyanını dile getirmiş ve “Bu ülkeden çekip gitmek istiyorum” demiş. Vay sen misin böyle diyen? Sosyal medyada hemen her şey yayılıyor ya, bizim hiç bir şeyi okumadan, bilgi sahibi olmadan her şeyi bilen, kimin haberi olduğunu, ne mesaj verdiğini anlamak gereği duymadan ahkâm kesmek merakındaki vatandaşlarımız bir üstlerine alınmışlar, bir alınmışlar ki sormayın. Demediklerini bırakmamışlar Gerard Depardieu’ya.

“Seni tutan mı var? Bu ülkede aldığın nefes haram” demiş birisi. Bir diğeri: “Cennet vatanımızı beğenmeyenin cehenneme kadar yolu var” diye hırsını ifade etmiş. Küfürle başlayan cümlesini “....git. Hem sanatçı olmuşsan da bu ülkenin sayesinde şerefsiz” diye tamamlamış bir başkası. “Durduğun hata, ne duruyorsun ki? Bu ülke zaten Müslüman ülke” diye yazmış kızgınlardan birisi, en azından Depardieu’nun Müslüman olmadığını isminden çözerek. “Memnun oluruz, bir hain azalır”, “Git, bir pislik azalır” diye devam eden yorumları okurken acaba diye düşündüm, Fransa’da bu kadar tepki görmüş müdür sanatçı? Gördüyse bile sanırım bu kadar küfür yememiştir.

Darmadağın oldum

Bu komedi unsurlu sosyal medya haberi aslında dikkatli okuma, araştırma, empati kurma ve sağduyulu olma konusunda özürlü toplumumuzun kimlik ve kişilikleri konusunda hassaslaştığı zamanlarda ne kadar fevri ve elinden gelirse yıkıcı olabileceğini göstermesi açısından dikat çekici. Çünkü bu bahsettiğim eksikliklerden dolayı yaşananların hepsi de Gerard Depardieu olayındaki gibi tebessüm yaratmıyor. Tam aksine; her gün daha fazla özlediğimiz barış ve birlik beklentisini şiddete, kana bulayıp aşağıya çekiyor.

Son günlerde duyduğum; acıdan nefesimi kesen, gözlerimi sürekli yaşla bulandıran şehit haberlerimiz ve seçimin ertesinden itibaren geleceği ayan beyan ortada olan parçalanma ve çatışma ortamı hepimizi moral, ruhsal ve zihinsel olarak darmadağın etti... Devlet Ana kavramı unutuldu artık. Belki de ataerkil sistemi savunan ve her fırsatta kadının toplumdaki yerini geriye çeken yöneticilerimiz sırf devletin ana değil de baba olduğunu göstermek için sertleşiyorlar. Hani baba disiplin erkidir ya. Mazlum vatandaşını azarlıyor devlet babanın tesilcileri. Fedaileriyle korku salıyorlar fakir, fukaranın yüreğine. Yerde sürüklüyor, yumrukluyor, sindiriyor memurunu, talebesini, işçisini, köylüsünü. Talebesini gazla, mermiyle perişan ediyor. İstediğini yazmazsa gazetecisini cezalandırıyor. İstediğini işsiz bırakıyor, istediğini zengin ediyor. Generallerini, subaylarını komplolarla suçlayıp cezaevine tıkıyor. Benim bildiğim kadarıyla, devlet erkânıyla düşmanını davul zurna sınırda karşılayıp bağrına basan ve kendi ordusunun yönetim kadrosuna savaş açıp hapiste çürüten başka bir hükümet hiç olmadı. Tarihte de bir ilk ve tek olabilir bu bize karmaşık, ama kimilerine planlı bu durum.

Bir gurup yaşananlar karşısında avuç kaşıyarak oy hesabı yaparken sade vatandaşımız kendi imkânları içinde sosyal medyadan neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Herkes kendi anladığı, yorumladığı, inandığı veya inanmak istediği gibi algılayıp kendi tavrını ortaya koyuyor. Kimi; ocaklarına düşen ateşle, kimi; düşmanlık hırsıyla, kinle, kimi ise sağduyuyla, birlik çağrısında yaklaşıyor yürek yakan haberlere.

Tehlikeli duygular

Ama maalesef daha büyük bir nüfusun kendisine “bir diğeri” diye gösterilen ve düşman belletilen tarafa ait haberlerde tarafsız ve mantıklı bakması imkânsız hale geldi, o kesin. Bu tehlikeli duygu sokaklarda artık. Muhtelif gruplar ‘diğerleri’ne şiddet uygulamak için bahane arıyorlar. Çok daha önceleri Filistin’de, Irak’ta yaşanmış acıların, cinayetlerin fotoğrafları bizde yeni yaşanmış gibi servis ediliyor. İç politikanın düşman tarafları bir diğerini vatan haini olarak göstermek için yarışıyor. Bu arada ‘hain düşman’a cephe açanların çok değil daha kısa bir sure önce aynı kişilerle sarmaş dolaş Türk olmayan bayrakları kaldırmış fotoğrafları resmi geçit yapıyor. Ben bu politikacılarımızın temsil ettiği Devlet-Babadan ümidimi kestim, Devlet Ana’nın kapatıldığı yerden çıkıp bizlere, vatanımıza, değerlerimize, şefkâtle sahip çıkması için dört gözle bekliyorum. Devletin de, dinin de, halkın da, vatanın da kendisini içine düştüğü kaostan, yağmacılıktan, düşmanlıktan, hainlerinden kurtaracak, kardeşlik, barış, sevgi duygularıyla saracak ve muhterislerin emellerine kurban etmeyecek bir anneye ihtiyacı var. Benim umudum çok yüksek... Bekliyorum.

Devamını Oku

Zalimlerin gözyaşı

5 Eylül 2015

Bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır. Bir insan başkasının acısını duyabiliyorsa insandır” demiş Tolstoy…

‘Acı’ ve ‘insan olmak’ ne kadar iç içe geçmiş iki kavram ve gittikçe yakın ilişkilerini daha iyi farketmekteyiz. Sadece canlı olmakla insan olmak arasındaki fark öylesine açılıyor ki; korkarım dünya insanlığını kaybetmeye doğru gidiyor.

İnsan bedenindeki bütün canlılar ‘insan’ kabul edildiğinden ‘İnsanlık tarihi’ diye bir kavram oluşmuş. Halbuki bu kavramı insanlık dışı karakterleriyle kana bulayanlar o kadar çok ki. Çektirdikleri zulümler sadece insanlık dışı değil, herhangi bir başka canlının da yaşam şeklinin ve karakterinin uzağında bu insan denilen canlıların. Tarih boyunca çok can yakanlar olmuş, onlardan daha çok da canı yananlar… Çünkü kimi zalimin cürmu tek kişiyi değil, kitleleri hedef almış.

Kötünün neden kötü, zalimin neden zalim olduğunu bilemiyoruz. Sadece hayatına, geçmişine, etkilendiklerine bakıp tahmin yürütebiliyoruz. Ama kesin olan bir şey var ki; o da zalim kişinin yaptığı zulümden büyük bir haz aldığı. Hikayeleri tarihe mal olmuş kimi zalimlerin; verdikleri acıdan, uyguladıkları işkenceden ve ölüm seyretmekten nasıl eksite olduklarını ve başkalarının ızdırabını, katledilişini seyrederken cinsel haz ve doyuma ulaştıklarını biliyoruz. Bunların kimi; zulümlerine bahane olarak kendilerine göre bir sebep bulup ya da yaratıp paravan kurmuşlar. Kimi ise bu kamuflaja dahi gerek görmeden, sadece ve sadece zulmün vereceği zevk için zulmetmişler. Kimi; yakınlarını, kanından, sülbünden olanları sevgiye, ihtimama boğarken düşman, yabancı gördüğü veya zavallı bulduğu, tiksindiği başkaları için en akla gelmez işkenceleri, ölümleri uygulayabilmişler. Kimi ise; tebası- ailesi- düşmanı arasında hiç fark gözetmeksizin hepsi için aynı derecede vahşi olmuş.

Nazi Almanya’sında Yahudi soykırımını planlamış, bizzat uygulamış veya emrini vermiş nice Gestapo’nun hayatı ile ilgili belgeselleri izlediğimizde, malikanesinde karısına o kadar sevgi dolu, çocuklarına karşı o kadar babacan, şefkatli ve oyuncu bir babanın Musevi çocuklarını büyüklerle birlikte, ayrım yapmaksızın, nasıl laboratuvar deneği olarak kullandığını, nasıl gaz odalarına, fırınlara gönderdiğini görüyoruz. Bu adamların kendilerine göre iç rahatlatıcı sebepleri ise o çocukların ‘diğerlerinin’; yani topluma zararlı, yaşaması gereksiz olarak inandığı Yahudilerin çocukları olması.

Bu sadece bir örnek. Geçmişte benzerleri çok olduğu gibi bugün de hala daha dünyanın çok yerinde zalimler minicik çocukları düşman ilan edip canlarını yakıyor, hayatlarını sonlandırıyorlar. Çünkü o çocukların büyüdükleri zaman potansiyel bir düşman olacağını düşünüyorlar. Ailelerinin, kavimlerinin uğradığı zulmü hatırlayıp intikam alacaklarından korkuluyor çünkü.

Zalim karakterini incelediğim zaman bana en tuhaf gelen tarafları: Acımasızca ve zevk dolu bir heyecanla katliamları, savaşları, cinayetleri planlayan veya şahsen, ya da daha üst düzeylerde ise emirle birilerine azmettirerek can yakan bu insanların duygulanarak ağlayabilmeleri. Bu bile zalimlerin kafa yapısındaki kaosu göstermesi açısından çok enteresan geliyor bana.

Eski Roma’nın korkunç Caligula’sı bahçesinde solan bir zambağa ağlayarak ağıt yakmış. Neron, mum ışığına düşüp yanan bir pervane için gözyaşı dökmüş. Stalin yediği elmanın içindeki kurtçuğu ısırdığı için derin bir hüzne kapılmış. Hitler, Himmler’den aldığı zehri önce köpeği üzerinde denedikten sonra ölümünü seyredip Eva’nın kucağında deliler gibi ağlamış.

Devamını Oku

Şeytanın iflâsı

29 Ağustos 2015

Selçuk, malikânesinin en üst katında, antika seccadesini kıbleye çevirmiş, namaza durmuştu. Yarın gerçekleşecek olan röportajdan önce gerçek anlamda namazla ve din olgusuyla fikren bütünleşmek, gazetecinin sorularına cevap verirken olabildiğince inandırıcı olmak istiyordu. Bunu gerçekten diliyordu. Ama şeytanı bir türlü izin vermiyordu ki yalnız kalsın ve kendisini anlatmak istediklerine inandırsın.

En önemli hasletlerinden biriydi hâlbuki. Bir başkasını inandırmak istediği şeye hazırlanırken kendisi öyle inanırdı ki; sonra başkalarını uyutmak çok kolay olurdu. Şimdi de benzeri bir durum söz konusuydu ama şeytanı geçit vermiyordu. Seccadenin karşısındaki büyük, derin İtalyan koltukta oturmuş, Selçuk’un gözünün içine bakıyordu.

“Çekil oradan!” dedi Selçuk. Şeytan koltukta biraz daha yerleşti ve alaylı bir sesle konuştu:

“Hâlâ anlamadın değil mi? Sen ve ben, artık beraberiz. Benim sayemde sahip olduğun bir yaşamda bensiz olabileceğini mi düşündün yoksa? Şayet öyleyse, çok yanıldın. Zira biz ortağız. Olduğun yeri bana borçlu olduğun için sen neredeysen ben de orada olacağım hep. Bu sadece ailenle, şirketinle ilgili değil. Hayatının sonuna kadar artık seninleyim. Kurduğun tüm işlerde, beraber olduğun tüm kadınlarla ilişkilerinde, arkadaşlıklarında, davetlerde, küvetteki yalnızlığında bile, hâsılı her şeyinle ve her şeyinde seninle beraberim. Bunu sen seçtin, en başından... ve bunun geri dönüşü yok.”

“Ama ben namaz kılmaya çalışıyorum. Senin burada yerin yok.”

Şeytan koltukta kaykılırken uzun bir kahkaha atarak konuştu:

“Sen namaz kılma provaları yapıyorsun ama gerçek anlamda namaz kılamayacağını ben sana söyleyeyim.”

“Ne anlarsın ki sen namazdan?”

Devamını Oku

Durdurun şu havai fişeklerini... yastayız!

22 Ağustos 2015

Akşam çöktü Boğaz’a. Sevdiceğimle verandada yaslı bir sohbetteyiz. Şehit cenazelerini konuşuyoruz. Koltuk kavgasında, birbirine inat hırsında, devlet adamlıklarını, politikanın, siyasetin geriye kalmış zaten az miktardaki etiğini de artık unutmuş kifayetsiz muhteris devlet, hükümet ve parti adamlarının vurdumduymazlığı, duyarsızlığı ile geldiğimiz nokta bizi kahrediyor. Ülkesini, milletini, askerini, o gencecik fidanlarını bu kadar umursamayan, bu kadar gözden çıkaran, yaşanan her acıdan, dökülen kandan, gözyaşından kendisine oy fırsatı yaratmaya çalışan vatan hainimiz var iken bizim düşmana hiç ihtiyacımız yok. Düşman içimizde zaten, katil içimizde. Bunu hissetmek ve histen öte çok doğru bir tespit olduğunu anlamak kahredici bir duygu.

Bilhassa plânlanarak, programlanarak yaratılan kaos, ayırımcılık, bölücülükle kaçınılmaz neticeye ulaşıldı sonunda. Korkarım bu daha en sonu da değil. “Benden sonra tufan.”, “Ben olmazsam, millet de olmasın.”, “Ben yoksam vatan da olmasın.” kafalarının plânı bu kadarla kalacak olamaz. Ata’yı, bayrağımızı, marşımızı, andımızı liğme liğme etmeye çalışırken terörü, teröristi, başka marşları, başka antları, başka bayrakları nasıl beslemekte olduğunu fark etmedi mi bu kafalar? Pek alâ ettiler. Üstelik bilhassa, bile bile göz yumdular. Yeter ki; T.C. ile, bu vatanın kurtuluş ve kuruluşu ile, Lâik Cumhuriyetimizin güzelliği ile ilgili, bağlantılı ne varsa yıpransın, unutulsun. Vatanperverliği ırkçılık ilân ederken bu kafalar, vatan hainliğinin prim yapacağını hiç mi bilmiyorlardı? Pek alâ biliyorlardı. Üstelik bilhassa körüklediler.

Bunları konuşurken yaş basıyor gözlerimize. Kimi siyasilerin ne kadar çoğu ölürse o kadar oy rantı yaratacağına inandıkları Mehmetçiklerimiz için yaşlarımız. Aynı zamanda milletin oylarıyla devlet, ülke yönetimini sahiplenmiş, Mecliste halkı adına oy vermeye yetkili kılınmış sözde devlet adamlarımızın, milletvekilllerimizin, bakanlarımızın bu ülkeye, bu millete yaşattıklarına isyanla kızarıyor bakışlarımız.

Bu arada Boğaz’ın üzerinde havai fişekleri patlayıp durmakta, birbiri ardına. Bir coşku, bir kutlama furyasıdır gidiyor. Mehmetçiklerimizin canını alan silahlar, bombalar bir tarafta, düüğün, dernek kutlamaları bir yanda. Hiç mi insafı yok bu insanların? Nasıl insanlardır bunlar, bu kadar duyarsız, bu kadar acımasız? Elbette düğünler, nişanlar, kutlamalar iptâl edilmeyecek ama bunun bir uslûbu, bir sınırı olmaz mı böyle bir günde? Bayrağa sarılı tabutlar ülkenin dört bir yanında ocaklara ateş düşürürken, analar babalar evlâtsız, taze gelinler yavuklusuz, bebeler babasız kalırken, bu nasıl bir coşku sarhoşluğudur? Düğünü iptâl etmezsin tabii ama havai fişeğini de bir başka bahar kutlamasına saklarsın, çok meraklıysan. Nasıl bir arsızlıktır bu? Çocuklarınız daha mı az mutlu olur havai fişeksiz evlense? Misafirleriniz daha mı çok dedikodu yaparlar? Nasılsa yapacaklar, bırakın bir de “havai fişeği bile patlatmadı.” desinler. Daha cimri olduğunuzu mu düşünür davetliler? Çıkıp anons edersiniz o zaman, “Havai fişeği patlatmak yerine Mehmetçik Vakfı’na hepiniz adına yardımda bulunduk.” diye . Olmaz mı? Yoook, olmaz. Çünkü sizler, bu vatanın evlâdı olmaktan uzaklaştırıldınız. Siz vatanını, askerini sevenlerin ırkçı olduğuna inandırıldınız. Siz, askerliğini yapmadan, emek katkısı olmadan, canı yanmadan, gemicikleri, fabrikaları, şatoları olanların, kendi evlâtlarını kanatları altına alıp vatandaşın fidanına şehit olmayı “mutluluk” diye yutturanların milletinden nüfus kâğıdı çıkartmışsınız. Sizle biz aynı milletten değiliz. Bakın, gördünüz mü, ayrımcılık bizi nereye getirdi? Aynı toprakları paylaşmak zorundayız üstelik. Ama zaten hikâye de bu değil mi? Öylesine ayrıştırdılar ki bizi, artık aynı havayı solumaya, aynı toprağa basmaya tahammülümüz kalmadı. Onun için dökülen bu kanlar. İşin en acı tarafı, bu topraklar için kanını döken, canını veren evlâtlarımız, bu topraklarda onları birey değil, ümmet, köle ve oy pusulası olarak görmek isteyenler tarafından ölüme gönderiliyorlar. Ondan sonra, işte; o taraflarda fişenklerin, bombaların sesi, bu taraflarda havai fişekleri... Millet başka milletn halinden anlamaz ki...

Boğaza pus bastı gecelerdir. Havai fişeklerinden mi, gözümdeki yaştan mı... bilemiyorum... DURDURUN ŞU HAVAİ FİŞEKLERİNİ! YASTAYIZ!

Devamını Oku

Bir hüzündür göç... Bazen de ölüm...

15 Ağustos 2015

GÖÇ! İnsanın insana düşmanlığından, ezasından, insanın dünyaya, tabiata hainliğinden, insanın çaresizliğinden, insanın insan korkusundan, insanın insana ve yarınına güvensizliğinden beslenen, yine insanı yerinden, yurdundan, ait olduğu topraklardan sürüp götüren ürkütücü bilinmez... GÖÇ! Dünya insanlık tarihi vâr olduğu günden beri yaşanan çaresiz, devasız sürüklenme... İnsanın geçirdiği evrim, modernleşme, uzaya uzanma becerisi, sentetikle gerçek lezzetleri çoğaltma imkânları, sanalla neredeyse gerçeğin tatminini yakalamış olma kabiliyetine rağmen göç bitmiyor, bitemiyor. Tam aksine, insanoğlunun en büyük ortak yaralarından biri olmaya ve acıtmaya devam ediyor. Çünkü insanın insanca vâr oluşu üzerine yapılmıyor yatırımlar.

Geçmişim; gönülsüz göçlerin cefakârlık, fedakârlık ve ardı kesilmeden savaşlarla, sürgünlerle yoğrulan dramında doğan, büyüyen çocuklarla dolu. Değişen sınırlarla birlikte değişen “yasak”, “günah” ve “ayıp” kavramlarının gölgesinde yaşanan masum aşklar, kâlp kırıklıkları, zamanın kıskançlığında kurulan hayâller ve ilişkiler… İster aynı memleketin sınırları, ister sınırlar ötesi olsun, zorunlu veya zorlama olduğu takdirde göçende derin bir yaranın açıldığı andır göç. Zira zorunlu göçlerin başlangıç noktası, kıtlık, iç savaş, dinsel veya benzeri şiddet olayları, soykırım veya siyasi sürgün gibi sebeplerdir. Dolayısıyla zaten ana teması acı ve hüzünle beslendiğinden, zorunlu göçün yaşanma süreci de sancı vericidir ve bazen süresiz bir belirsizlik, yokluk, boşluk haline dönüşür.

Sadece coğrafi ve fizikî bir yer değiştirme değil, aynı zamanda ruhsal bir yolculuktur göç. Mekân değiştirmekle bitmez. Göçenin ruhunda yaşanmaya devam eder göç olgusu. Bugün, büyük bir kısmı daha yoldayken ölümle biten göç macerasının sebepleri; siyasi istikrarsızlık, insan hakları ihlali, baskıcı rejimler, iç savaşlar, etnik çatışmalar, ekonomik sıkıntılar, coğrafi koşulların yetersizliği ve can güvenliği olmaya devam ediyor. En azından daha insanca yaşayabileceği kadar para kazanabilmek amaçlarıyla canlarını hiçe sayarak ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan Batı ülkelerine yönelmekte göçmenler.

Ben bu anlamda göçün bugüne uzayan silsilesinde büyük bir ironi görüyorum: Tarihin ilk büyük kitlesel göç olayı, ‘Kavimler Göçü’. 4’üncü yüzyıl ortalarında Çin Devleti'nin egemenliğinden kurtulmak için batıya doğru hareket eden Hunlar'ın Karadeniz’in kuzeyine yerleşmesi sonucunda buradan kaçan Cermen kavimlerinin yıllar boyunca Avrupa Kıtası’nı istila etmiş ve bugunkü Avrupa devletlerinin temelini atmışlar. Bir zamanlar başka topraklardan sürüklenip gelen insanların kurduğu bu Batı ülkelerine bugün onlarınkine benzer sebeplerle sığınmaya gelenlere karşı duyulan korku, endişe ve antipati irdelenmeye değer. Çok bariz ki; insan toprağı bellediği yere artık bir başkasını istemiyor. Elinde çıkını, yoksulluk içinde gelen göçmen bu anlamda, silahla gelebilecek düşman kadar korku veriyor… belki de daha fazla…

224 bin

Geçtiğimiz yıl 11 milyon insan iç savaşlar, yoksulluk ve açlık nedeniyle evlerini terketti. BM yılbaşından bu yana kaçak yollarla Avrupa’ya 224 bin mültecinin girdiğini açıkladı.

Özgürlüğe selfie

Kos adası Bodrum'a 45 dakika mesafede. En büyük mülteci akını da bu adada yaşanıyor. Hatta artık göçmenler gündüz saatlerinde bile Ege'nin iki kıyısı arasında kaçak geçiş yapıyor. Karaya ayak basan mülteciler neşe içinde hayatlarının en unutulmaz selfielerini çekiyor, birbirlerine sarılıyorlar..

Devamını Oku

Ölüm üzerine bir demleme

8 Ağustos 2015

İnsanoğlu, nasıl, nerede, ne şekilde, ne biçim yaşayacağıyla ilgili kurgulayarak, plânlayarak, düşleyerek, umud ederek yaşar da, nedense ölümüyle ilgili hayâl kurmaz hiç. En iyi ihtimâlle bir başkasının ‘son’undan etkilenerek, “Allah elden ayaktan düşürmeden alsın”, “Üç gün yatak, dördüncü gün toprak” “Allah çektirmeden alsın” gibi o en son anla ilgili temenniler duyarız.

Çok bilinçli bir şekilde plânlı, programlı intiharını gerçekleştirenler de var, melelâ benim Kurt Seyit dedem gibi ama konumuz onlar değil. Neden, ölümü için aşağı yukarı nasıl arzu ettiğine dair bir kurgulama yaratmaz insanlar, neden o bilinmez gün, bilinmez an için bilinçaltına bir tablo yerleştirmezler? Ölümden korkudan belki. Belki ölüm hayâli kurulmayacak kadar itici geldiğinden. Belki düşünülmedikçe gelmeyeceğine inanıldığından. Ama er, geç gelecektir... Doğduğumuz anda tek kesin bilinen şey; öleceğimizdir. Aradaki zaman diliminde yaşanacaklar ise değişkendir, belirsizdir. Bu kadar kesin olan şeyin; yani ölümün ne zaman hayatımızı noktalayacağının ise bu derecede bilgimiz dışında olması ironik gelir bana.

Yıllar önce kendi ölümümle ilgili bir senaryo yazmıştım. Yüzüncü yaşımı kutladığım gün olacaktı günlerden. Sağlıklı, aklı başında, hâlâ hayat dolu, enerjik, hâlâ üretken bir yüzüncü yaş. Yüzüncü romanımı yeni bitirmiş olacaktım. Ülkem huzura kavuşmuş olacaktı benim yüz yaşıma kadar, dünya huzurda olacaktı. Tabi ki günlerden 30 Nisan. Pırıl pırıl, ılık, tatlı esintili bir bahar günü. Erguvanlar doldurmuş olacaktı Boğaz tepelerini. Çocuklarım, sevdiceğim, torunlarım, onların çocukları, hepsi etrafımda olacaktı. Hepsi hayatta, sağlıklı ve sevgi dolu kocaman bir aile... Onlarla kocaman bir masanın etrafında kahkahalarla bezenmiş bir yemek yiyecek, pastamı üfleyip, şampanyamı içip, dansedip sonra akşamüzeri şöyle biraz uzanmaya yatak odasına çekilecektim. Dantel geceliğimi giyip, önce kız torunlarımı çağırıp inci kolyelerimden birer tane armağan edecek, unutmamaları için espriyle bezenmiş vasiyet gibi hayat dersi verecektim. Onlar çekildiğinde de huzurlu bir uykuya dalacaktım... ve bir daha uyanmayacaktım.

Bu kurgu o kadar hoşuma gitti ki; hayâlimde canlandırdığımdan yıllar sonra ‘Sır’ romanımın birinci bölümünde kahramanım Hüma’nın ölüm sahnesini aynen bu detaylarla süsleyip yazdım. Ama içine ne kadar kendimi yerleştirmişsem, o zamanlar henüz yaşım kırk dokuz olmasına rağmen, okurlarımın büyük bir çoğunluğu; “Hüma siz misiniz yoksa?” diye sorardı, hâlâ daha da yeni okuyanların kaçınılmaz sorusudur bu. Ben de her defasında gülerek cevaplarım: “Nasıl Hüma olabilirim? Yüz yaşında değilim henüz. Henüz ölmedim de...” Ama şaka maka, gerçekten hayâlim gerçekleşir de yüz yaşında böyle ölürsem kimseyi inandıramam artık Hüma’nın ben olmadığıma.

Olan şu ki; ‘Sır’da ölen ben olmasam da aslında o son benim istediğim son olduğundan, Hüma’yla bütünleşivermiştik demek ki.

Bilemem tabii, kader dediğimiz aslında çoktan belirlenmiş ama bizim yaşayana kadar bilmediğimiz bilinmezimiz bana nasıl bir ölüm getirir.

Devamını Oku

Yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun, ne yoksula yarar, ne şehide...

1 Ağustos 2015

Eskilerin bir sözü vardı: “Yediğin, içtiğin senin olsun, gezdiğini, gördüğünü anlat.” Bu öylesine, gelişigüzel söylenmiş bir söz de değildi. Gerçekten kimse kimsenin, yiyip içtiğini, ne harcadığını, ne kazandığını öğrenmek istemezdi. Kimileri belki merak ederdi, belki tahmin ama bu dillendirilmezdi. Soru da sorulmazdı. Aldığını, giydiğini, kazancını duyurmak, bunlarla öğünmek, başkasının böyle özelini sormak, araştırmak da aynı derecede ayıptı.

Okula giderken annem sefertasıma muz koymazdı, arkadaşlarımın çoğu alamadığı için onların canı çekmesin diye. En şık hırkamı, ayakkabımı giyemezdim okula. “İmkânı olamayanlara karşı böbürlenmiş gibi olursun” derdi annem. Pişirdiği yemek, tatlı her ne ise, apartman komşularımızın canı çekeceği gibi bir lezzetse muhakkak küçük tabaklarda her daireye ikram ederdik. Hafta sonu muhakkak balığa çıkardı babacığım. Denizler onun ikinci eviydi. Tuttuğu balıkları muhakkak dağıtırdı komşularımıza.

Vurdumduymaz ülke

İlkokul üçüncü sınıftaki öğretmenime sırf sınıfta herkesin kaç lira kirada oturduğunu sorduğu için isyan etmiş ve bu sebepten hiç sevmemiştim o öğretmenimi. Kapıcı çocuğu olan arkadaşlarımın ezikliğini hâlâ dün gibi hatırlarım. Parmak kaldırıp ayağa kalkıp öğretmenime yaptığı yanlışı gözyaşı içinde ve hiddetle söylemiştim. Sonra bir başka okulda, dördüncü sınıfta, o zaman ailesi aramızda en zengin olan arkadaşım, ismini hiç unutmam; Hayım Kohen’i çok sevmemin en büyük sebebi; oturduğu evi, yaşadıkları hayatı hiç öğünme konusu yapmayan bir çocuk olmasıydı. Aynı şekilde İsmet İnönü’nün torunu Hayri İnönü de öyleydi. Buna mukabil, meşhur çocuk artist bir arkadaşımız okula şoförlü özel arabasıyla gelir, şoförü çantasını sınıfına kadar taşırdı. Bu gayet tabii ki, istediği kadar meşhur olsun, dokuz yaşında bir çocuğun talebi değildi, anne, babasının gösteriş merakıydı. Senelerdir uzaktan uzağa onun da ne kadar sakin, mazbut hayat yaşadığını fark ediyorum. Demek ki gerçekten kendi seçimi değildi, onu diğer arkadaşlarının gözünde zor duruma düşüren o ayrıcalık gösterişi.

Gelelim bugünlere... Sanırım; girişte yazdığım sözden bir anlam çıkarmamış, ailesinden de ‘gösteriş yapmama’ terbiyesini almamış, alamamışlar öyle çoğaldı ki; artık isyan ettiriyor duyarlı insanları. Facebook ve Twitter sayfaları bu duyarsız, aldırmaz ve gösteriş takıntılı gurubun kendilerini, yediklerini, içtiklerini göstermek için daha da iştahını arttırıyor anlaşılan. Hani, küçük kızının minicik elleriyle denediği bir yemek marifetini gururla paylaşmış anneyi anlayabiliyorum da, gittikleri sayfiyelerden, restoranlardan, kulüplerden dolu tabak, pahalı içki şişelerini paylaşanların ne düşündüğünü aklım almıyor.

Yoksulluğun, yoksunluğun büyük bir hızla arttığı, orta halli dediklerimizin bile çoluk çocuğuna et yedirmediği, süt içiremediği, bir çikolatanın hayâl olduğu, çöpten artık toplayanların büyük şehirlerin ana caddelerine dağıldığı ‘Büyük Türkiye’mizde neden imkânlarını, masrafını, yaşayabildiği ayrıcalıklı hayatı başkalarının gözüne sokmak isterler? Bu nasıl bir doyumdur? Nasıl bir tatmindir? “Sende yok, bende var” mı demek isterler? “Varsa var, kime ne faydası var” demezler mi adama?

Açlık bir yanda, dilencilik bir yanda, hak ettiği maaşı verilmeyip ianeyle yaşamaya alıştırılmış ama hâlâ gururunu koruduğuna inanan bir kesim ortada, işsizlik her yerde, yarına ve bir diğerine güvensizlik, gelecek korkuları bulut gibi etrafımızda... dört kişilik aile üç öğün birer simit, birer bardak çayla yetinse asgarî ücretin yetmediği ‘Büyük’ ve de ‘Yeni’ Türkiye’mizde yaşanan bu vurdumduymazlık beni kahrediyor. Zaten ancak bu kadar varlıklı vurdumduymazın olduğu bir ülkede varlıksız ama duyarlı insanlar bu kadar kolay ezilebilir, sistem tarafından, hükümetler tarafından, yöneticiler tarafından...

Gençlerimiz ölüyor

Devamını Oku

Gençlerimizin kanında boğuluyoruz

25 Temmuz 2015

Devlet ricali, partililer, politikacılar ne derlerse desinler, Türkiye’yi nasıl tarif ederlerse etsinler; aklı selim sahibi, duyarlılığı olan, bağımsız Cumhuriyetin ve milletimizin var oluş sebeplerine ve amaçlarına vakıf ve inanmış insanlar gerçekte ne olduğunu görüyorlar. Olan şu: Gençlerimizin kanında boğuluyoruz...

Kimi yöneticilerin, politikacıların, din adamlarının, entel kadronun, sanatçıların düşmana ihtiyaç bırakmayacak bölünmemiz, parçalanmamız, birbİririmize düşman olmamız üzerine hesapları var gücüyle işlemeye devam ediyor. Bir ihtimal sonunda muvaffak olurlarsa da bu sefer birbirini yemeye devam edecekler. Yesinler, bitirsinler birbirini, hiç bir şikayetim olmaz. Ama şimdilik; vatandaşlarımızı din, mezhep, köken kavramlarıyla ayırır ve birbirine düşman ederken, yaşamı ve idealleri bu zorlanmak istenen ayırımcı yaptırımlarla sınırlamak istemeyen, ideallerinin özünde; insana, yaşama, tabiata, diğer canlılara, hür düşünceye, hür ifadeye, birbirini incitmeden farklılıkları konuşarak uzlaşmaya, ülkemizin ancak bu inançla huzur bulacağına inanan geçlerimizi kurban etmek üzerine yoğunlaşmış durumdalar. Kendilerinin el birliğiyle yarattığı kamplaşmanın ürünü karşıt gruplardan birbirine misilleme oluyormuş da kan dökülüyormuş senaryosu da çok büyük hesaplarla işleniyor belli ki.

Herkes anında kendisine göre bir diğer tarafı suçluyor

Millet zaten öylesine kafa karışıklığına, ayrılmışlığa, bir başkasına göre “diğeri” olmaya şartlanmış ki; artık herkes kendini birilerinden korumaya veya birilerine saldırmaya hazır hissediyor. Bir terör saldırısı, cinayeti olmasın; anında herkes kendisine göre bir diğer tarafı suçluyor. Saldırıyı, cinayeti üstlenen olduğu zaman, onun temsil ettiği mezhep veya kökenden olan herkes aynı derecede sorumlu tutuluyor, nefret söylemleri bütün o guruba yönlendiriliyor. Burada sade, kendi halindeki halktan bahsediyorum. Politik ve dinsel baskılar ve yönlendirmeler olmasa, kendilerini isyan ettiren ve galeyana getiren pusular, cinayetler, gözaltılar olmasa, kendi hallerinde yaşayıp, kimsenin ne dinden, ne mezhepten olduğuna, ne lisan konuştuğuna aldırmayacak insanlardan bahsediyorum. Yoksa artık günlük hayatımızın içine, şehirlerimize, mahallelerimize sızmış terör unsurlarının misillemesi değil söylediğim.

İşin enteresanı şu anda Türkiye’de ilk bahsettiğim bir “diğeri”ne nefret duymak üzere kanlı olaylarla galeyana sürüklenen sade kesim isyanını dile getirmek için sokağa çıksa, ellerinde bayraklarla barışçı bir söylemle adalet ve kardeşlik çağrısında bulunmaya kalksa cezalandırılmak için her fırsat kollanıyor. Şehit oğlunun acısından hükümete isyanını dile getiren baba suçlu oluyor. Kayıp çocuklarını arayan analar sürüklenerek götürülüyor. Toprağının yeşilini, denizinin mavisini korumak isteyen köylü dayak yiyor.

Diğer taraftan kendi inandıkları (nı söyledikleri) şekilde dine uymayanların kellesini kesip, bedenlerini parçalayan ve bunu dindarlık diye empoze etmeye çalışan İslâmi teröristlerin İstanbul gibi dünya merkezinde bir şehirde meydanlarda açıkça toplanması, namaz kılıp cihada çağrı yapması engellenmiyor. Kendileri vahşetin temsilcisi olarak görünmekten çekinip de deolojisi itibarıyle terör guruplarıyla aynı kafa yapısını paylaşan ve sözde “dinî” söylemleriyle teröre taşeron yetiştiren ve onları cesaretlendirip teşvik eden, maddi imkan sağlayan kaynak gruplar da var. Hükümetin kontrolunda olması gereken dinî kurslarda bu terör örgütlerine katılması için küçücük çocuklarımızı, gençlerimizi cihat çağrısıyla teröre piyon yapan sözde hocalar hiç bir yetkiliyi rahatsız etmiyor.

Millet ve bayrak kavramlarının unutturulmaya çalışılması da bu ayrımcılığı, başkalaşmayı rahat körükleyebilmek için çok büyük bir adımdı. Tabii T.C., T.C. bayrağı, andı kutsallığını yitirdiği için din ve mezhep insanları çok daha kolay bölüyor. Çünkü insanların tutunacağı, bağlanacağı ve ortak paydada buluşabileceği manevi değerlerle; toprakla, vatanla, ortak vatanseverlik inancıyla bağları koparılırsa geriye sadece din kalıyor ki; bu hainlerce dağılma sürecini hızlandıracak silaha dönüşüyor.

Kobani’nin acılı çocuklarına oyuncaklar götürüyordu gençlerimiz. O yaralı, acılı çocukların yuvalarının duvarlarını boyayacaklar, onların kan, barut kokulu dünyalarına renklerle biraz huzur vereceklerdi. Kollarında taşıdıkları oyuncaklarla belki kendileri bile oynayamamışlardı minikliklerinde. Ama şimdi savaş mağduru kardeşlerinin yüzünü güldürmek istiyorlardı. Güle, oynaya gidiyorlardı, mutlu yürüyorlardı, insanlık için, dünya için iyi bir şey gerçekleştireceklerine inançla...

Devamını Oku